28 Kanun-i Sani’yi Unutma!
28 Ocak 1921’i 29’a bağlayan gece, Türkiye Komünist Partisi’nin Başkanı Mustafa Suphi, Genel Sekreteri Ethem Nejat ve Merkez Komitesi’ne seçilen yoldaşları ile birlikte, Karadeniz’de, Sürmene açıklarında, kendilerini takip eden motordaki katiller tarafından hunharca öldürüldü, karısı Meryem Suphi esir alındı. Onbeşler’i Batum’a götürmek üzere Trabzon’dan hareket etmiş olan motor sabaha karşı geri döndüğünde Trabzon Valisi, Kuvayı Milliye reisleri ve topladıkları eşkıya ile işledikleri vahşi siyasi cinayetlerden biri daha Türkiye tarihine geçmiş oldu.
Her 28 Ocak geldiğinde Komünistler, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını bir keder seremonisi ile anarken bu siyasi cinayetleri sisler içinde bırakan iki önemli sorunu genellikle ihmal etmişlerdi. Bunlardan birincisi, siyasi cinayetlerin nasıl işlendiğine dair Kemalistler tarafından yaratılan senaryoyu esas alarak üzüntü ve nefretleri faili belirsiz hedeflere yöneltmiş, siyasi cinayetlerin üzerindeki örtüyü kaldırmaya, aydınlatmaya yönelmemiş, buna cesaret edememiş olmaları.
İkincisi de Mustafa Suphi’nin Ekim Devrimi’nin ateşleri ve çalkantıları içinde şekillenen ve 1920 Eylül ayında toplanan Türkiye Komünist Partisi’nin Birinci Kongresi’nde kabul edilen, bu muazzam birikimin sonuçlarını yansıtan Parti Programını yok saymış, gündemden düşürmüş, üzerinde düşünmemiş olmalarıdır. Çünkü bu tarihsel olguyu ele alan araştırmacılar da, TKP’nin mirasını devralan siyasetçiler de cinayete karar veren, uygulayan ve bir ulus devlet inşasına soyunan Kemalist elitin kurgularına, yalanlarına inanmaya yatkın bir ideolojik tutum içindeydiler.
Gerçeğin İpuçları
Oysa duru bir bakışla, 1920 yılı Aralık ayı ile 1921 yılının birinci yarısında gelişen olayların Mustafa Kemal ve arkadaşlarının pragmatist politikaları sonucu; Komünistlerin ve Rusya’daki Bolşevik devriminden etkilenen tüm komünizan hareketlerin bastırılması, ezilmesi ve yok edilmesi süreci olduğu görülebilirdi. 28 Ocak 1921’de Çerkez Ethem kuvvetlerinin ezilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi, Ankara’da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkasının kapatılması, komünistlerin tutuklanması, Halk Zümresinin dağıtılması gibi. Ayrıca bu politikaların Kemalist’lerin İngiliz emperyalistleri ile uzlaşma aradıkları Londra konferansıyla bağlantılı olduğu da görülebilirdi. 16 Mart 1921’de imzalanan Türk-Sovyet Anlaşması da bu bağlamda ayrıca değerlendirmeye alınmalıdır.
Kemalist İdeolojinin Etkileri
Bu nedenlerle uzun bir süre, Komünistler, bu olayı aydınlatmak isteyen araştırmacılar, Mustafa Suphi’lerin öldürülmesiyle ilgili sis perdesini yaratan Kemalist devletin bu olayı karartmasına ve perdelemesine yarayan bilgilerle, argümanlarla yetindiler, Kemalist devletin Türk milliyetçiliğine dayalı ulus devlet kuruculuğu dönemi için kurguladığı tarih öğretisine bağlı kaldılar. Devletin ders kitaplarına geçirdiği müfredatla yetişen cumhuriyet kuşakları kendi tarihlerine yabancı kaldılar. 1960’lı yıllarda dünyada esen özgürlük rüzgârlarından esinlenerek sola açılan Türk gençliği uzun bir süre Kemalist jargonun dışına çıkamadı. Kemalizm’in ideolojik ablukası ve bunun karşısına bir alternatif proje geliştiremeyen Komünistler de, bu fikrî kaynaktan beslenen Türkiye Sol hareketi de Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan yanlış politikaların sebep olduğu ağır yükü omuzlarından atamadı; bugünde taşımaya devam ediyor.
