Deprem = Sömürü + İhmal + Katliam = Kapitalizm

Deprem = Sömürü + İhmal + Katliam = Kapitalizm

Odadaki beyaz ışık cama vuran bir insan başını yansıtıyor pencereye. Onun yanında başka biri, dal gibi boynu, ince, narin elleriyle kış gecesinin sıcacık çayını sunuyor. Masaya dağınık bırakılmış kitap ve defterlerin arasına usulca bırakıyor bardağı. Bir umut ve gülümsemeyle bakıyor babasının yüzüne. Bakışı çocuk, uysal, tedirgin. Duruşu bir yetişkin gibi dimdik. Gecenin bir demir gibi sert soğuğuna gönderip babasını, masa üzerinde duran derslerine dönecek. Sonra sabahın ışığında işten dönüşünü bekleyecek…

Dışarıda beyaz bir gece. Daha on beşine varmamış bu kız çocuğu evin iki kişilik neşeli kalabalığı… Karın bir zırh gibi kapladığı karanlık bir gece pencereyi zorluyor. İnce parmaklarını okşar gibi kitaplarının arasında gezdiriyor önce. Sonra bir yorgunluk çöküyor bacaklarına. Soğukla kuşatılmış odasının sıcacık yatağına uzanıyor. Kapanıyor gözleri… Tepelerde kelebekler uçuşuyor, bir karanfil kokusu uzun çimenlere yayılıyor. O koşuyor, yorulmadan bıkmadan. Uyanamıyor…

Yerin yedi kat altından gelen bu sesi kim durduracak. Ezilen insanların sesini, çocukların çığlığını kim duyacak… Yıkılan duvarları öptüm bu gece, sabahı gömdüm toz bulutları arasına. Bir rüyadayım ben. Hayal meyal yıkıntılar arasından elime uzanan sıcacık bir el gerçekliğim. Karşılıksız veren, benimle gözyaşı döken… Ay ışığını gördüm incecik bir aralıktan bu gece, yerden yükselen toz bulutlarını. Titreyen donmuş pencereler gördüm, çaresiz koşturan adımları… Umudu gömebilir misin mezarcı, karanfil kokan düzlükleri, yeşile duran çayırları… Bak bir el avuçlarımda. Yanı basımda sessizce içine ağlayan…

Bir baba yıkıntılar arasına çömelmiş… Çınar gölgesi değil burası. Önünden berrak bir su da geçmiyor... Çaresiz insanların koşturması, genzi yakan toz bulutları, yıkılan dağınık binalar; hiçbirini görmüyor. Evlerin önündeki acı çığlıkları da işitmiyor. Sanki sonsuz bir acıyı, ortaklaşan bütün felaketi yüreğine hapsedip meydan okuyor… Bir delikten kızının eline uzanmış eli. Sıcacıktı, damarlarının akışını duyuyordu belki. Sırtında alev bir giysi, gözleri bir kıyamet bakışı. Saatler geçti ılıdı avucundaki el, yine saatler... saatler bir imdat çığlığıyla geçti. Soğudu sonra el, kaskatı kesildi. Gün geçti bırakmadı yıkıntılar arasındaki eli baba. Soğuk bir ölümle anlının ortasında, umudu tükenmeden bekledi öylece. Yaralıydı, kanıyordu şehir, tepeler ağlıyordu… 

Bir gazeteci gördü onu. Belgeledi fotoğraf makinesiyle anı. Gövdesine yağan kar, beton çöküntülerinin arasında çığlık, kahrolası yalnızlık. Kara yürekli gölgeler, baba ve kızın ölüm ve yaşam ilişkisini sansürlediler sonra. Utançlarından mı, yoksa yasın inatçı direngenliğinin korkusundan mı?

***

Gülek boğazı Çukurova’ya açılır. Toroslar’ı yarıp inişe geçince başka bir dünyaya girersiniz sanki. Turunç kokusu, uçsuz bucaksız düzlük ve gövdenizi saran ılık bir esinti. Çukurova iki bölüme ayrılmıştır. Adana’nın yerleşke ve çevresine Yüreğir ovası, Kozan’dan Hatay’a, kuzey ve doğusunda Maraş ve Antep arasındaki düzlük Anavarza ovası diye anılır. Dünyanın en bereketli topraklarıdır bu alan. Osmanlının son zamanları ve Cumhuriyet Türkiye’sinin başlarından itibaren bu bölgenin paylaşımı içerikli çetin mücadeleler verilmiş, kurtuluş savaşının paşaları ve ayrıcalıklı bir avuç kesim verimli arazilere el koymuş, tarımda kapitalizmin geliştirilmesi adına daha da yoksullaşan halk kaderine terk edilmiştir. Belli zaman aralıklarında gözlendiğinde her geçen gün Çukurova’daki değişim pamuk ve buğday vb. tarlalarının daraldığını, tarımla ilişkili olmayan yapılaşmanın artığını kolayca görülebilir. Taş ve maden ocakları doğanın ortasında bir ur gibidir. Yılanlı kalenin eteklerindeki maden çalışması Ceyhan’dan Kadirli’ye kadar birçok tarım arazisini olumsuz noktadan etkilemiştir.

