Hangi düzeydeyiz?
“Biz hayatın neresindeyiz, bazı insanlar neresinde?” diye sormadan edemiyor insan. Kuyunun dibinden sırt sırta verip yukarıya gün ışığına çıkalım istiyoruz, yok illa paçamızdan tutup, yeniden kuyunun dibine indirmeye çalışıyorlar. Zihnen de insan mutsuz oluyor, bu tür yaklaşımlar karşısında. Onca söyleşiler, etkinlikler, yazılı ya da görsel kaynaklar var, hiç mi nasiplenmez insan?
“Buhar olma noktasındayız, yüz derecedeyiz!” diye düşünürken siz, sizi “0 derece”den bir muhabbete davet etmek gibi bir şey bu. Avukat olarak birçok müvekkille yaşadığımız bir durumdur; tüm okul ve mesleki bilgilerinizi anlatmanızı isterler.
Ama insanın gönüllü düşünce sohbetlerinde de böyle bir sisifos cezasına mahkum olmak[1], zor bir durum. Örneğin “Kürtler kendilerinin Kürt olduğunu sanıyor!”muş, aslında öyle değillermiş, onlar Türkmüş. Peki, Türkler kendilerini neden Türk sanmıyor da, tersi öyle oluyor? Bu tür yaklaşımlar bumerang gibidir. Kendi kendini yok eder. Öznel bir yaklaşım ile "sanmak", “inanmak”, zaten sözün kendisi söylüyor, maddi gerçekliği yok ve öyle varsayıyor, bilimdışı.
Milliyetçiliğin kapitalist ulus devlet anlayışının bir ürünü olduğunu, bir proje olduğunu bilse, böyle düşünür müydü? “Bilimsel” yaklaşımdan tamamen uzak bir düşünce tarzında, nereye varabiliriz? İnternet imkanlarından da yararlanmamakta ayak direyen insan tipi ile bundan yararlananlar arasında ciddi bir farklılık oluşuyor. İki ayrı insan çıkıyor sanki. Bunu insanlar arasında bir ayrım yapmak için söylemiyorum ama, zihni faaliyet yönünden geri olanlarla, bir arada bulunmak, sizi de geriletiyor, zihin dünyanızı olumsuz etkiliyor.
Kirpi yöntemi
Bir başka örnek, insanları "hain" olarak yaftalamak o kadar kolay ki. Ne gibi bir ölçü aletimiz var elimizde? Bunlar artık bilinen klasik ve fakat çok geri suçlayıcı (kriminal) yaklaşımlar. İnsanın içinde bulunduğu toplumda, entelektüel beklentimiz, yerlere yığılıp kalıyor. Başı dönüyor insanın. İçsek bu kadar kafamız dönmez. Ama döndürüyorlar.
Peki ya, “terörist” yaftasına ne dersiniz? Ülkenin en üst temsil düzeyindeki kişisi böylesine toplumunu, insanını yaftalayabiliyor ve düşünceyi suç ve suçun delili olarak değerlendirilmesi için mahkemelere hariçten talimat veriyor. Hoş mahkemeler okuduğumuz kitapları dahi suç ve suçun delili olarak görmeye devam ediyorlar hala. Bilse yapar mı? Hayır, biliyor ve yapıyor. İnsanın bilincinde oluşturduğu vicdanı acımasız.[2] Neden? Çünkü insan iki yüzlü, çifte standart bir ahlak anlayışına sahip.
Yoğunlukla Müslüman kültürle yetişen insanlar olduğumuz için, etkili anlatım sağlamak için, bu konuda Kur’an’dan, Hud Suresi’nin 9[3], 10[4] ve 11[5]. ayetlerini örnek veririm.
Böyle durumda ne yapmalı, “geçip gitme”li ya da “kirpi yöntemi” uygulanmalı. [6]
Deniliyor ki, hayatınızda kredisi olmayanlar için, doğrudan “geç git” yöntemini uygulamak, yani uzaklaşmak gerekir. Özellikle ömrünüzün son demlerindeyseniz, bunu uygulamanız kolaylaşıyor. Kredisi yüksek olanlarınızla ise, “birbirimize zarar vermeyecek kadar yakın, üşümeyecek kadar uzak” olmayı öğrenmek zorundayız.