Bugün artık, Mustafa Suphi’lerin öldürülmelerinin Mustafa Kemal’in başında olduğu siyasi kadronun kararıyla vuku bulduğu cinayetlerin üzerindeki sis perdesi tamamen kaldırılmış ve belgelerle ortaya konulmuştur. Bu mesele üzerinde tartışma yoktur. Bu konu üzerine gerek devlet arşivlerindeki belgelerin gerekse ortaya çıkan Komintern arşivindeki belge ve dokümanların incelenmesi ile cinayetlerin işlenmesi ve sonrası üzerine araştırmacıların yazdığı kitap ve makaleler var. Bilgilenmek isteyen okurlar bu kaynaklara başvurabilirler.
Dönüşler Üzerine Bolşevik Partisi ve Komintern’in Duruşu
Mustafa Suphi ve TKP’nin kuruluş kongresinde TKP Merkez Komitesi’ne seçilmiş yoldaşlarının hunharca katledilmeleri ve arkasından bir soruşturma yapılmamış olması üzerine Sovyet Rusya ve Komintern’in suskunluğu, olayın politik yönünün bir parçasıdır. 16 Mart 1921 tarihli Türk-Sovyet anlaşması görüşmelerinin ve anlaşmanın önemli bir yanı; tarafların toprakları üzerinden bir diğerine karşı yürütülen siyasi faaliyetlerin durdurulmasıdır. Mustafa Suphi’lerin zorla bindirildikleri, Batum’a yönlendiren motorun boş dönmesi sonucu, Trabzon’daki Rusya Federasyonu konsolosluğuna yapılan başvurulara yanıt verilmemişti, hakeza Bakü’de kalan TKP MK üyelerinin Komintern ile Sovyet Rusya nezdinde bütün mercilere yaptıkları başvurular da cevapsız bırakılmıştı. Rusya Federasyonu’nun tek ülkede sosyalizmin kurulması politikasına uygun olarak Sovyet Rusya’nın Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve İngiltere ile yaptığı anlaşmaların gereği olarak suskunluk politikası uygulanmış, daha sonra da bu tutumun gerekçeleri üretilmiş ve savunulmuştur. Bu görüşler eldeki bilgilere dayanılarak objektif olarak değerlendirme tarzında oluşan tezlerdir ve Sovyet Parti, Komintern ve Devlet arşivlerinden belgeleriyle karşılaştırılarak değerlendirilmek üzere ortaya konmuştur. Bu önemlidir, çünkü bir yandan bu şüpheler ortadayken, diğer yandan da Sovyet Partisi ve Komintern TKP ile ilişkilerini sürdürmüş ve Mustafa Kemal’in kurdurduğu sahte “TKP”’yi tanımamıştır.
Dönüşler Üzerine Türkiye’de Durum
Türkiye tarafının da sorumluluğu ağırdı: kongrenin seçtiği TKP MK üyelerinin üçü hariç tamamı -ki onlar da kısa zamanda dağıtılmıştı- bu menfur katliamla yok edildikten sonra Türkiye’deki durum daha vahimdi. Şöyle ki; Ankara merkezli parti, Kemal hükümeti tarafından tasfiye edilip yöneticileri hapis cezalarına çarptırılmadan önce Bakü’ye, rejimin baskıları sonucu delege gönderemediklerini ancak kuruluşu desteklediklerini bildirmişlerdi.
İstanbul Komünist Grubunu temsilen Ethem Nejat ve Hilmi oğlu Hakkı, Mayıs 1920’de Moskova’da toplanacak Komintern genel kuruluna katılmak üzere yola çıktıktan sonra koşullar nedeniyle Moskova’ya zamanında ulaşamayacakları belli olunca Bakü’ye yönelmişti. Bakü’de kuruluş kongresine katılan Ethem Nejat ve Hilmi oğlu Hakkı kongrenin son oturumunda, Türkiye ve Türkiye dışında faaliyet gösteren tüm Komünist grupların birleşmesi için bir önerge vermiş ve önerge oybirliği ile kabul edilmişti. Karadeniz katliamından sonra İstanbul komünist grubunun başında kalan Şefik Hüsnü, TKP’nin bir şubesi haline gelen ve 1919 yılında kuruluşuna katıldığı Türkiye Sosyalist İşçi Çiftçi Fırkasını devam ettirmiş, Bakü kongresini yok saymış ve kendi yolundan yürüyüşüne devam etmişti.
