28 Kanunisani’nin 95. Yılı: 15’ler bize ne öğretiyor?
Bu ay, TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının Karadeniz’de öldürülmesinin 95. yılını anıyoruz. Bu olayın tarihsel anlamına değinmeden önce olayları kısaca hatırlayalım.
10 Eylül 1920’de Baku’da Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresinin ardından, Mustafa Suphi ve arkadaşları, Anadolu’da işgale karşı süren halk hareketine katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar verirler. Ellerinde Ankara Hükümetinin başkanı Mustafa Kemal’in resmi davet mektubu vardır. Geldiklerinden sonra, Erzurum’dan başlayarak yoldaki birçok şehir ve kasabada kendilerine karşı nümayişler yapılır ve saldırıda bulunulur. Bunun üzerine “halk galeyana geliyor, Ankara’ya gidemezsiniz” denilerek Rusya’ya geri gönderilmek üzere Trabzon’dan motora bindirilirler. Motor fazla açılmadan arkadan yetişen başka bir motordaki katiller, Suphi ve arkadaşlarını öldürerek denize atarlar.
28-29 Ocak ve 15’ler, yıllardır Türkiye Solunda sadece bir “devrim şehitleri” anmasından ibaret kalmış, bu olayın tarihsel anlamı, boyutları, sonuçları asla yeterince cesur bir şekilde ve sonuna kadar irdelenmemiştir. Yazımızın amacı da budur.
Cinayette Kemalist liderliğin sorumluluğunu inkar etmek, egemenlere biat etmektir
Önce buradan başlayalım. Bu cinayet uzun yıllar anılmamış, anıldığı zaman da, “cinayeti Kazım Karabekir yaptı”, “gerici Erzurum valisi kışkırttı”, “öldürenler İttihatçıydı”, “15’leri burjuvazi öldürttü” gibi yuvarlak ve kof tespitlerle meselenin gerçek özünün etrafından dolaşılmıştır. Cinayet, Mustafa Kemal’in bizzat bilgisi ve onayı ile gerçekleşmiştir. 1980’lerde Türkiye İş Bankası yayınlarından çıkan “Birinci Meclis Gizli Oturum Belgeleri”nde, M. Kemal’in konuşması çok nettir: Mustafa Suphi ve komünistlerden “memleketin soysuz evlatları” diye nefretle bahseden M. Kemal, “onlardan kurtulmak için Kazım (Karabekir) Paşa dahiyane bir plan yapmıştır. Öyle ki sorumluluk bizim üzerimizde görülmeyecektir. Yakında bu planı göreceksiniz” demiştir. TÜSTAV tarafından yayınlanan “Dönüş Belgeleri” adlı çalışmada, o dönemki tanıklıklar “halkın galeyana gelmesi” denilen kışkırtmaların aslında (örneğin trajedinin son perdesinin oynandığı Trabzon’da) polis ve jandarma zoruyla halkın dışarı çıkartılıp komünistler aleyhine zorla bağırtılması ve saldırtılmasıdır. Erzurum’dan Trabzon’a kadar yapılan her şey Ankara Hükümeti’ne bağlı kolluk kuvvetleri tarafından ve (olaylar hakkında her gün Karabekir’le telgraflaşarak bilgi alan M.Kemal başta olmak üzere) Ankara Hükümeti’nin bilgisi dahilinde yapıldığını göstermektedir. Bu cinayetin ertesinde M.Kemal’in sola karşı giriştiği saldırı, yani Meclis’te grubu olan Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın kapatılması, milletvekillerinin askeri mahkemede yargılanmaları, Kuvvayı Seyyare’nin dağıtılması, kısaca M. Kemal’in net olarak anti-komünist bir burjuva diktatör pozisyonuna gelmesi, ilk cinayetteki sorumluluğunu sadece pekiştiren delillerdir.
Bu bilgiler ışığında senaryo açıktır: Karabekir, güzergah boyunca halkı kışkırtarak, yardımına ihtiyaç duyulan Sovyet hükümetine “Ne yapalım?Biz sizle iyiyiz, ama halk komünistleri istemiyor” şeklinde sorumluluktan kurtulmayı amaçlayan bir mesaj vermiştir. Daha sonra Trabzon’da silahları elinden alınarak motora bindirilen 15’ler, kendilerine daha önceden garezi olan Enver Paşa yanlısı bir İttihatçı fedai grubuna temizletilmiştir. Cinayeti işleyen Yahya Kahya’ya M. Kemal önce “hareket-i vatanperveranenizden ötürü tebrik ederim” diye telgraf çekmiş; daha sonra onun muhafızı Hakkı Tekçe, Yahya Kahya’yı vurmuştur. Komünist Parti önderliği yok edilmiş, failler ortadan kalkmış, olay da kapanmıştır.
