1 MAYIS MÜCADELE, MÜCADELE 1 MAYIS…
2019 1 Mayıs’ında on yıllardır biriken sorunların hala gündem olması, işçi sınıfının mücadelesinin zorlu, ısrarlı ve uzun soluklu olması gerektiğinin de göstergesi. Yerel seçim sonuçları demokrasi güçlerinin birlikçi tavrının, başarmanın önemli koşulu olduğunu ortaya koydu.
Geniş halk kesimlerinde diktatörlüğün geriletileceği moral motivasyonuyla yeni mücadele olanakları sağlayabilecek bu durum, demokrasi mücadelesinin bütün bileşenleriyle gelecekte de birlikte davranmanın zorunluluğunu gösteriyor.
İşçi sınıfının mücadele olanaklarının bütün baskı yöntemleriyle önünün kesilmeye çalışıldığı koşullarda ufacıkta olsa kazanımların demokrasi güçlerine alan açma yönünde değerlendirilmesi, egemenlerin sürekli ve yeni saldırılarına karşı duruşu büyütecek-boyutlandıracaktır… Çalışanların kıdem tazminatlarının sermayeye peşkeş çekme girişimleri, taşeronlaşma, işsizlik, örgütlenme vb. konulara ilişkin mücadele, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak diğer toplumsal kesitlerin yakıcı sorunlarını da kapsamalı. Bugün hukuksal dayanaktan yoksun seçilmiş Kürt siyasetçinin, tutuklu ve mahkumların cezaevlerinde taleplerine ses vermek, ölüm sınırında tecride ve cezaevi koşullarına karşı açlık grevlerinde olanların bir katliama dönüşebilecek durumlarının genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak sahiplenmek, birlikçi ve kitlesel mücadelenin taşını döşeyecek olmazsa olmazıdır.
Çocukları ve yakınlarının adım adım ölüme gittiğini kabullenmeyen analar ve eşlerin cezaevi önündeki isyanını aşağılayıcı bir tavırla baskılayan güvenlik güçlerinin en basit insani tavırdan yoksun davranışları, 12 Eylül faşist diktatörlüğün geldiği koşulları net bir şekilde gösteriyor. Dünya ve ülkemizde 1 Mayıs’ların tarihi baskı ve mücadelenin tarihidir de aynı zamanda. Gazetemiz önceki sayılarında daha önce yayınladığımız “1 Mayıs Mücadele, Mücadele 1 Mayıs.” Yazısı güncelliğini yitirmediğini düşünerek tekrar hatırlatma gereği duydum. 1 Mayıs 2019, İşçi sınıfı ve halkların birlik, mücadele ve dayanışma yönünde yeni ufuklar açsın…
***
12 Eylül 1980 sonrası kapitalizmin gelişimine paralelle ülkemiz ekonomik-siyasal yapısındaki değişim, toplumun bütün kesimlerini derinden etkileyecek, bunun sınıf savaşımına yansıyışı da koşuluna uyan biçimleri üretmeyi zorunlu kılacaktı.
Kapitalist mülkiyetin her alanda diktatoryal hâkimiyeti karşısında, işçi sınıfının bilimsel bakışın temel ilkeleri üzerinden doğrudan savaşımı içeren bir hat oluşturmada eksiklik ve zaaflar; emperyal burjuvazinin ideologları ve siyasal önderleri üzerinden, devrim fikrini dışlayan, reformları öne çıkarıcı düşünüş şekillerini sınıf hareketine şırınga etmenin fırsatını da yarattı. Sosyalist sistemin yıkılışıyla daha da görünür hal alan bu durum, işçi sınıfının burjuva rejimlerini devrim yoluyla alaşağı etme yazgısı, burjuva yönetimlerini sürdürme amaçlı; sınıfı yok sayan, zayıflatan-bölen bir sonuç doğuracak şekilde yeniden işlendi.
Aslında emperyalist burjuvazinin hiç de yeni olmayan bu taktiği, komünist ideolojinin atılımı yönünde mücadele koşullarını da oluşturuyor. Bir yandan işçi sınıfı biliminin temel prensipleri üzerinden günümüz koşullarını anlama, açıklama ve hat çizme ihtiyacı geliştirici yönüyle dogmatizmi dışlarken, öbür yandan koşulların değişimi gerekçesiyle bilimin temel ilkelerini yok sayan reformist-fırsatçı, postmodernist sızmaların arka planını gösterme olanağı da sunuyor.