İyilik de kötülük de aynı bedende mevcut.[7] Hangi yan öne çıkarılırsa bir öyle bir böyle tanım koyuyoruz. Egoist, bencil, kibirli insanların genel toplum ahlakına dair bekçiliğinin resmine göre “kötüler”; paylaşan, mütevazi iyi insanların genel toplum ahlakına dair tutumunun resmine göre de “iyiler” hakim olabilirler.
Yengeç sepeti sendromu
Tek bir yengecin sepetten çıkıp kaçabileceği, ama birden fazla yengeç sepetin içindeyse, kaçma imkanlarının olmayacağı, çünkü birbirlerinin kaçmalarını önledikleri gözlemlenmiş. Buna da yengeç sepeti sendromu[8] denilmiş.
Örgütlenmelerde izliyoruz. Örgütlenme değil, öğütme makinesine dönüşüyor. Yönetici, yönetici olmayan, hizmet eden, yetkiyi alınca despotluğun uyanıp şahlanışı ne gibi bir psikolojiye karşılık geliyor? Basit bir kolaylaştırıcılık dahi insana iktidar erkini eline geçirme duygusu veriyor. Sözü yasaklayarak, görevini yaptığını sanıyor.
Bunlar basit sorular ama çözümlememiz gereken sorular. Meseleye salt makro ekonomik yorumla yaklaşmak artık yeterli değil.
İslam tasavvufunda, 4 kattan söz ediliyor: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat katları. İnsan zihni ve davranışlarına uyarlarsak bu katları, yakın çevremizdeki insanları daha iyi değerlendirebiliriz. Şeriat katındaki insan tipinden, sadece kendi menfaatleri, duyusal ihtiyaçları için hareket eden, herhangi bir insandan söz ediliyor. Herhangi bir hayvan ya da birlikte yaşadığınız köpeğiniz ile bu düzeydeki insan arasında fark yoktur. -Bu arada bütün canlılar eşittir.- Bu tip insanlar, kendi dışında ancak sahibinin menfaati için zoraki bir duyarlılık gösterebilirler. Tarikat katındaki insan, başka insan ya da canlılar için de bir şeyler yapma gayreti vardır. Elleriyle bir şey yapamasa da diliyle, onu da yapamaz ise zihnen bir şeyler yapma çabası içinde olan insanları ifade eder. Ancak bu insanlar örgütsüzdürler. Marifet katındaki insan, kendisinin ve başkalarının, başka bütün canlıların da içinde olduğu dünya tasavvurunu örgütlü olarak düşünür ve öyle hareket eder. Örgütlü insanı marifet katındaki insan tipine benzetebiliriz. Hakikat katında ise, kendini aşan, başka insan ya da canlılar için örgütlü davranan ve artık bütün bunların ötesinde, kibrini de yenmiş, kendisini bir nefer, hizmetkâr olarak görme, üzerine düşen ne varsa onu yapmaya hazır olan ideal bir insan tipi söz konusudur. Böyle bir insan ya dünya nimetleriyle işini halletmiş ya da kendisini bunlardan arındırmış insandır. Bu arınma salt ekonomik değil, ruhsal bir arınmadır da. Yani milletvekili ya da belediye başkanı olmayı ulaşılması gereken bir kariyer değil, siyasi bir hizmet olarak algılayan insan tipini kastediyorum.
Paran oldu mu?
Umut filminin[9] bir sahnesinde, Yılmaz Güney ile at arabası üzerindeki sohbetinde Tuncel Kurtiz; “Paran oldu mu, her şeyi yaparsın. Yemek yersin, sigara içersin. Şarabın iyisini içersin. Paran oldu mu yatağın en güzelinde yatarsın.” diyor. Fakirin umudu, hayali bu kadar. Oysa paran olursa, her şeyi yapamazsın, yemek yiyemezsin, sigara içemezsin, en güzel yatakta sen yatamazsın. En güzel aşkları sen yaşayamazsın. Paran oldu mu daha bir tüketirsin, sermayedarsan daha çok mal alırsın, ama sen hala “zavallı” kalabilirsin. Bu sistemde paran oldu mu, daha çok paraya ihtiyaç duyarsın. Arayışın daha çok mal, daha çok para olunca, mutlu bir insan olamazsın. O nedenle bundan dönmeli insan. Çünkü bu bir uçurum kenarında dolaşmak gibi bir şey.