Durum böyleyken kimi “solcu”ların ve “tarihçi”lerin “Atatürk’ün M. Suphi’leri öldürttüğüne dair kesin bir belge yok” diye mırıldanmalarını nasıl yorumlamalı? Rejimin kurucusu “Gazi Paşa” için gösterilen bu “belge tutkunluğu”, tüm siyasi cinayetlere gösterilse ne olur diye sormak gerekir. Kahramanmaraş katliamını Kontrgerilla’nın yaptırdığının, ya da 1980 öncesi faili meçhul binlerce cinayetin devlet içindeki faşist odak tarafından işlendiğinin de “belgesi yok”tur. Ama politik konjonktür ve cinayetlerin sonuçlarından yararlananlar göz önüne alındığında, failler son derece “malum”dur. Tıpkı 15’lerin katlinin failinin M. Kemal başta olmak üzere Kemalist ekip olduğu gibi. Asgari bir Türkçe bilgisi olanlar için dahi, Gizli Oturum tutanaklarının ne anlama geldiği açık iken, bu resim karşısında 3 maymunu oynamanın yegane anlamı, TC’nin kutsalı olan “Atatürk”e dil uzatarak rejimin şimşeklerini üzerine çekme korkusudur. Başkaları için de, bu tavır, “komünist” gözüküp devlet içinden alınan dolaylı desteğin sürmesini sağlamaktır. Buna yan taraftaki yazıda değiniyoruz.
Cumhuriyet Projesi sorgulanmadan 15’lere sahip çıkmanın anlamı yoktur
Bugün “AKP’ye karşı Cumhuriyet’in değerlerini savunalım” diyen, ya da “TKP geçmişte Cumhuriyet’e sosyal devlet yönünde katkılar yaptı” tespitinde bulunanların “15’leri Anma” toplantıları yaptığını görüyoruz ve şaşırarak soruyoruz: 1923’de, harcında 15’lerin kanı kurumadan kurulan Cumhuriyet’e sımsıkı sarılarak M. Suphi’leri anmanın anlamı nedir?
28 Ocak’ın yakın tarihimizdeki tüm siyasi cinayetlerden farkı, daha ortada bir Cumhuriyet, bir rejim yokken, deyim yerindeyse daha “ana rahminde” işlenmiş bir cinayet olmasıdır. Her siyasi cinayet gibi bunu da somut bir amacı vardır; o da yeni, kurulacak olan rejimin egemenlerin istediği doğrultuda, komünistlerden gelecek her türlü etkiye ve katkıya kapalı bir biçimde kurulması ve gelişmesidir. Kavranması gereken ana gerçek budur. Daha iyi anlamak için o dönem ortada olan 2 toplumsal projeye, M.Kemal’in ve M.Suphi’nin projelerine bir göz atmak yeterlidir:
• Mustafa Kemal, Müdafa-i Hukuk cemiyetlerinin yönetimindeki toprak ağaları ve tüccarları CHP’de toplayarak onları devlet eliyle zenginleştiren bir yapı kurmuş, Mustafa Suphi ise, Kurtuluş Savaşı’nın gerçek kahramanı olan emekçilerin, “Anadolu’nun mazlum amele ve rençperlerinin” yönetimde söz sahibi olması gerektiğini savunmuştur.
• M. Kemal, çarpıtılmış efsaneler üzerine kurulu, gerçeklikten uzak bir “Türk” kimliği yaratarak buna dayanan bir ulus-devlet kurmuş, M.Suphi ise halkların özgür kimlikleriyle birlikte yaşayacağı federatif bir sosyalist cumhuriyeti savunmuştur.
• M. Kemal, yeni kurulan Türkiye’nin tarihsel yerini (emperyalistkapitalist sistemi oluşturan) “Batı Medeniyeti” olduğunu savunmuş, bu doğrultuda halkın giyim kuşamından tarihsel kültür mirasına kadar her şeye insafsızca saldırmış ve geniş yığınların (bugün dahi süren) tepkisini kazanmıştır. Mustafa Suphi ise Türkiye’nin yerinin “mazlum Doğu Halkları” ve onların müttefiği muzaffer Sovyet Cumhuriyeti olduğunu savunarak bambaşka bir tarihsel yörüngeye işaret etmiştir.
Bu noktada, bir an için Mustafa Suphi’lerin Ankara’ya vararak mücadeleye katıldıklarını varsayalım. O dönem Sovyetlere duyulan büyük sempati ve emekçilerin mücadelenin vurucu gücü olmasından dolayı sahip oldukları ağırlığı göz önüne alırsak, sosyalist bir devrim gerçekleşmese bile, Mecliste ve siyasette ağırlığı olan bir Komünist Partisi Türkiye’ye neler katardı?