Ülkemiz sınıf mücadelesinin 1980’den bu güne kadarki aralığının böylesi bir karşıtlık üzerinden irdelenmesi, günümüz pratik hatta yaşanan olumsuzlukları anlamada yol gösterici olabilir. Yaygın bir şekilde “bunlarla, bu koşullarda bir şey olmaz” v.b geri çekilme üzerinden oluşturulan sınıfa güvensizlik sistemli bir burjuva yanıltması olduğunu ortaya koyabilmek için; ekonomik ve siyasal durumda görülen değişimin kaçınılmaz sonucu olarak olanak bulabilen reformcu-pasifist söyleme karşı ilkesel net bir çizgiyi oluşturma savaşımını da güncel kılıyor.
Ülkemizde otuz beş yılı aşkın geçmişinden 1 Mayıs 2018 tarihine kadar yaşanan süreç ideolojik kırılmalara rağmen, sınıf savaşımının gerçek bilimsel zeminine oturtulması yönünde çetin, zorlu bir uğraş verildiğinin tarihidir de. Kişi, çeşitli toplumsal yapıların ve siyasal oluşumların davranış biçimleri, böylesi sürecin etkisiyle oluşan alışkınlıkların refleksidir aynı zamanda… Günümüz ve bu döneme ilişkin bazen soyut, bazen genelleme içeren anlatımlar bu zemin üzerinden değerlendirildiğinde daha anlaşılır olacaktır…
***
Gecenin en ıssız yerinde çalındı kapılar. Karanlık dehlizlerde paramparça bir ölüm acısı. Eylül’ün soğuk yüzü önceden sezilmişti. Kapılara kırarcasına dayandılar… Kimi önceden konmuştu ormanın çam kovuklarına… Gizemli düşleri ürkek bir dal çıtırtısı gecede. Yaşama ilişkin ışıltılı tasarımların masala yüklediği sonsuz bir düş gücü. Sevdikleri rehin bırakılmış geride, adımlarına asılı duran yaralı bir kuş…
Karanlık düş gücü, düşün gerçekliği arayan en kara ucu… Şehrin karanlık örtüsü kalkmıştı. Güneş tepelere gösterdi yüzünü. Buna rağmen yeni iş gününe doğru bir kıpırtı yoktu. Sabahın serinliği güneşin ısısıyla dönüşmüş, topraktan yükselen buğu damların üzerine ince bir sis örtüsü yaymıştı. Siren sesleri, hoparlörden yükselen ikazlar ve askerlerin koşuşturmasından başka yaşamıyordu sanki şehir. Evlerin pencereleri korkulu bir bekleyişle gözlüyor sokakları. Alınıp belirsiz bir yolculuğa götürülen yerden acı çığlıklar yükseliyordu. Her gidiş dönüşü umutsuz bir yol.. Yollar, caddeler, fabrikalar ıp ıssız. Kime seslensen umutsuz bir imdat…
Çoktular… Farklı yönlere bakan ayçiçekleri gibi çok, rüzgârda devinmeyen buğday tarlaları gibiydiler. Uzanmadı birbirlerine elleri çoğalmak için. “Herkes” kendi güneşini beklerken uğradılar saldırıya. Ama güneş tekti… Elini uzattı kimi, gücü yetmedi, dizinin bağı çözüldü… Güneş isli buğular bırakarak düştü tepenin ardına… Güneşe tutunamadılar, karanlıkta kaldılar. Gecede bir ışık bulma umuduyla, dağılmış ince parıltılar aradılar…
Karanlık uçsuz bucaksızdır. Kıyısız bitimsiz bir yolculuk gibi. Birden bir fısıltı duyarsın, ürperten bir sezi. Sonra rüzgara bırakmak istersin gövdeni, geniş düzlüklere ve sonsuz ışıklara savursun diye. Kapkara gecenin ölümcül belirsizliği içinde umuttur artık gideceğin yer… Uzaktan bir ses yükselir… Kalabalıklaşır sonra… İçini yakan korku, teslim olduğun umut derin bir iç çekişle bir gömütten çıkar gibi güneşin ışıltılı gerçekliğine dönüşür. Bulduğun küçücük ışık huzmesiyle bir dosta ulaşmak istersin, bir sevdaya…
***
Karanlık ve yalnızlık, ama hep bir yerlerde umut. Uzatırsın kollarını…
Şehir dışında bir kulübe. Güneş üstümüze doğdu. Olup biteni tam olarak kavrayamıyoruz henüz. Radyo getirecek bir dost, dinleyip dağılacağız. Açılış saatini bekledik… Yok. Güneşin ısısıyla gevşedik ki… Faşizm dedi biri… Generallerin ellerine ‘beyaz eldiven’ giydirmeye çalışan dostların! rüzgarıyla dağıldı birçoğu; yitti… Zurnanın hangi sırasında olduğunun önemi yok. “Karıncalanma ayağım, gidiyoruz işte” dedik, koyulduk yola. Geçmişin kredisiyle ‘güz gözlü, dul bakışlı’ yüreklere aşk şarkıları söyleyenleri bırakıp geriye.