Var mı başını sokacağın bir evin, bir araban, yapabileceğin bir işin, tok mu karnın, pek mi sırtın, sağlıklı mısın? Ha bir de yanında eşin, sevgilin, evlatların. En huzurlu, bahtiyar sensin. Sağlıklı ve huzurlu isen, zihnen doğru bir düşüncenin insanı isen bunları yapabilirsin, gerisi yalan. İşte herkesin böyle bir hayatı olması için çaba sarfediyoruz. Tek başımıza bunlara sahip olabiliriz belki ama, sokakta yatan, yol kenarında bir şeyler satarak geçim sağlamaya çalışan, eşit imkanlardan yararlanamayan insanların varlığı ortada durdukça, vicdanlı insanlar huzurlu olamazlar. Daha somut söyleyelim, herkes özgür ve mutlu olmadıkça, diğerleri daima tehlike ve korku içinde olacaklardır. Üretim araçları ile yeryüzünün tüm kaynaklarını ortaklaştıracak, sınıf ayrıcalığını ortadan kaldıracak, demokratik bir aygıtın yardımıyla, emeği ile geçinen insanların hayatını ekolojik bir perspektifle oluşturmak gibi bir misyonun peşinden gidiyoruz.
1848’lerden bugünlere çok deneyim yaşandı. Yapmamız gereken, -hata da yapma hakkımızı kullanarak- ilerleyebilmek için, geriye de bakmak gerekir. Ama biz hep geriye bakıyoruz. Topu taca atmadan, "bugün ne yapıyoruz, yarın ne yapacağız?", bunun üzerine de kafa yoralım biraz da!
Zihniyet değişimi: Şizofreni
Hayatı olduğu gibi görmek ile olması gerektiği gibi görmek... Şizofreniye tutulan hayatı olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi görüp algılayınca kendisini başka bir ruh halinde bulur ve başka bir alemde yaşar. Yanı başındaki normal insandan farkı budur.
“Şizofreni” örneğini burada olumlu / olumsuz şekillerde kullanabiliriz. “Normal insan” ile “üstün insan” için şizofrenik yaşamı farklı değerlendirmek gerekir. Normal insanın şizofrenisi bir hastalıktır. Üstün insanın şizofrenisi ise, yaratma gücünün motoru olabilir. Üstün insan için olması gereken şizofrenik bir yaşam biçimidir.[10] “Delilik hayatı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görmektir.” diyor Don Kişot.[11] İşte bu bir şizofrenidir. O halde şizofren olmayıp, akıllı insanlar gibi, normali mi oynamalıyız, yoksa şizofreniye dalıp, Don Kişotlar olarak hayallerimizin peşinde mi koşmalıyız? Bu seçenekler bizim yaşam tarzımızı oluşturuyor. Toplumun değişimi için, toplumu oluşturan bireylerin tek tek zihniyet dönüşümüne ihtiyaç var. İnsanların tarihi, geleneği, kültürü, inancı ve öğretilenleri ile bir bütün düşünüldüğünde, önce insanın dönüşmesi gerekir. O nedenle önce kendimizden başlamak, sonra toplumun diğer bireylerinde devrim yaratmak gerekir.
Toplumsal değişim
Özellikle politik hayatımızda sıkça kullandığımız birçok kavram var. Bu kavramların yeniden yeniden tanımlanmasına ihtiyaç var. Çünkü her bir kavram, tarihsel değişim karşısında, artık anlatılmak istenileni anlatmıyorsa, o kavramı kullanmaktan da kaçınmak zorunlu olabiliyor. İşçi, emperyalizm, … vs. gibi. Sonra yeni kavramları da hayatımıza katmak gerekiyor. Komünist toplum, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesiyle işlediği sürece, bütün insanlığı kucaklayacaktır. Komün-izm ortaklık demekse, herkesin yeteneğine göre çalışıp, ihtiyacı kadar paylaştığı bir dünya, ne ala. Ama devleti ele geçirmeye yürüyen tüm görüşler, bir yerde otoriter, hiyerarşik niteliğe bürünüyor ve buna dair yaklaşımlar sorgulanıyor. Örneğin Suriye'nin Rojava bölgesinde, kanton sistemi uygulanıyor. Dünya'nın birçok yerinde konfederalizm, federalizm ya da eyalet sistemleri uygulanıyor. Bugün AB, devletlerin birliğini ifade ediyor. Demokrasi ve hukukun öne çıktığı, ekonomideki eşitsizliğin giderildiği bir dünyanın adı ne ise, ona yeni bir ad da konulabilir ama Komünizm, bilimsel bakış, diyalektik materyalist bir bakış üzerine düşünce geliştirir ve Kapital'de ortaya atılan tezlere göre de, insanın insanı sömürmesinin ortadan kaldırıldığı bir dünya tasavvur edilir. Komünist Manifesto’da da bu böyle konulmuştur.
