Bu Belde’de Yerel Demokrasi Vardır!..
Saray diktatörlüğü iç ve dış siyasetindeki bütün edimlerini önümüzdeki seçimlere endeksledi. Burjuva muhalefet partileri de itirazsız bu sürece uyum sağladı. Seçimlere iki yıla yakın bir süre kala halkın sorunlarını uykuya yatırıp, özgür ve eşit olamayacağı belli seçim oyalaması üzerinden toplum muhalefetinin kabarmasının önlenebileceği hesapları; ekonomik bunalımı, işsizliği, eğitim sistemindeki çarpıklığı, yolsuzlukları, demokrasi taleplerini, bölgemiz özgününde yeniden paylaşım savaşının halklar üzerindeki sonuçlarını, sömürüyü ve Kürt halkı üzerindeki baskıyı vb. gizlemeye yetmiyor.
Seçim faaliyetinin işlevi, işçi ve emekçilerin demokrasi mücadelesinde alan açmanın bir aracı olabilecekken bu süreci tıkayan bir işlev görebiliyor, günümüz küresel kapitalizmin seçim aldatmacasıyla, demokrasi karşıtı rejimleri oluşturmada bir araca dönüşebiliyor. Hitler faşizminin sandık üzerinden kurumsallaşmasından, ülkemizdeki referandum oylamasında muhalefet güçlerinin kazanmasına rağmen rejimin hileleriyle “evet”in önde gösterilmesi örnekleri, demokrasi güçlerinin seçimler yanında başka dinamikleri devreye sokmasını zorunlu kılıyor. Bulunduğumuz yerlerde birleşik yığınsal gücü oluşturmada seçimlerle manipüle edilmek istenen demokrasi bileşenleri, kesintisiz mücadelenin perspektifini şekillendirebilmesi, egemen siyasetten bağımsız hattını hayata geçirebilme yeteneğini gösterebilmesi, geleceği emek hareketi lehine biçimlendirmede temel işlev olacak.
Ülkemiz gericiliğinin özgün biçimi bu noktadan gözlendiğinde, demokrasinin kazanılması ve genişletilmesinin birçok biçimler içerdiğini görerek hareket etmek, demokratik kurumları savunma ve bu yolda savaşımı geliştirme ısrarı üzerinden bilince ermek ve yığınsallaşmak, iktidar savaşımının da yolunu açacak… Aslında bu sürecin önemli bir yönü de gerici iktidarların içi boş söylem ve vaatler, milliyetçilik, demagoji ve din üzerinden oluşturduğu kitlesel tabanı demokrasi mücadelesine karşı kullanılması ve bunun yanında sınıf hareketini bölen, ideolojik vb. noktadan beslediği sol adına akımların yolunu açarak, günümüz koşullarında burjuva demokrasisini dahi dışlayan dikta rejimine geçişin kolayca yığınaklarını yapabilmekte. Egemen siyasetin etkisindeki kandırılmış yığınların demokrasi mücadelesine kazanılması ve bilinç bulanıklığının giderilmesi, salt seçim hedeflemesiyle değil, sınıf savaşımının sürekliliği içinde olacaktır. Bu süreklilik içinde seçimleri bir demokrasi oyunundan çıkarıp, demokrasi şölenine dönüştürmek; her alanda her gün gericiliğin azgın saldırısı karşısında halkın birleşik gücünü örmekle mümkündür…