Tarım ve tarıma dayalı sanayinin gelişimi bu bölgeye yoğun bir göçü de hızlandırmıştır. Kürt illeri ve Orta Doğu bölgesinin çekim alanı olması nedeniyle artan nüfus barınma sorununu tetikleyerek, iktidar olan siyasi yapıların eğilimlerine göre ekonomik öncelikler değişmiştir. Tarımın yerine çarpık ve bağımlı sanayi tercihleri bir bakıma değişik sermaye guruplarının çatışma alanı biçimine dönüşse de üretimin ikincil plana itildiği, girdi bakımından büyük oranda dışa bağımlı inşaat sektörü, devlet tarafından destek gören birinci ekonomik öncelik haline dönüştürülmüştür. Bu alanın en önemli özelliği ucuz girdi ve maliyetle kar oranının yüksekliği nedeniyle belli sermaye guruplarının temel yatırımı haline dönüşmesidir. Bu tercih tarım ve tarımsal yatırımları ikincil kılan, üretmeyen ve halkı yoksullaştıran bir uygulamanın sonucu olarak yöresel ekonomik dinamiklere önemli darbe indirmiştir. Sadece son depremi yaşadığımız bölgede değil, Marmara, Ege ve diğer deprem bölgelerinde uygulanan sistemin benzer süreçleri izlediğini belirtmemiz gerek.

Kapitalizm emek sömürüsünü azami noktaya çıkarmak istemiştir. Emekçinin kendi ihtiyaçları için çalışma süresi ve patronun kazancı için çalıştığı süre arasındaki patron lehine dengesizlik, emekçinin ve halkın ihtiyacı olan yaşam gereksinmelerini pazarın emeceği kalitesiz ve en ucuz maliyetle üretmesi sistemin kendi doğasıdır. Ülkemizdeki gelir adaletsizliği emeğiyle geçimini sağlayan kesimin depreme dayanıklı konut edinmesine olanak tanımıyor. Bunun için inşaat sektörü daha çok kar üzerinden biçimlenmesi ve kalitesiz yapılar üretmesini ilk önce sömürü ve eşitsiz sistemin yapısında aramak gerekiyor. Bugün emekçilerin ve orta katmanlarının on, on beş, yirmi yıl geleceğini bloke ederek sunulan bir konutun pazarlama sorununun devlet eliyle uyanıkça çözümüne yönelik bir biçim olduğunu görmek gerek. Yaşanan kriz, ülke nüfusunun yüzde sekseni geleceğini satarak bir konut edinme olanağını da ortadan kaldırdı. Barınma sorununun bir insan hakkı olarak görülmediği, sermayenin insafsız sömürü ve birikim alanına dönüştüğü bir siyasal yapıda, insan yaşamının hiçe sayılacağını ve kaliteli, depreme dayanıklı yapılar üretilemeyeceğini bilince çıkarmak gerek.

***

Maraş depremiyle kentler yok oldu nerdeyse. Ülkenin dörtte birinden acı çığlıklar yükseldi. Kimi öldü, yaralandı. -Bu yazının yazıldığı sırada belki binlerce insanın bedeni hala göçük altında.- Daha depremin ilk saatlerinde dostların koşar adım bölgeye varışları bir can suyu, bir yaşam umuduydu. Demokratik kurumlar kısa sürede güçleri oranında organize oldular. Acil ihtiyaçlar yetiştirilmeye çalışıldı. İlk önce göçüklerin imdadına, kurtarılanların güler yüzleri eklendi. Biri, biri daha, sonra onlarcası. Bir seferberlik başladı ülkede. Emekçiler, gençler, sağlıkçılar, aydınlar kendi öz koordinasyonlarını oluşturdu kanayan yaraya derman olmak için. Kol kola girerek yürüdüler acının üstüne. Kolektif fikirler bir göz kırpması gibi çabucak oluştu. Düşünce, hareketteki çeviklik karanlık yüzleri can sıkan bir panik havasına soktu… Üç gün sonra sesleri duyulabildi ancak. Önce deprem yardımlarının ulaşımını engelleme girişimleri oldu. Sonra on yıllardır halkın emeğinden alınan deprem keseneklerini çarçur eden iradeye bağlamak istediler deprem yardımlarını. “Kaderin içinde bunlar var” diye açıklamalar yaptılar.  Depremi kadere havale ederek sıyrılmak istediler suçlarından. Şimdi üç beş yapsatçı üzerinden suçlarını gizlemeye çalışıyorlar. Üzerine yapı inşa edilen arsaları kim neye göre üretti, imar iznini kim verdi, kim denetledi, yapı ruhsatlarını veren kim ve tüm bu alanlara ilişkin yasal düzenlemeleri kim yaptı… Tüm bunları ve sistemi sorgulayacak irade oluşmadan bu yıkıntı ve katliamın hesabı sorulamaz.

