Barış için mücadelenin önemi

Barış için mücadelenin önemi

1 Eylül Dünya Barış Günü’nün yaklaştığı şu günlerde barış mücadelesi üzerine düşüncelerimizi tazeleme ihtiyacı hissediyoruz. Barış mücadelesinin Türkiye’de devrimci çevreler arasında çok içselleştirilmemiş bir konu olduğunu biliyoruz. Hatta barış için mücadele bir dizi çevrede pasifliğin kanıtı olarak değerlendirilir. Kimsenin görüşlerine saygısızlık etmek istemeyiz ama barış mücadelesine neden önem verilmesi gerektiği konusundaki görüşlerimizi tekrar etmek isteriz. 

Bu yazımızda ne 1 Eylül Barış Günü’nün tarihçesine gireceğiz, ne de bugün dünyada savaşlar için ayrılan muazzam bütçeler ve de kapitalist ülkelerde yaşanan ekonomik sıkıntıların sayısal verileri konusunda siz okuyucularımızı sayılara boğacağız. Buna gerek yok. İlgi duyan herkes bu verilere internet üzerinden çok hızlı ulaşabilir.

Önce şu soruyu soralım. Savaşları kim çıkarıyor? Hepimizin bu soruya sermaye yanıtını vereceğini biliyoruz. Neden çıkarıyor? Sermayesini ve kazancını artırmak için. Sadece bu iki soruya vereceğimiz yanıttan yola çıkarak bile savaşlara karşı çıkmamız gerektiği kolayca anlaşılıyor. Bugün kapitalist emperyalist sistemde önde gelen devletlerin tümünde bilimsel teknolojik gelişmenin dahi askersel sanayi ürünlerini geliştirmek için kullanıldığını biliyoruz. Haberleşme için kullanılan yeni teknolojilerden başlamak üzere ulaşım araçlarının geliştirilmesinin altında yatan temel neden askeri savaş ürünlerinin geliştirilme kaygısıdır. Askersel amaçlarla üretilen ürünler sivil alanda da değişik biçim ve adlarla pazara sürülerek finanse ediliyor. 

Örneğin VPN kısaltması ile anılan İngilizce açılımı “virtual private network”, Türkçesi “sanal özel ağ” olan teknoloji bilgisayar, tablet veya telefondan internete girdiğinizde sizi olduğunuz ülkeden farklı bir yerden girmenizi sağlayan bir teknolojidir. Yani İP adı verilen, açılımı “internet protokolü” olan adresinizin değiştirilmesidir. İlla başka bir ülkeden internete girmeniz için değil, başkasının İP adresinden internete girmesini sağlamak gibi bir özelliği vardır. Bu teknoloji batılı istihbarat örgütleri tarafından izlerini kaybettirmek veya şaşırtmak için kullanıma sokulmuş bir teknolojidir. Günümüzde ise örneğin Türkiye’de yasaklanmış olan internet sitelerine başka ülkeler üzerinden giriyor gibi göstererek erişimi sağlamak için yaygın olarak kullanılmaktadır.

VPN tünelleme olarak adlandırılan teknoloji ise sizin cihazınızla VPN sunucusu arasında şifreli bağlantı kurma işlemidir. Böylece VPN’e ulaşmak isteyen sizin sabit İP adresiniz gizlenmekte ve özel bir şifreleme yoluyla bağlantı kurma olanağına sahip olursunuz. 

Şimdi diyeceksiniz ki bu konunun savaş ile ne alakası var? 1990-1991 yıllarında Birinci Körfez Savaşı’nda istediği sonucu elde edemeyen ABD emperyalizmi ve müttefikleri 2003 yılında İkinci Körfez Savaşı’na kadar geçen süre içinde Birinci Körfez Savaşı’nda askeri olarak amaçladığı sonuçlara neden ulaşamadıklarını incelemiş ve bunun bir nedeninin de bilgi akışı konusunda verdikleri açıklar olduğunu tespit etmiştir. Bunun sonucunda da İkinci Körfez Savaşı’nda VPN ve VPN Tünel olarak adlandırılan teknolojileri kullanarak Suudi Arabistan çöllerinde kurdukları askeri karargahlar ile Irak cephesindeki haberleşmeyi ve yine Suudi Arabistan’daki karargahlardan Pentagon arasındaki bilgi alışverişini sağlamışlardır. 

Aynı dönem içinde İkinci Körfez Savaşı’nın ortalarından itibaren VPN tünel teknolojisi ticarileştirilmiş ve bu teknolojinin geliştirilmesi için yapılan yatırımların geri alınması ve de üstüne sürekli kazanç sağlanması amacıyla kapitalist devletlerin, kurumsal şirketlerin ve sivil halkın kullanımına sunulmuştur. Bu teknolojinin ilk müşterileri kapitalist ülkelerin istihbarat örgütleri ve devlet kurumları olurken, onu takiben sivil kurumsal alanda TV istasyonları ve uydu işletmecileri olmuştur. Daha sonra ise sivil halkın kullanımına açılmıştır ve önce internet sağlayıcı kurumlar daha sonra da mobil telefon işletmecisi şirketler tarafından yaygınlaştırılmıştır.