Ölüm sessizce, içten içe. Kimi emniyetin esrarlı penceresinden, gözlerindeki direnci yitirmeden, devrim için yaşayan ve ölürken, beton zeminde kan sızan gözleriyle ışıklı yollar arıyordu… Ateş bir yanıp bir sönüyordu…
O yıl buzdan bir taştı sanki kış. Dere yatağında uyur gibi tedirgin geceler. Zorlu bir yaşam, ama yürekler sapa sağlam… Bahar öfkeli ve acımasız geldi. İhtiyatlı davranın diyordu ’salkım söğüt’. ‘Fener Operasyonu’ denilen bir sürek avı. Av giysileri giydirilmiş uşaklar, sinsi tuzaklarına düşürdüklerini kanlı hücrelerin beton duvarlarında sınıyor. Değişik şeyler oluyor orada, duvarlara bir şeyler çiziliyor. Ateş bir yanıp bir sönüyordu… Ve sonraları yaşamı sönüp giderken kimsesizler mezarlığına, coşkun ırmaklar gibi akan bir direnç bırakıp; Denize, denize ulaşıp sonra sevgiler kentine adını yıldızlı harflerle yazdıran… Orada, duvarlara bir şeyler çiziliyor. Ateş bir yanıp bir sönüyordu…
***
Mayıs’ı karşılıyordu bir avuç insan. Ufak bir apartman dairesi… Topu topu beş kişi. Yumruklar sıkılı…
“Eğer asılırsam cani olduğum için değil, emekçi olduğum için asılacağım” sesi yankılandı odanın içinde. A. Parsons’un mektubunu okuyordu biri.
“Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor. Bir daha karşılaşmayacağız sevgili çocuklarım. Gurur duyun babanızla. Deyin ki, haklıydı ve gitti.” Amerikan işçi sınıfının dört önderi idama giderken sevdikleri için ölmekle gösterdiler sevgilerini.
Onlar hayattan nefret etmediler. Ölüme giderken bile, özgürlük ve mutluluk uğruna boyun eğmediler cellatlarına. “Ne kadar da benziyor orada yaşananlar Taksim’e” dedi okuyucu.
Gökyüzü apaydınlık, meydan bir çiçek kalabalığı. İşçi bağırdı en önden. Çorak toprağı delen bir saban ucu gibi yürüdü ardından köylü. Ve ürkek, kimi zaman kararlı adımlarla diğerleri. 1 Mayıs’ın aydınlık geniş ufku en kızıl rengiyle kaplamıştı meydanı. Düşman sadece kalabalıktan değil, nitelikten korkar dedi mektubu okuyan… Karanlık pencereler boşlukta asılı hayalet gibiydiler. Sonra bir silah sesi, ardından yüzlercesi. Kanlı meydanın ortasında korkusuz yiğitler ses oldular, sahici silahlara karşı bedenleriyle, yumruklarıyla savaştılar. Kan aktı 1977’de Taksim’de dedi okuyucu. Tıpkı Amerika’daki gibi. Yıllar geçti ardından, düşman aynı düşman, bizse yeni baştan…
***
Değişik şeyler oluyor orada, hücre duvarlarına bir şeyler çiziliyor. Ateş bir yanıp bir sönüyor.