***

Depremin verdiği yıkıntı, can kaybı ve açılan yaralar kapitalizmin vahşi sömürü sisteminin sonucudur. Bu sömürü düzeni sürdükçe böylesi sorunlar yaşanacak. Bu koşullarda da yapılacaklar olmalı denilebilir. Elbette yapılacaklar olmalıdır. Yaşanılan birimlerde halkların sorunlarına duyarlı hale gelmesi, denetleyen ve baskı unsuru olabilecek örgütlenmeler, Meclisler oluşturması kapitalist talanı sınırlayabilir ve giderek bütün ülke genelinde birleşik bir güç haline dönüşerek kapitalist sömürü ve yıkımı ortadan kaldırabilir. Ülkemizde yaşanan geçmiş depremlerin yaralarını büyük oranda emekçiler güçlü bir dayanışmayla kendi öz güçleriyle aştı. Van’da, İzmir’de, Marmara depreminde sistemin bütün engellemelerine rağmen bunu başardı… Tarım alanlarının daraltılması, betona dönüştürülmesi, zeytin alanlarının ranta ve maden alanlarına açılması. Yaşam alanlarında sermayeye yeni olanaklar sağlama zihniyetiyle nefes alınamayan, denetlenmeyen dikey yapılaşmanın özendirilmesi önlenemez değil. Birçok alanda ekolojik duyarlılık gün geçtikçe halkların geniş kesiminde karşılık buluyor.  Bu süreçlerin gündelik bütün sorunlarda yan yana gelecek bir örgütlenme biçimine dönüşmesi, içinde bulunulan durumdan tek çıkış yoludur. Daha depremin ilk saatlerinde halkların oluşturduğu kriz koordinasyonları ve bu zeminden yapılan çalışmalar kolektif bilinç ve pratiğin önemini ortaya koydu. Bu iradeyi çoğaltmak, büyütmek Kapitalist yıkım ve talandan kurtulmanın tek yoludur.

***

Deprem göçüklerinin karanlık diplerinde sesler de, ışıklar da susar. Haykırsan, çığlık atsan yine de yüreklerde kanayan o sessizliği ulaşamazsın.  Sessizlik orada acıların yapayalnız haykırışıdır... Bir tek dayanışma iletişim kurar sessizlikle. Viranlık ve acı üzerinde çoğalan onurdur dayanışma. Günler sonra çoğalan ”tekbir” sesleri, kalabalık engelleyici gürültüler işlevini yitirir, hiçbir suçu örtemez olur artık. Yıkılmış sokak başlarında kurulan koordinasyonlar engelleme ve çıkarılan sorunlara inat sessizlikle bağ kuran tek seçenektir…

Geleceklerini tüketmişti insanlar. Peşin ödeme yaptılar bir miktar, sonrası on beş yıllık emeğini sattılar… Üstlerine yıkıldı… Sermaye denilen düzen semirerek öldürür insanı, sakat bırakır, geleceksiz kılar… Ağız dolusu yalan söylüyor suçlular. Düzelteceğiz bir yılda diyor. Suçlular diyor bunu, ellerinde kanlı bir şırınga ile burjuva düzeninin kan emicileri… Güneş uzakta değil. Görünmese de orada. Onun varlığı rüzgârın ılık esişinden, dayanışma denilen gücün göğü kuşatan renginden belli. 

Yol çetin, zor günler var ileride. Toprak sert, büyük zorbanın hakaret içeren sözleri ve el kol hareketlerine aldırmadan dirençle yürümek gerek. Deprem koordinasyonlarını kalıcı bir Meclis örgütlenmesine dönüştürerek uzanmalı güneşe. Kararlı bir inançla ilerleyen insanlık, dirençle yırtıp atmalı karanlığı. Sömürüyü tarihin karanlık sayfalarında bırakmalı, dillerinden ve renklerinden dolayı ayrımcılığa uğramayı unutmalı. Güneşli, bahar kokan yeşil bir çayır üzerinde sürmeli yaşam… Geçmişe dair, bir babanın elinde yıkıntılar arasından ölmüş kızının sevgiyi çoğaltan eli kalmalı…


Konuyla ilişkili diğer makaleler