Doğada seçim yoktur!

Doğada seçim yoktur!

Depremde yaşadığımız felaketin şoku altında iki aylık dar bir zamana sıkıştırılan başkanlık ve parlamento seçimlerinin az konuşulan konusu ekolojik yıkımın boyutları oldu. Seçimde iktidarın dış ittifakı olan Rusya’nın Akkuyu Nükleer Santrali’ne nükleer yakıt göndermesi de bir avuç nükleer karşıtının tepkisi ile sınırlı bir muhalefet yarattı. Solun, sosyalistlerin seçim pragmatizmi, burjuva ittifakların programlarının emek ve doğa düşmanı karakterinin tartışılmasını ve dolayısıyla kendilerinin bu alandaki görüşlerinin anlatılmasını arka plana atmış oldu. Oysa son 15 yılda yaşananlarla ekoloji gündemi, Kürt sorunu, kadın cinayetleri, Alevilerin talepleri ile birlikte yüksek siyasetin temel gündemlere arasında kendini yer açmıştı. Küresel ve bölgesel ekolojik yıkımın diğer bütün sorunları kesen bir etkisinin olduğunu da düşündüğümüzde seçimlerde ekolojik yıkımın, ekoloji hareketlerinin taleplerinin görünmez olmasının üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü önümüzde tüm Türkiye sathının maden ocağı haline geleceği bir dönem var.

Ekoloji hareketleri seçim öncesinde –kendilerinin yine arka plana atılacağını öngörerek- bir buluşma gerçekleştirerek, ortak bir ses çıkarmaya çalıştılar. Partilerimizin hiç birinin ilgi göstermediği buluşmada bir talepler manzumesi oluşturuldu ve kamuoyu ile paylaşıldı. Konferansta bir de ekoloji hareketlerinin “ortak mutabakat” metninin ilkeleri ilan edildi.  Bolivya, Ekvador, Honduras, Kolombiya, Rojava gibi birçok ülkede yaşam alanlarına sahip çıkan ekoloji hareketlerinin hazırladığı “Toprak Ana Sözleşmesi” gibi ekoloji sözleşmelerinden örnek alarak kendi Ekoloji Sözleşmesi’nin ana ilkelerini belirleyerek tartışmaya açıldı. (Yerel ekoloji örgütlerinin buluşmasının sonuç metnini polenekoloji.org sitesinden okuyabilirsiniz.)

Hakim güçlerin seçim sürecini göçmen, LGBTİ+, Kürt düşmanlığı ile baskıladığı koşullarda bütün bunlar elbette görülmedi. Fakat mevcut hal ve gidişatımızın “küçük Çin” olduğunu hesaba katarak, ekolojik yıkımın ayyuka çıkması karşısında acil yapılması gerekenler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Evet, Batı emperyalizminin Türkiye’ye yeni dönemde biçtiği rol, “küçük Çin”dir. ABD’nin baskısıyla yeniden NATO şemsiyesi altında bloklaşan Batı emperyalizmi kapitalizmin 2008’den beri yaşadığı inişli çıkışlı kaotik haline son vermek, dünya pazarını yeniden dizayn etmek için Rusya ve Çin’e karşı başlattığı savaşta Türkiye’ye, bazı hammadde ve sektörlerde tedarik merkezi olması rolüdür. Bunu hem Cumhur İttifakı’nın hem de Millet İttifakı’nın seçim programlarından görebiliriz. Ayrıca son yıllarda Türkiye ve Kürdistan’ın bütün sathını maden ocağı haline getirecek şekilde yapılan maden ruhsat ihaleleri de biliniyor. Maden Petrol Arama Genel Müdürlüğü (MAPEG) her ay onlarca, yüzlerce maden sahası ihalesi yapıyor. Saray iktidarı bütün yandaşlarına maden şirketi açmalarını salık veriyor. Daha seçim sürecinde MAPEG 701 maden alanının ihalesi için duyuru yaptı. Bunları çoğu da AKP’nin en çok oy aldığı iller olması da manidar.