Temel haklar
“Komünist düşünceler dünyada ne kadar etkin sizce? Yani komünizmin tarihteki kötü imajına rağmen rağbet gösteren çok mu hala?” diyorlar. Komünistler, olumsuz yansıyan yanlarını pahlayarak, somut durumlara uyarlı değerlendirmeler yaparak yollarında ilerliyorlar hala. Bu her düşünce için böyledir. Örneğin dini düşüncede olanlar da, milliyetçi düşüncede olanlar da, toplumların gelişmesine koşut değişmek zorunda kalıyorlar. Ama şu anda Avrupa zihniyetini aşan bir görüş olmaz ise, geri kalınacağı açıkça ortada. O nedenle demokratik siyaseti ve onu aşan bir yaklaşımı hakim kılmalıyız.
Diyalektik tarihsel materyalist görüşe göre tarih, sınıflar savaşımının bir ürünüdür. İlkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist ya da komünist aşamalarından söz eder. SSCB’nin sönümlenmesinden sonra bunun doğrulanmadığı tezi ileri sürüldü ve tarihin oluşmasında başkaca nedenlerin de yani, etnisite, inanç vs. nedenlerin de etkili olduğu tezleri ileri sürülüyor. Örneğin reel sosyalizm, kapitalizmin değişik bir versiyonu olarak yansıdı ve Devletçi bir kapitalizm olarak tarihe geçti. Kapitalizmin feodalizme göre ilerici yanı, kendi doğurduğu işçiler karşısında gericileşmiş ve demokrasi de buna hizmet eder olmuştur. O halde kapitalizmi ve klasik devlet iktidarını aşan bir demokrasiye ihtiyacımız var.
Proletarya demokrasisi
Buradaki temel eksen, önce insanlar arasındaki eşitliği sağlayan, proleterliği de ortadan kaldıracak sınıfsızlaşma temelinde bir demokrasi arayışıdır. Reel sosyalizmleri esas alarak, “Ben komünizme inanmıyorum arkadaşlar... Ben sosyal ve demokratik devlete, düşünce özgürlüğünün olduğu toplum yapısına inanıyorum. Vahşi kapitalizme karşıyım. Dediğim gibi sosyal devlet olsun devlet vatandaşını korusun ama bu değil.” şeklinde serzenişleri duyuyor ve biliyoruz. Bu konuda temel kriterim, “İnsanlar nereye kaçıyor?” sorusudur. Dünya'da insanlar Avrupa'ya doğru kaçıyorlar. Orası şimdilik genele göre doğrudur. Ama onu da aşan bir dünya üzerine konuşmamız gerekir.
“Marx ve Engels’in kuvvetle vurguladıkları gibi, komünistlerin bir siyasal partisi yoktur. Onlar, kapitalist düzenin sınırlarını, kusurlarını ve yıkıcı eğilimlerini anlamanın yanı sıra, kapitalistlerin ve onları mazur gösterenlerin kendi biricik sınıf iktidarını sürekli kılmak için ürettikleri sayısız ideolojik maskeyi ve sahte meşrulaştırmaları da anlayan kişiler olarak her zaman ve her yerde kendi kendilerini oluştururlar. Komünistler, kapitalizmin öngördüğünden farklı bir gelecek kurmak için durmaksızın çalışan herkestir.”[12] Bu “herkes” nerede ise, bulunduğu yerden, verebileceği kadarını katarak, hem kendisinin ve hem de toplumun değişmesine katkıda bulunabilir. Bu sosyal sorumluluğu taşıyan herkes komünisttir.
Komünistler şu ya da bu partide, sivil toplum örgütünde yer alabilirler. Komünistler, insanın birey olarak özel ihtiyacını karşılamak için, kendi emeği ile oluşturduğu özel mülkiyet dışında özel mülkiyeti ve miras hukukunu, bireyin toplumsal özgürlüğü için aile de dahil bütün otorite alanlarını yok etmek üzere, geleneksel fikirlerden kopan, pratikte bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, ilerici bölümünü oluştururlar. Komünistler görüşlerini gizlemeden, tüm devrimci ve ilerici hareketleri desteklerler.