Konuya uç bir örnekten girdik. Ne ki, sivil uçak sanayisinin de tank, zırhlı araç ve roket sanayisinin üreticilerinde de benzer kombinasyonları görürüz. Hepimizin kullandığı Boeing olarak bildiğimiz sivil uçakların üreticisinin arkasındaki asıl güç Lockheed Marten şirketidir. Bunlar işbirliği içinde TSK tarafından da kullanılan C sınıfı nakliye uçakları ile C-5 Galaxy ve C-17 askeri nakliye uçakları Lockheed ve Boeing tarafından üretilmektedir. Erken uyarı Awacs uçakları aslında Boeing 737’dir. Avrupa’nın ürettiği Airbus yolcu uçaklarının üreticileri ile Eurofighter savaş jetlerinin ve TSK envanterinde de bulunan M400 ağır nakliye uçaklarının üreticisi aynıdır. Ticari uçak üretimi ile savaş uçağı üretimlerini finanse etmektedirler. F4, F16, F35 savaş jetlerinin ABD’li üreticisi General Dynamics ise aynı zamanda Falcon iş jetlerini üretmektedir. F serisi savaş jetlerindeki F harfi de Falcon anlamına gelmektedir. 

Türkiye’de Ejder zırhlı araçlarını Çarmıklılara ait Nurol Holding, Akrep zırhlı araçlarını Koç Holding’e ait Otokar, Kirpi mayına dayanıklı zırhlı araçlarını da Tosyalı Holding ve Katar ortaklığına ait olan BMC üretmektedir. TOMA’lar ise yine Nurol Holding ve Katmerciler Holding tarafından üretilmektedir. Kısacası bu savaş araçlarını üreten tüm şirketler aynı zamanda belediye otobüsleri, minibüs gibi her birimizin her gün kullandığı sivil taşıma araçları da üretmektedirler. 

Anlaşılacağı üzere Türkiye’de de durum ABD veya AB ülkelerinde olduğundan farklı değildir. Farklı sermaye grupları devletin teşviki, denetimi ve finansmanı ile askersel alanda da faaliyet göstermektedirler. Bu tür işletmelere askersel-sanayi kompleksleri olarak adlandırıyoruz. Sonuç olarak bu sermaye grupları askersel sanayide güçlerini geliştirmek, yeni üretimler yapabilmek ve sonuçta kazanç elde etmek için barışa değil savaşlara ihtiyaç duyarlar. Örnekler istendiği kadar çoğaltılabilir, bunu sonu olmaz. Ancak bilinmelidir ki sermaye savaşlardan beslenir. Kapitalizm savaş olmazsa yaşayamaz. 

Türkiye 2022 yılında “savunma harcamaları” adı altında savaş harcamalarına 10,6 milyar ABD Doları harcamış. Sanayi ve Teknoloji, MİT ve İçişleri Bakanlıklarının bütçelerinin savaş ile ilgili bölümleri bu rakama eklendiğinde tahminen en az 15-16 milyar dolarlık bir harcama ortaya çıkacaktır. Şimdi Türkiye’nin içinde yuvarlandığı derin ekonomik krizin nedenini daha iyi anlayabiliyoruz. Ve emekçi halk temel besin ve tüketim maddeleri, elektrik, doğal gaz, kira vs zamları altında inim inim inlerken, maaşlara aynı oranlarda zam yapılmaması sorunları nedeniyle yoksulluk ve açlık sınırlarının altında yaşamaya zorlanırken, kapitalist tekeller kazançlarına kazanç katmaktadırlar. 

Kuşkusuz ki kapitalist bir devletten farklı bir politika beklenemez. Türkiye kendi yurttaşı olan Kürtlere karşı savaşmasa bölgede ve dünyanın başka alanlarında savaş ocakları körükleyerek benzer harcamaları yapacak ve kendi kapitalistlerini destekleyecek. Çünkü bu kapitalistler aynı zamanda bu devletin de sahibidirler. Almanya kendi topraklarında savaşmıyor da farklı bir politika mı izliyor? Dün Afganistan’da savaşıyordu, bugün de Ukrayna’da Rusya’ya karşı savaşıyor. Sonuçta kapitalist rejimin doğası gereği savaşlardan besleniyor.

Türkiye toplumunda eksik olan savaşlar ile ekonomi arasındaki doğrudan bağlantıyı görememesidir. Devletin ve iktidarların hamasi milliyetçi söylemlerinin etkisinde kalarak kendisine düşman olan bu sistemi ayakta tutar duruma düşmesi de olayın en acı yanını oluşturuyor. Onun için komünistlere düşen en önemli görevlerden biri, toplumun her alanında, yerellerde ve işletmelerde işçi, emekçi ve yoksullara barış isteminin önemini anlatmaktır. Bu uğurda halkın kendi öz örgütlenmelerini geliştirmelerini desteklemek, onlara öncülük etmektir. Yaşanan günlük ekonomik ve sosyal sorunların ana nedenini ortaya koymaktır. Artı-değer sömürüsünü sürdürmek için kapitalistlerin ve onların devletlerinin savaşlara ihtiyaç duyduğunu kavratmaktır. Onun için de buna karşı, barış mücadelesini toplumun tabanına yaymaktır. Bunu yaparken, sanatçı, aydın ve bilim adamlarının barış mücadelesine katkıları, halkın aydınlatılmasında ve barış bilincinin oluşmasında rol oynaması sağlanmalıdır. Ancak sadece üstten oluşacak barış komiteleri veya demokratik örgütlenmeleri değil, asıl olan tabanda barış girişimlerinin, derneklerinin, meclislerinin oluşumu yaşama geçirilmelidir. Bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün ön günlerinde bu konu tartışılmalı ve 1 Eylül gününün önemi vesilesiyle değerlendirilmelidir.  


Konuyla ilişkili diğer makaleler