AKP-MHP faşist ittifakı seçimlerden meşruiyet ve güç devşirmek istiyor. Seçimde alınan oy oranları her ne kadar AKP oylarında erime olduğunu gösterse de, Saray iktidarının Recep Tayyip Erdoğan şahsında seçim başarısını bir moral üstünlüğe çevirmeye çalışılacağı açık. Ekonomi Bakanı Nebati’nin uçağa geç bindiği için tepki gösterilmesine bile “seçimi biz kazandık, sindireceksiniz” demesi, ruh hallerini yansıtıyor. Ellerindeki bütün güce rağmen toplumun yarısını (belki de yarısından fazlasını) boyun eğdiremediklerini biliyorlar, bunun korkusunu yaşıyorlar ve hiçbir fırsat vermeden iktidarın bütün güçlerini teyakkuz halinde baskıya devam ediyorlar. 

Bu seçimden meşruiyet ve güç devşirme girişimlerinin kendini göstereceği alanlardan biri de dere tepe her yeri şantiye, taş ocağı, maden ocağı haline getirmek olacak. Madencilik vb. alanları zaten hukukun işlemediği, işlerin büyük oranda mafya, tarikat, yerel parti teşkilatları vb. ağları ile yürütüldüğü biliniyor. Kimin hangi madeni alacağına bu ağlarla karar veriliyor. Geçtiğimiz dönemde demir çelik sektöründe yaşanan çökme ve yolsuzluklarla ilgili operasyonda gördüğümüz gibi. Ya da Antalya Finike’de Ali ve Ayşin Büyüknohutçu çiftinin maden ocağı şirketlerinin tuttuğu bir kiralık katil tarafından katledilmesinde olduğu gibi. Büyüknohutçuların katledilmelerinin hemen akabinde o günlerin ana yandaş mafya lideri Sedat Peker, belediyenin düzenlediği şenlikte onur konuğu olarak ağırlanmıştı! 

Anadolu, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden itibaren sanayileşme hamlelerine bağlı olarak dalgalar halinde şehirlere göçertildi. Fakat özellikle 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte yürürlüğe sokulan neo-liberal politikalar, küçük köylü tarımının bitirilerek tarımda büyük şirketlerin egemenliğini sağlayarak köy nüfusunun tamamen erimesini sağladı. AKP döneminde bu iyice perçinlendi ve köylerde tarımla uğraşan nüfus oldukça azaldı, köyler boşaldı. Boşalan köyler enerji, maden, turizm şirketlerinin şantiyesi haline getirilirken köyden göçüp metropollerde ya da şehir merkezlerinde toplanan halk da organize sanayi bölgelerinde, inşaatlarda vb. ucuz emek gücü olarak boyunduruk altına alındı. Her türlü kamusal destekten mahrum bırakılan, şirketlerin elinde kurban haline getirilen emekçi köylüler, çiftçiler her şeye rağmen üretmeye devam etmek için meralarını, tarım alanlarını, derelerini, yaylalarını, ormanları şantiyeye çevirmek isteyen şirketlere karşı can havliyle direndi. Soma’dan Artvin’e, Akbelen’den Kazdağları’na, Murat Dağı’ndan Çarşamba ovasına, Fatsa’dan Cudi Dağı’na, her yer yıkım ve direniş mahalli oldu. 

Son yıllarda dağıtılan ve hala dağıtılmaya devam edilen yüzlerce maden ruhsatı, neo-liberal politikalarla yıkıma uğratılan emekçi köylülüğün boşalttığı Anadolu kırsalında maden şirketlerinin talanının ayyuka çıkacağının göstergesi. İktidar ve yandaş şirketler, sandık demokrasisinin istatistikleri ile meşruiyet ve güç devşirmeye çalışarak direniş alanlarına saldırıp, yeni maden alanlarında da direnişin önünü kesmek için elinden geleni yapacaktır. Batı emperyalizminin de tam desteğini alarak “ana ocağı” Türkiye ve Kürdistan’ı, emekçi köylülerden ve göçmenlerden devşirdiği taze işgücü ile “maden ocağı” haline getirmeye çalışacak. Bu doğal olarak varlık yokluk mücadelesidir. Bir avuç şirketin varlığı için milyonlarca doğanın ve onun bir parçası olan emekçinin yok edilmesi mücadelesi. Bu mücadelede seçim yok. Vardık, varız, var olacağız. 

 


Konuyla ilişkili diğer makaleler