Hepimiz işçiyiz
“Değişmeyen tek şey değişimdir!” diyor Antik Yunan filozofu Heraklitos (MÖ.535-475). O halde insanın, toplumların, uygarlığın değişimi, içinde bulunduğumuz üretim, tüketim ilişkileri, sermaye ve emek çelişkisinde, sınıfları oluşturan yapıların yeniden tanımlanıp, içeriklerinin zenginleştirilmesine ihtiyacımız var. İşçiyi amele düzeyinde anladığımız sürece, doktor, avukat, öğretmen “İşçiyim!” demeyecek, sınıfın dışında kalacaktır. Oysa emeği ile geçinen ve bugün ceo[13] olarak bilinen kişilere varıncaya kadar “Hepimiz işçiyiz!”. Bu bir bilinç sorunudur. Aydınlanmadığımız sürece, başkalarını da aydınlatamayız. Amele ya da hamalvari yaşayan biri olarak kalırsak, kenarda durmaktan başka yapacağımız bir şey yoktur.
“Oğullarından başka malı olmayan insan” olarak toplumun en alt kesimini ifade eden manasından, “üretim araçlarına sahip olmayan ve emeğini satarak geçinen” manasına yükseltilerek kullanılan “proleter”lerin oluşturduğu, “proletarya” sınıfı, kendisinin farkında mı? Yıllarca verilen mücadele sonrasında işçi sınıfı toplumun orta kesimi sayılıyor. Kendi içinde her rengiyle “mavisi, beyazı, altını, yeşili” henüz sınıf bilincine kavuşmuş değil.[14] Prekaryaya göre proleterlerin durumu görece daha iyi.
Kentlerin yarattığı en zayıf halkalarla ciddi bağ kurulması, sokak insanları, sokakta yaşamını sürdürenlerin iktidarı neden desteklediklerini sorgulamadan, iktidar değişikliğine giden uzun yol sorunlu bir yol olarak duruyor. SSCB’nin sönümlenmesiyle birlikte, ötekileştirildiği için emeğini değil, bedenini satarak[15] ya da çöpten topladığı geri dönüşüm atıklarıyla ya da tarım işçileri, taşeron işçileri, diplomalı işsizler, gençler, kadınlar, göçmenler, güvencesiz bir şekilde çalışarak yaşamını sürdüren insanlar, … yani yeni sınıf “Prekarya”[16], proletaryadan da geri durumda, en zayıf halkada olanlar, iktidarı desteklemeye devam ediyorsa, bunu düşünmeliyiz.
Genel geçer program beyanları yeterli olmuyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kaynaklarından destek alan muhtaç insanların (2021 yılında 27 milyon 189 bin 433 kişi yardım aldı.) iktidarın bir lütfu olduğu duygusu ile iktidarı desteklemeye devam ettiğini görmeliyiz. 31 Mart 2019 tarihine göre seçmen sayısı 57.058.636 kişidir. Bunun yarısına yakınını oluşturan bu insanlar, toplumsal muhalefeti henüz desteklemiyorlar. İşçilerin, köylü ya da çiftçilerin durumu ayrı bir değerlendirme konusu. İnanç temelli oy vermeye devam edenler ayrı. Akparti'nin ANAP'laşmasını gören AKP'liler, "Ben Akpartili değil, reisçiyim!"e döndüler. AKP'liler de partilerinden umutlarını kesiyorlar ama son halka Erdoğan'a tutunuyorlar ve milliyetçi muhafazakar kesimde yaygın olan en temel argüman da, "Muhalefette kime oy vereceğim?" sorusunun yanıtsız kalması nedeniyle, halen tek alternatifin Erdoğan olarak öne çıkması temel bir risk.
Vaad edilen komün
İşe önce en zayıf halkalardan başlamalıyız. Bütün bunların ötesinde, "İğneyi kendimize batırmalıyız!" sözünü yabana atmamak gerekir. Tarihsel toplumsal dönüşümde salt ana sınıflardan ibaret bir düşünüş tarzının bizi daraltacağını, hatta işçi sınıfı kavramını bütün emeği ile geçim sağlayanlar olarak genişleten bir yerden ele almaz isek, yapısal olarak dahi daralacağımızı gören bir yerden, insanların en temel haklarını gören ve kabul eden bir yerden, etnik, inanç, cins, dil gibi doğuştan gelen ya da cinsel yönelim gibi nedenlere de duyarlı olabilmeliyiz.