Gürültü ve yıkım vardı dışarıda. Orada, tam can alıcı yerde. Çark dönmüyor, dişliler kırılıyor bir bir. Değişim ve yenilenme adına kendini yok ediyordu makina.
12 Eylül, küreselleşme, likidasyonun tozu dumanı arasında yitip gidiyor insanlar. Kökünü besleyemiyor özsuyu koca çınarın. Dökülüyor yaprakları bir bir. Bir asit yağmuru gibi saldırılar. Zaaflı alanları biliyor düşman. Liberalizm, milliyetçilik tortularıyla hedef şaşırtıyor. Özgürlük ve demokrasi masallarıyla sisteminin içine tuzaklar kuruyor. Terör ve baskı ortamlarında yılgınlık gösterenler, geçici yenilgi dönemlerinde gemiyi terk edenler, yalanlarıyla besliyorlar bu masalı. Kimi düşmanın dilini kullanıyor doğrudan…
Sesleri çıkmayan çoktu. Okulunu bitiremeden, kalifiye olamadan işkence gördüler, zindanlarda yattılar, sürgüne gittiler. Puslu bir ay ışığında kör bir kuyuydu her şey… Çekingen utangaç bir suskunlukla gözlediler. Bir gün yatağını çoğaltan bir damla olacağı umuduyla içlerinde biriktirdiler gözyaşlarını… Yeniden yaşama tutunma çabasıyla ufacık bir coşkunun peşine takıldılar bazen… Kimi bir çuval inciri berbat etti. Kimi yanlış giden bir şeyler olduğunu sezinledi. Kinlerini haykıracak bir yol bulamayınca içlerine aktılar sessizce…
Derinde birikti onlar. Şimdi akmanın zamanıdır, el verin, çoğalın… Yitmeyelim bir yaz yağmuru gibi toprakta diyerek, o serin, o suskun, o gözleri kör eden sisin ortasına bir ışık gibi yağdılar yeniden…
Dokunursun renklere, anlarsın ışıkların solduğunu… Dokunmalı dersin yeniden renklere, sessizliğine kalabalığın. Uzayıp giden sonsuzluğun duru ve bulutsuz açıklığına gülüşünü çizmek istersin göğün… Zor günlerdi onlar. Gözleri kapkara bir bulut, beyin kör… Bir çam ormanı başımın üstünde gerçeklik. Dalıp ormanın içine yeniden, kollarımı uzatıp bir oluk gibi fışkıran filize. Artık dupduru bir ses güneş. Ekmeğin, ateşin, kör bakışın umudu uçarak gelen tepelerden.
Düşman aynı düşman, bizse yeni baştan….
***
İşe yetişmeye çalışıyor kalabalıklar. Uykulu gözlerle beton yollardan geçip, fabrikaların dev duvarları arasında kayboluyorlar. Gökyüzünün lekesiz, masmavi yüzü Mayıs’a çağırıyor onları. ‘Metal Fırtınası’ denilen süreçten yeni geçtiler. Bir zafer mi, yenilgi mi yoksa yaşanan. Sanki hiç sokağa çıkılmamış gibi ses yok dışarıda… Halbuki ben hepsini ayrımsız sevmiştim dedi biri. İşyerinin zorlu çarkları arasında bulmuştum onu. Onlarda beni sevmişti. Savaşın sürdüğü günlerde rüzgarlı yollarda birliktik… Bir şey oldu birden, sesimiz kısıldı. Şaşaalı ‘büro’ların parlak afişleri uzak kaldı bize. Böyle oldu tamı tamına. Ne yapmalı?.. Ellerimiz aynı kola veriyor gücünü makinenin başında. Uzatsak elimizi diğerlerine, bütün işyerine. Hoyrat rüzgarlara, kuraklığa, soğuğa, sessizliğe çığlık çığlığa hep birlikte. Varsak süslü büroların kapısına; değiştirsek…
Gece yarıları evler basılıyordu. Şimdi şehri düşman bellediler. Bölgeyi, türküleri, dilleri düşman bellediler… Çitleri, yolları, evleri yıktıktan sora, utangaç kızların bedenini yaktıktan sonra, bulutları gömdükten, mezarları ateşe verdikten sonra ve bir sabah alacasında şehirleri yıktıktan sonra, her geçen gün çürümüş kabuklarına kolayca kılıf geçirme olanağı bulduktan sonra, ve bu çürümüş pislik yığınlarını süpürüp atacak çareleri yaratamadıktan sonra, ve tüm bu olanları duymadıktan sonra;.. Yeşil kentin bu dev fabrika denizinin içinden bir yay gibi gökyüzüne renk, bir ışık kemeri olabilir miyim?