***
Yolculuklar gidilmeyen bir kenti görme, bilinmedik bir toprağa ayak basma, yeni yüzleri tanımakla çekici hale gelmiştir hep. Aslında varılan her yeni yerde farklı olanı arar, farklı olanı duymak isteriz. Doğanın güzelliği aracımızın hızına uyumlu gözlerinizin önüne serilir. Bütün sorunlarımızdan arınıp, yenilendiğimiz hissiyle yeni bir kentin kapısına varırız. Önümüzü kesen tanıtıcı resimler, simgeler, bütün edimlerin insanüstü anlamıyla yerel bir liderle kişiselleştirilmesi, doğanın herkese eşit sunduğu görsel güzelliklerinin beyninize yansıttığı imgenin keskin gerçekliğiyle çelişir. Görsel bir tercihten öte aslında sosyo- ekonomik gelişimin koşullarına özgü sonucudur bu… Kırın kentle biten ucu farkında olmadan özgürlük tanımının iki farklı yönünü net bir şekilde ortaya koyar. Doğanın sınırsız hayal gücü, karşılıksız veren bonkörlüğü, bireyin yetenekleri üzerinde ortaklaştığı modernite ile yeni bir sürece sıçraması gerekirken, yarı tanrılaştırılan kişi üzerinden tanımlanan kentleşme, yaşayanını dışlayan görselliğiyle yerelin özgürlük alanını güçlüden yana kısıtlayan bir tanımlamayı şehrin daha ilk adımında hissettirir…
Belki geçmişin derinliklerinin sakladığı sırları aydınlatmak kaygısıyla, kişi üzerinden arınmanın bir biçimidir bu. Geniş billboardlara boydan boya asılmış afişlerin; ‘şehrin güvencesi’ ‘büyük insan’ şiarlarıyla aracınızın içine kadar giren bu resimler uygarlık denilen şeye ulaşmadaki zorluğun en somut anlatımıdır. Sosyal ekonomik gelişmişliğin ihtiyaç duyduğu yönetsel duraklar belirleyici maddi unsurların üzerinde şekillenirken, bunun geniş kesimlere ifade biçimi katılımı dışlayan simgeler üzerinden anlatılması yerel olandaki sıkıntıları daha ilk adımda ortaya seriyordu. Aslında, ‘her şeyin sahibiyim’ ifadesiyle gözümüzün içine bakarak hoş geldin, huzurunuzun güvencesiyim diyen resimdeki bu kişi neyin simgesiydi. Hangi tarihsel süreci geçerek bu kenti sahiplenmiş, bu güce erişmişti…
***
16. yy da Avrupa’da genişleyen sanayi ile birlikte, kırsal nüfusun kentlere yöneldiği yoğun bir göç başladı. Sanayi ve ticaretin gelişmesiyle birer enerji merkezi haline gelen şehirlerde, istihdam alanlarının büyümesi toprağa bağlı serfleri şehirlere doğru çekti. Daha sonraki süreçlerde oluşan demiryolu ağlarıyla kentlerin merkezlerine kadar ulaşan hammadde kaynakları kolaylıkla sağlandığından o bölgeler endüstri bölgelerine dönüştü. Endüstriyel kapitalizmin hızla geliştiği bu kentlerin nüfusu kısa sürede yüzlerce kat arttı. Endüstri bölgelerine dönüşen bu kentler üç ana unsurdan oluşuyordu; fabrika, ulaşım için yol ve bakımsız konut. Kapitalizmin vahşi dönemine tekabül eden bu dönemde kentler adeta bir cehennemdi. Bu cehennem karşıtlarını da yaratıyordu kuşkusuz. Sanayinin gelişmesiyle aynı zamanda büyüyen emek hareketi güçlendikçe, yaşadığı ortama etkin katılımı da başladı. İlk modern anlamdaki yerel yönetimler böylesi bir sosyal ekonomik gelişimin sonucunda oluşmaya başladı.