Böylece Komünist mirası devralan Şefik Hüsnü ve arkadaşları 1925 Takrir-i Sükun kanununa kadar faaliyetini sürdürebildi. Daha çok iktisadi temelde yürütülen bu faaliyet, işçilerin haklarını koruma amaçlı cemiyetler kurmak, kurulmuş olanların yönetimini ele geçirmek, İzmir İktisat Kongresine katılacak işçi delegelerin belirlenmesi için çaba göstermek şeklinde yürütüldü. Bu parti 1925 Kürt isyanı ile çıkarılan kanunla İnönü Hükümetinin Kürt İsyanını bastırma ve iskan kanunu projelerini desteklemesine rağmen kapatıldı, yöneticileri İstiklal mahkemesine sevk edildi. Şefik Hüsnü de yurt dışına çıktı.
Türkiye’ye Dönüşün Önemi
Mustafa Suphi daha 1914’te Sinop sürgününden kurtulup Rusya’ya kaçışın ilk günlerinden başlayarak ülkeye dönüşün hazırlıklarına girişmiş ve ilk iş olarak Yeni Dünya’yı çıkarıp o günlerde Avrupa’da esmekte olan savaş rüzgârlarına karşı halkı aydınlatmak ve iktidarda olan savaş taraftarlarını uyarmak olmuştu.
Mustafa Suphi, bu projesini gerçekleştirmek için geldiği Batum’dan, dünya savaşının başlamasıyla sekiz yüz civarında savaş esiriyle birlikte önce Kaluga’ya sonra da Uralsk Bölgesindeki esir kampına sürüldü. Böylece bölgede faaliyet gösteren devrimci, özgürlükçü gruplarla teması başlamış oldu. Burada Kazan merkezli Tatar Cedid’çileriyle Müslüman halkların Çarlık boyunduruğundan kurtulmaları ve kendi özerk yönetimlerini oluşturma mücadelelerinin içinde yer aldı. Ekim Devrimi sonucu esir kamplarının açılmasıyla Moskova’ya geldi ve Bolşevik Partisinin Müslüman Doğu Halklarının devrime kazanılması, Müslüman Komünist Örgütlenmelerin kurulması ve yönetilmesi görevlerinde bulundu, Rus devriminin milliyetler sorununun tartışıldığı toplantılara katıldı ve devrim liderleri ile tanıştı.
Müslüman Komünistlerin karargâhının taşındığı Kırım’a geldi. “Yeni Dünya” yayınına burada devam etti. Yeni Dünya’nın Anadolu halklarına çağrısını içeren sayıları ile birlikte yoldaşlarını Türkiye’ye gönderdi. Bunlardan bazıları Bakü kongresine, İstanbul ve Karadeniz bölgelerini temsilen delege olarak katıldılar.
Mustafa Suphi, işçi sınıfının sayıca az ve nitelikçe zayıf olduğu, emekçi halkın devlete karşı direnme ve başkaldırma geleneğine sahip olmadığı Anadolu topraklarında özgür yasal çalışma koşulları yaratılmadan işçi ve köylü yığınlarının sosyal devrime kazanılamayacağı görüşündedir. Sosyal devrim elverişli koşullar ortaya çıktığında bir vuruşla gerçekleşmeyecekse, geniş işçi ve köylü yığınlarının rızasını alma çalışmalarının hiçbir yasal kısıtlamaya uğramadan yürütülmesi gerektiğine inanıyordu.