Denizin usulca yaladığı dalgaları seyrederek gidiyoruz kıyı boyunca. Satıcıların közde pişirdikleri mısır ve kestane kokularının iç gıcıklayıcı çekiciliğine direnerek yürüdük. Demirhane ve kapalı pazar yerinin 1 Mayıs afişleriyle donatılmış duvarlarına bakarak, yıllarca ilçemizdeki 1 Mayıs geleneğini yaşatmanın öneminden konuşuyoruz. Yarım asrı geçen öyküsünü biliyorduk burasının. Birkaç yüz metre ötede denizin yumuşak esintisine, hoyrat olmayan dalgaların kıyıya çarpışıyla oluşan sese yabancı değildik. Bütün ilçe halkının desteğini alarak fabrika önü, ve denizden kayıklarla desteklenen şanlı bir direniş tarihi vardı. “ Ne günlerdi onlar” diyor biri… Bürodakiler çok çalışıyordu o zaman. Her bölümde bilinçli işçilerin birimi ve kararlar bütün işçilerin katılımıyla alınıyordu. Emeğin çıkarları farklı düşünüşlere rağmen kavranmıştı. Bu ortaklaşma üzerinden ülke yeniden biçimleniyor, kafalar aydınlanıyordu.
Fabrika önüne ulaştığımızda kapıdaki işçiler karşıladı bizi. Sonra’ büro’ temsilcileri geldi. İlçedeki 1 Mayıs etkinlikleri üzerine konuşuldu. İşyeri, mahallelerden meydana, oradan da il’e katılma düşüncesi anlatıldı. Çekincelerinden söz ettiler. OHAL koşulları ve “ülkeyi bölmek” isteyenlerden… Kurum temsilcilerinin toplantı günü tespit edildi; ayrıldık.
Toplantıda benzer tavırlar sürdü. Ülke gündemi gerekçesiyle 1 Mayıs etkinliklerini kısa tutma görüşünü savunuyorlardı. İl temsilcileriyle görüşüldü. Yerelde hiçbir etkinliğe katılmadan il’e gideceklerini kesinleştirdiler. Buna rağmen bir avuç insan Mütareke meydanında toplandı 1 Mayıs’ta. Oradan iskele meydanına. Yürüyüşe katılmayan, buna rağmen son toplanma yerine gelenler utangaç duruşlarıyla karşıladılar gelenleri. Konuşma, sloganlar, marşlarla şenlik yerine döndü İskele Meydanı. Oradan İl’e yolculuk…
İl’de toplanma yeri ile, miting meydanı arası kısa tutulmuştu.. Heyecan ve coşku katılımın azlığına rağmen doruktaydı. Günün içeriğine uymayan manzaralar da vardı. Dev Türk bayrağıyla yürüyen kimi işçiler, boyunlarına taktıkları bayrak florlarıyla, öfkelerini kapkara düşmanları yerine, etnik temel üzerinden dillendiriyorlardı. Uyarılara rağmen kürsü önünde de sürdü bu durum. Gerilimli bir anın ardından korsanların hançerlerini kendi elleriyle çevirip göğsüne, ayrıldılar alandan.
Yeşile ilişkin türküler yakıldı bu kent için. Yazın sıcağı ulu çam fısıltılarıyla serinledi. Yıllar geçip sisli ve bataklık ovaya yayılınca kent, güneşin ılık apaydınlık dokunuşu kalmadı. Artık sabahın erken saatlerinde dilsiz, daracık servis camından zoraki gülümseyişleriyle hayal bile edemiyorlardı tepelerde türkü söyleyen cırcır böceklerini. Bir gün ala şafakta fabrika duvarları arasından çoğalan insanlar, umudun boy verdiği günebakanlar gibi aynı yöne dönünce, gülümseyen kızıl pırıltıları saçacaklar…