Toprağa dayalı üretim biçiminin oluşturduğu topluluklar, totaliter yapıların merkezi yönetiminin dışında bir iradeye ihtiyaç duymadı. Merkezi iradenin mutlak hâkimiyeti, kapitalist üretim ilişkilerinin oluşmaya başlamasıyla birlikte, liman ve yeni ulaşım imkânlarıyla diğer kentlerde yoğunlaşan nüfusun yeni ekonomik ilişkilerin ihtiyacıyla sarsılmaya başladı. Büyüyen kentlerin ve oluşan yeni ekonomik ilişkilerin ihtiyaçlarına merkezi hükümet cevap veremiyor, konut, yol, şehirleşme, sanayi ve ticaretin düzenlenmesinde özgün bir yönetim biçimine ihtiyaç duyuyordu. Yerel inisiyatifin merkezi yapıya göreli bağımsızlısı böyle bir sürecin ürünü olarak ortaya çıktı. Bu sürecin sanayi ve ticaret burjuvazisinin gelişimi yönünde karşıtlarını dışlayan, yereli hesaba katmayan vahşi dönemi demokrasiyle ilgisi olmayan sermaye lehine biçimlendirdi. Her şey kar için, her şey pazar içindi. Yerel inisiyatif böylesi bir ihtiyaçla şekillenmeliydi… Fakat sosyo-ekonomik süreç tek yönlü işlemiyor. Feodal aristokrasinin mutlak hakimiyetine karşı burjuvazinin yanında saf tutan emekçiler, burjuvazinin kesin zaferiyle yok sayılmak, yönetim süreçlerinden dışlanan uygulamayla yüz yüzeydi. Yaşamı üreten emekçiler kentlerin en bakımsız, hizmet götürülmeyen kenar mahallelerde yaşamak zorunda bırakılıyor, oluşan devasa sermaye birikiminden, yaşam standartlarını yükseltecek paydan yoksun ilkel bir yaşama terk ediliyordu. Buradan tek çıkış vardı. Kentlerin çoğunluğu halk, yaşamı üreten emekçiler örgütlenecek, sorunlarına sahip çıkacak, kent yönetimine katılım kanallarını açacaklardı. Böyle de oldu. Geniş halk kesimlerinin yaşadığı beldenin sorunlarına duyarlılıkla yönetim kademelerine etkisi ve katılımı, halkçı bir içerikte belediyecilik anlayışını doğru yerden ele alacaktı. Sermayenin insafına terk edilmeyen yerel demokrasiler hizmet satan anlayıştan, katılımı öne alan, halk için hizmet üreten-sunan anlayışla gerçek demokrasinin yaşandığı alanlara dönüşecekti. Modern belediyecilik ancak böyle ortaya çıkabilirdi. Bu süreç değişik ülkelerde kendine özgü biçimler taşısa da, yerel demokrasiler genel olarak böylesi bir sosyo-ekonomik hat üzerinden oluştu… Ülkemizde Osmanlı toplumunun çöküş dönemine denk gelen bu süreç siyasal kültürel demokratik bir içerik kazandırmaktan çok, etkin devlet, edilgen birey üzerinden, atanan yerel amirler biçiminde oluşturuldu. Hala günümüz düzleminde kısmen bu anlayışın egemen olduğu ülkemiz belediyeciliğinde, dinamik sosyal ve siyasal kesimlerin bakışı-zorlayışı üzerinden yerel demokrasiye doğru tutarlı talep ve arayışların sürdüğünü de görmek gerek…
***
Yolculuğumun vardığı uzun caddeyi incelerken, kentin sivri uçlarının yaşamı soluksuz bıraktığı yerlerden geçip, insanın iliklerine kadar işleyen kaba, bireyci ‘senin için varım’ bakışlarıyla göz göze gelmemeye çalışarak ilerlemeye çalıştım. Güneş milim milim yükseliyor. Vitrinler, yapıların uzun camları, afişler kıpır kıpır ışığa bulanıyor. Yer yer üzüm ve zeytin bağlarının şantiyeye çevrildiği kara düşlerden kurtulmaya çalışarak denizden gelen ılık esintiyi soluyacak bir boşluk aradım. “Her şey değişiyor” yazıyordu bir levhada… Her şey değişmeli evet. Değişimin önünde hangi güç, hangi tepeler durabilir ki? Şehir, bir gün denize bakan penceresinden, yarı kararmış bilincin beklenmedik bir şimşeğe dönüştüğü pırıl pırıl sabahında yaşam payından hakkını isteyecek. “Bu kentte yerel demokrasi vardır” görselliğiyle uyanarak bütün oburluğuyla içselleştirecek demokrasiyi. Halk denetleyecek, yöneten ve yönetilen ayrımının silikleştiği bir sorumluluk duyarak, eşit özgür bir kentin görkemiyle övünecek...
Bu kentte yerel demokrasi vardır!..