• Emekçilerin sesi siyasette duyulur, işçi ve köylülerin insafsızca sömürüldüğü, sendika bile kurmanın poliste işkenceyle cezalandırıldığı o karanlık baskı yıllarını yaşamazdık.
• Ermeni meselesi dürüstçe tartışılır, Kürtlerin “siz aslında Türksünüz” saçmalığıyla yok sayılması zorlaşır, 90 yılda on binlerce insanın canını alan ve almaya devam eden Kürt trajedisi yaşanmaz, ya da bu boyutlara varmazdı.
• AB kapılarında dilencilik yapan, NATO’ya yaltaklanan, ABD’ye uşaklık yapan yönetimler başa gelmez, en azından karşılarında emekçilere dayanan gerçek ve örgütlü bir yurtseverliğin gücünü bulurlardı.
• Soldan, sosyalizmden habersiz bırakılmış milyonlara her türlü pespayeliğin “siyasi alternatif” diye dayatıldığı 90 yıllık bu “solsuz demokrasi” sahtekarlığı yaşanmaz, yerine sol ve komünist düşüncelerin meşru, saygın, ve herkesçe bilinir olduğu ve tüm siyasi akımların kendilerini buna gore ayarladığı daha anlamlı ve kaliteli bir siyasi yaşam ortaya çıkardı.
Kemalist önderliğin Komünist Partiyi ve önderlerini 1920’de katlederek bizi mahrum bıraktığı, 90 yıldır kaybettiğimiz ve hala ulaşamadığımız değerler işte bunlardır. 15’lerin ölümünün gerçek tarihsel anlamı da budur. Bu anlamı tüm yakıcılığı ile yüreklerinde ve beyinlerinde hissetmeyenler, değil M. Suphi’leri anmak, adlarını dahi ağızlarına almamalıdır.
Cumhuriyetin çerçevesi içinde kalınarak yapılan solculuk komünist hareketi zayıflatmıştır
TKP içinde Mustafa Suphi’ler uzun yıllar bu netlikle kavranmamıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Partide Konaklar ve Konuklar” adlı yazısında 15’leri “gelip geçen bir deli rüzgar” olarak tanımlamış, onları sınıf temeli olmayan köksüz bir hareket olarak değerlendirmiştir. 1951 tevkifatı sonrasında Harbiye Cezaevindeki tartışmalarda geleceğin Kemalist ve MDD’cisi Mihri Belli, 15’ler için “avantürist” (maceracı) deyimini kullanmıştır. TKP’nin 10 Eylül kuruluş kongresine katılmayan, dahası Anadolu’daki özgürlük savaşına da katılmayıp İstanbul’da kalmayı tercih eden Şefik Hüsnü, daha sonra Akaretler kongresi ile TKP’nin yönetimine geçmiştir. Başlarda “ulusal kurtuluş hareketlerine burjuvazinin önderlik etmesinin normal, hatta iyi bir şey olduğunu” savunan Şefik Hüsnü, cumhuriyetin temel kabullerini sorgulamak yerine Kemalist ekip tarafından çizilen çerçeve içinde sınıf mücadelesini örgütlemeyi temel almıştır. Bu yüzden de Kürt meselesi, ulusal kimlik, Batılılaşma, Müslüman kitlelerle diyalog gibi milyonları ilgilendiren konularda TKP’nin özgün ve bağımsız bir politikası olmamış, yüzlerce partilinin yiğitçe ve fedakarca verdiği mücadeleye rağmen siyasal başarı yakalanamamıştır. Burada SSCB’nin Kemalist Türkiye ile dostça geçinme politikasının Komintern’e yansıması da etkili olmuş, belgelerde okuduğumuz kadarıyla Komintern, “kemalizme alttan baskı yaparak onu sola çekme” politikasını uzun süre TKP’ye önermiştir. Burada elbette “Komintern istedi, o yüzden böyle oldu” kolaycılığına da sapmamak gerekir. Komünist hareketlerin tarihi, Komintern’den gelen kimi yanlış politikalara direnen, hatta onları yer yer reddederek ısrarla kendi çizgisini uygulayan ve zafere ulaşan hareketleri de (Çin, Vietnam, Yugoslavya) göstermektedir. Dolayısıyla sorun, yukardan gelen yanlış politikaların ülke içinde de, parti yönetiminin kafa yapısına denk düşerek aynen benimsenmesi şeklindeki bir “çifte hata”dır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 92 yıl sonra, Kemalist cumhuriyet paradigması, yani temel kabulleri teker teker çatırdamaktadır. İlk darbeyi Kürt Özgürlük Hareketi vurmuş, (Türkler dahil) Anadolu halklarına bir deli gömleği gibi giydirilen kurgusal “Türk” kimliği sorgulanmaya başlanmıştır. İslami hareket, arkalarındaki emperyalist destek ne olursa olsun, Kemalist ordu ile olan kavgalarında meşruiyet kazanmak için (aslında komünistler tarafından yapılması gereken) Cumhuriyet’in kuruluşundaki kirli dosyaları (Atatürk’ün muazzam şahsi servetini, Ermeni mallarının ve Vakıf arazilerinin devlet görevlilerince yağmalanmasını...) kamu oyuna iletmiştir. Devrimci hareket içinde de Kemalist kuyrukçuluk giderek teşhir ve tecrit olmaktadır. Bu altüst oluş içinde sahte çözümlere, yeni tuzaklara düşmemek için gerekli ışığı, 95 yıl ötesinden bizlere 15’ler sunmaktadır: Batıcı burjuva ulus devlet, ya da siyasal İslam’ın karanlığına karşı Anadolu halklarının, Anadolu’nun mazlum amele ve rençberlerinin Sosyalist Federatif Cumhuriyeti!..