Bağımsızlık Savaşının Desteklenmesi
Mustafa Suphi bağımsızlık savaşının desteklenmesi üzerine yaptığı değerlendirmelerin sonucunu da Türkiye’ye dönüşün gerekçesine bağlıyordu. Mustafa Suphi’ye göre Anadolu hareketinin özelliği genel bir millet, bir halk hareketi olarak ortaya çıkmış olmasıydı. Anadolu savaşını yürüten millici kuvvetlerin Sevr anlaşması gereği elinde kalan son toprakların da bölünmek istenmesine karşı bir isyanı olduğunu söylüyor ve bu savaşı yürüten Kuvayı Milliye’nin devrimci demokrat bir yapıda olmadığını aksine burjuvazinin kendi açık çıkarlarını korumak için verdiklerini belirtiyor, bağımsızlık savaşının gerici paşalara rağmen desteklenmesi gerektiğini düşünüyordu. TKP, bağımsızlık savaşını desteklemekle, mücadeledeki başarısı oranında “kendi sesini yükseltmeye” hak kazanmış olacaktı. Mustafa Suphi’nin yaşamını ortaya koyduğu Türkiye’ye dönüşün ana fikri buydu. Ankara ile mektuplaşmaların, hazırlıksız dönülüyor ve benzeri parti içi karşı çıkışların geçersizliğinin, bu “anlamsız ısrarın!” asıl nedeni de buydu.
“İlk aşama” ya da “asgari program” olarak adlandırdığı parti programı bu sorunları çözmek amacıyla hazırlandı. Mustafa Suphi, Yeni hükümetin bugünkü zahmet ve fedakârlıklara katlanan işçi, köylü halkın içinde kurulup aşağıdan yukarıya doğru dal budak vermesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu söylüyordu.
Kürt Çözümünün Dayandığı Politikalar
“TKP Kuruluş Kongresi, Türkiye’nin yönetim şekli olarak bütün emekçi sınıfların temsil edileceği federatif temelde bir “Şuralar Cumhuriyeti”ni esas almıştır. “…Şuralar Cumhuriyeti’nin bütün milletlerin emekçi köylü ve işçilerini içine alacağını, her milletin dil ve kültürünü özgürce geliştirebileceğini, bütün ayrıcalıkların kaldırılacağını; Şura Cumhuriyeti’nin gönüllü bir birlik olacağını öngörmüş ve “ayrılma” hakkını tanımıştır.”
Mustafa Suphi’nin yazdığı Bakü programında dile getirilen Federatif yapı, halkların kendi ana dilinde eğitimini ve kendi kendilerini yönetmeleri ilkelerini esas almıştı. Bu ilkeler, ayrı bir mecrada, Birinci Millet Meclisi’nde de tartışılmış ve 1921 Anayasası kabul edilmişti. Savaşı sona erdiren anlaşmaların imzalanması ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bu girişimleri yok sayarak yazılan 1924 Anayasası Kürt halkının haklarının ortadan kaldırılmasını, Kürtlerin dillerinin yasaklanmasını, Türk milliyetçiliğini devletin temel politikası haline getirilmesini sağlamıştı. 1925 yılında başlayan isyanlarının bastırılması ve 1938 Dersim Katliamı sonrası yaratılan ölüm sessizliği 30 yıl sonra 1970’lerle başlayan dönemlerde bozulmuş, Kürt Halkı kendi siyasal gücüyle, fikriyatı ile Türkiye politika arenasında yerini almıştır. Türk milliyetçiliğine dayalı Kemalizm ve onun takipçilerinin yüz yıldır sürdürdüğü inkâr, imha, sürgün ve asimilasyon politikaları bugün de İslamcı ve faşist karması devlet eliyle savaş ve güvenlik politikalarıyla devam ettiriliyor.
Laiklik ve Din Üzerine
TKP Programı, “bütün ruhani kurumların hükümet ve yönetimden ayrılarak gerçek anlamda vicdan özgürlüğüne ve laisizme imkân tanımıştır.” Cumhuriyetin kuruluşunda devlet, din ve inanç özgürlüğüne dayalı bir laisizm getirmemişti. Kemalist ideoloji devlet eliyle Din’i kontrol etmeye yönelmiş, bunun araçlarını yaratmıştı. Devletin baskı, zulüm ve yasaklamalarına maruz kalan Müslüman Sünni ve Alevi dindar halk kitleleri illegal örgütlenmeler, tarikatlarla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Din kullanılarak, kitleler anti-komünist saldırıların insan malzemesini oluşturmuşlardır. Dinin devlet eliyle kontrol altında tutulması ve dini kurumların devlet eliyle kurulmasına karşı örgütlenen siyasal İslam, İslamlaşmış milliyetçilik günümüzde Türkiye nüfusunun önemli bir kesimini domine eden ve faşizan zihniyetin tabanını oluşturan bir sosyolojik ve politik güç haline gelmiştir.