Dünya ortak bir Anayasa'ya, ortak kurallara doğru gidiyor. Temel insan haklarının gerisinde bir düşünce kabul görmez. Bu durum Dünya Cumhuriyeti’nin ipuçlarını veriyor. Bu cumhuriyet parçalı ve eşitsiz mi olacak, yoksa eşit ve bütünleşik mi olacak? Örneğin AB bünyesinde yer alan ülkelerde yaşayanlar, ulusal ölçekli politikalar yerine kıta ölçekli politika üretiyorlar. Buradan Dünya ölçekli politikalar üretmeye doğru gidiliyor. Örneğin Türkiye ölçeğinde, “80 milyon insan, bütün farklılığımıza rağmen, nasıl bir arada yaşayabiliriz?” sorusu etrafında tartışıyor ve konuşuyoruz. Sokağın kaldırımını yapacağız, ihtiyaç bu. Farklılıklarımıza rağmen, kaldırım üzerine konuşabilir miyiz? Meseleye böyle bakıp, ötekileştirme üzerinden bakmaz isek, kaldırımı yapabiliriz. İşte bizim çözmemiz gereken bu. İnsan hatası ile vardır. Hatadan arınarak, yeniden işe başlamak ve daha iyisini örmek mümkündür. Hristiyan olmadan önce kendisini Hristiyanları ve Hristiyanlığı yok etmeye adamış olan Pavlus’un[17] hayatını bilenler, bunu daha iyi kavramışlardır.
Sınıfsız, sömürüsüz, doğası ile uyumlu, demokratik bir dünya: İşte vaad edilen komün böyle bir şey.
[2] “İçindeki vicdanı ayaklandır” başlıklı makaleme bakınız.
[3] Kur’anı Kerim, Hud Suresi, 9. Ayet: “Eğer insana tarafımızdan bir nimet tattırır da sonra ondan çekip alırsak tamamen ümitsizliğe düşer, nankörleşir.”
[4] Kur’anı Kerim, Hud Suresi, 10. Ayet: “Eğer başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak, ‘Kötü durumlar benden uzaklaşıp gitti’ der. Artık onun bütün yaptığı sevinmek ve övünmektir.”
[5] Kur’anı Kerim, Hud Suresi, 10. Ayet: “Ancak sabredip, dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve büyük bir mükâfat vardır.”
[7] Bunu daha iyi anlamak için, Herman HESSE’nin, “Demian (Emil Sinclair'in Gençliğinin Öyküsü)” adlı
kitabına bakınız.
[10] Rollo MAY’ın “Yaratma Cesareti” adlı kitabına bakınız.
[11] Miguel de Cervantes’in “Don Kişot” adlı kitabına bakınız.
[12] Harvey, Davit, Sunuş yazısından, İngilizce’den çeviren Şükrü Alpagut, Komünist Manifesto, K. Marks, F. Engels, Yordam Kitap, 2. Basım, Almanca’dan çeviren Nail Satlıgan, syf.35,
https://sosyolojiden.files.wordpress.com/2015/11/karl-marx-friedrich-eng...
[13] CEO, “Chief Executive Officer” kelimelerin kısaltılmışından oluşmaktadır. Bu kelimelerin Türkçe anlamı ise “Baş
yönetici” veya “İcra kurulu başkanı” olarak kullanılabilir. Bunlar sermayenin sahibi olmayıp, işveren temsilcisi
olarak çalışan kişilerdir.
[14] Andre GORZ’un, “Elveda Proleterya” adlı kitabını öneririm.
[15] Polis baskısına karşı kendilerine yardımcı olduğumuz LGBTİ+ bireyleri, teşekkür için eşimle birlikte iftar
yemeğine davet etmişti. Orada 10 kadar travesti insan ile birlikte iftar yapmıştık. Bu arada içlerinden 5-6 civarında
travesti arkadaşın Akparti üyesi olduklarını öğrenmiştik. Stockholm Sendromu
(https://tr.wikipedia.org/wiki/Stockholm_sendromu) denilen şey bu olsa gerek diye düşünmüştüm.
[16] Guy Standing’in “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” (İletişim Yayınları) adlı kitabını öneriyorum.