Mustafa Suphi’ler hakkında yüz kızartan bir yazı
2001’de siyasal iktidardan gördüğü pek anlamlı bir “müsamaha” ile TKP adını alan SİP, uzun süre Kemalist, hatta orducu bir “sol” anlayışı (elbette devletten bir fiske bile yemeden) savunmuştur. Bu partinin politikalarının eleştirisine burada girmeyecek, sadece konumuz olan Mustafa Suphi’lerle ilgili bu partinin bir tespitine değineceğiz. Uzunca bir alıntı olacak; ama kemalist kafa yapısını yansıtması açısından buna değeceğini düşünüyoruz.
Bu partinin kurucularından Aydemir Güler, 2001’de “Gelenek” dergisinde yayınlanan “Atatürk ve Sınıf” başlıklı yazısında 1920’leri şöyle tahlil ediyor:
“Kurtuluş Savaşı büyük ölçüde (Mustafa Kemal’in) tekelci (tavrı) sayesinde kazanılıyor.
1920–21 kavşağında Ankara “kurtuluşçu platform” üzerinde hegemonyasını tesis etmekle kalmıyor, reel ve potansiyel her türlü rakibini ortadan kaldırıyor. Mümkünse fiziksel olarak... Bu başarıldığı ölçüde Türk ulusal kurtuluş hareketi, bütün dünyaya Anadolu’da bir devlet olarak varlığını sürdüreceğini kabul ettirmiş de oluyor. Emperyalizm Osmanlı ülkesin toptan sömürgeleştirme ve vekaletini alma projesini tadil ederek, İmparatorluk topraklarında bir Türkiye ülkesini kabul etmek zorunda kalıyor. Kuşkusuz siyaset tekelinin kurulamamış olması halinde emperyalizmin paylaşım projelerinde maksimum çıkar elde etme arayışı sürdürür, bu anlamda Sevr’in yol göstericiliğine sadık kalırdı. Oysa 1920-21 kavşağından sonra Anadolu’ya sürülmüş Yunan ordusu emperyalist ağabeyleri tarafından sahipsiz ve desteksiz bırakılıverdi.
Özetle Türk burjuva devriminin ve ulusal kurtuluş savaşı önderliğinin “siyaset tekeli” ilkesinde mutlak anlamda gerçekçi ve politik bir anlam bulunmaktadır. Hareket sapkınca siyasal baskı meraklısı olduğu için, ya da demokrasi düşmanlığını kutsal kitap saydığından değil, bir ulusal devlet kuruluşuna ulaşmanın tek yöntemi olarak siyaseti çok sokaklı karakterden uzaklaştırmayı ve kendi dar patikasında tekleştirmeyi seçmiştir.”
15’lerin katlinden bu anlamı çıkarabilen bir yazı Türkiye Solu tarihinde ilktir; dileriz ki son olur. “Bu cinayet kurtuluş savaşını kazanmak için gerekliydi” diyecek kadar kendine saygısını yitirmiş, 1920’lerin siyasi mücadelesinden çıkarabildiği yegane ders olarak M. Kemal’in “siyaset tekeli”ni, yani onun makyavelizmini, mektupla çağırdığı birini öldürtme kurnazlığını görebilen ve bu “tekeli” neredeyse alkışlayan birinin KP adıyla bir örgüt kurup komünizmden bahsetmesi, dünya işçi sınıfı önünde Türkiye için bir ayıptır. Bu ayıp aslında Türkiye’nin komünistlerine ve dürüst devrimcilerine aittir. Doğru bir ideolojik ve siyasi çalışma ile, bu ayıp en kısa zamanda aşılmalıdır.