Başarısızlığın Tohumları
Devletin Komünistler üzerinde de ağır baskılar uygulamasına rağmen, Din meselesi ve Kürt sorununun günümüzdeki vahim boyutlarına ulaşmasında Mustafa Suphiler sonrası özellikle Şefik Hüsnü dönemi Komünist Partisi’nin politikalarının açık, zımni desteği ve payı vardır. Kemalist idare, daha cumhuriyet kurulmadan 28 Ocak 1921’i 29’una bağlayan gece 15 Komünistin katli, cumhuriyet döneminde de baskı, işkence, cinayet ve idamlarla politikalarını sürdürdü, devlet politikası haline getirdi. Komünistlere ve Komünist Partisi’ne özgür, legal çalışma hakkı, komünistlere olduğu gibi, İslami düşünceye ve Kürtlere de politikalarını özgürce belirleme ve savunma hakkı tanımadı. Kemalist zihniyet devletin kuruculuğu saplantısı ile kibri, üstenciliği ve tahakküm duygularını da körükledi. Yüz yıl sonra politik krizler ve savaş politikalarına sürüklenen Kemalist devlet projesi başarısız olmuştur.
Türkiye komünistleri, kendi insiyatiflerinin dışında batı taklitçiliği ve hayranlığı ile kapitalist moderniteyi ilericilik olarak kabul eden anlayışa kapılarak tekçi, milliyetçi bir devletin kuruluşuna seyirci kaldılar. Süreci benimsediler ve bu yüzden de kendileri farklı bir tarih yazamadılar. Günümüzde omuzlarımızda ağır bir yük olarak taşıdığımız sorunların kökleri bu tarihlere dayalıdır.
Bugüne Dair Birkaç Söz
Türkiye bir seçim sathı mayiline daha girdi. Bu seçimi geçmişte yapılanlardan ayıran temel özellik; Kürt siyasal hareketi ve Türkiye Devrimci Parti ve Hareketlerinin, bir birlik kurmaları, Emek ve Özgürlük İttifakı çatısı altında seçimlere katılacaklarını açıklamasıdır.
Bu seçimin daha şimdiden en büyük kazanımı Emek ve Özgürlük İttifakı adı altında bir araya gelen Kürt Siyasal hareketinin ve Devrimci partilerin tarihte ilk olarak bu kapsamda kendi bağımsız duruşunu ortaya koymalarıdır. Şimdi sorun burjuvazinin her kesitinden bağımsız olarak ortaya konan bu dik duruşun gerektirdiği politikaları üretmek ve hayata geçirmek olacaktır. Her parti, bu politikaları kendi karar organlarında belirlemiş olsalar bile, muhataplarıyla; emekçilerle, fabrikalarda, ofislerde çalışanlarla, köylülerle, Kürtlerle, Alevilerle, kadın ve gençlerle, uğrunda mücadele verilecek hedefleri, sorunları ve çözüm yollarını yeniden, birlikte tartışarak; politikaların yeniden üretilmesini sağlamanın ve hayata geçirilmesinin yollarını aramalıdır; bu döneme yeni yaklaşım bu olmalıdır. Seçimler bu politikaların emekçi halklarla buluşmasının ihtiyaç duyduğu hareketli, kitlelerin siyasete duyarlılığının arttığı ortamlardır. Bugün ilk defa Türkiye Devrimci Sol’unun ezici çoğunluğu bütün baskılara rağmen ve faşizm gelir korkusu ile değil faşizm koşullarında bu kararı verme cesaretini göstermiştir. Şimdi bu kararı güçlendirmek, somut politikalara dönüştürmek yüz yıl önce Mustafa Suphi ve yoldaşlarının devrimci programına ve bu programın ruhuna bağlılıktır.