Çocuklar Üzerine…

Çocuklar Üzerine…

Tarlada çalışan çocuklar

Gündemdeki “çocuk gelin” tartışması üzerine bir yazı yazmak gerekiyor. Aslında gündemin arkasından koşarsak, asıl yazmak istediğimiz yazıları yazmaya zamanımız kalmaz. Bu konu üzerinden düşünürken, “ah, vah” tarzında bir yaklaşım yerine, bu işin aslı astarı nedir, neden kaynaklanıyor, eskiden sorun değilken bugün neden sorun haline gelmiş, bu yanıyla bakmak gerekiyor.

Çünkü, bu konu üzerinde düşünenlerin, aynı zamanda örneğin, kadın ya da erkek sünneti ile hayvan kurban edilmesi üzerine de düşünmesi gerekir. Hayatımızda öyle içselleştirdiğimiz geleneklerimiz var ki, bu bir dönem normal iken, bir dönem sonra anormal hale gelebiliyor.

Erken yaşta evlilik

Açtığım bir nüfus düzeltme davasında, vekil edenimin annesinin doğum yaptığı tarih, 9 yaşına rastlıyordu. Mahkemenin kadın hakimi, “bu bilimsel olarak mümkün değil” diyerek, davayı reddetmişti. Bu arada nüfus mevzuatında yapılan değişiklik sonrası, tanık beyanı yardımı ile nüfus müdürlüğünde idari düzeltme yapılarak, sorun çözülebilmişti. Gerçekten de müvekkilimin annesi 9 yaşında doğum yapmıştı. Bu nasıl olabilirdi, bilimsel olarak mümkün müydü, bu konunun uzmanlarınca tartışılmalı. Ama benim dahi çocukluğumda ilkokulda iken, okul yerine tarlada çalışan, tarla işleri bitince ancak okuluna devam edebilen, hatta okulunu bırakıp da evlenen kız çocuklarını hatırlıyorum. O dönemde yurttaşların nüfus memuruna ulaşması gecikince, çocukların geç yazdırılması söz konusu olabiliyordu belki.

İnanç

Türkiye toplumlarının inanç sistematiğinde, yolunda gidilen peygamberin ve onun evliliklerinin örnek alınarak, yani “sünnet”e uyularak çocukların erken yaşta evlendirilmesi, halen normal karşılanabiliyor. İnsanların bu sorunu tartışması, ister istemez inanç tartışması ya da sorgulamasını da gündeme getiriyor. İnanç üzerinden yaratılan tabu, bu konunun daha açık konuşulup tartışılmasının önüne geçiyor.

İnsanların inanç özgürlüğünü de tanımak durumundayız. Çocuk haklarını inanç özgürlüğü ile birlikte değerlendirdiğimizde, inanma kişinin kendisi ile ilgili, çocuk hakları da çocuk ile ilgili bir durum olup, her birini ayrı ayrı bakış açılarından ele almakta yarar var. İnançları tartışarak sorunu çözmek yerine, temel insan hakları üzerinden konuşmak en doğrusu.

İnsan hakları

Toplumların, bireylerin ve hatta devletlerin dahi uymak zorunda oldukları evrensel kural olarak kabul ettiğimiz, insanlığın kan dökerek elde ettiği kazanımlar sonrasında yazılan insan hakları kuralları, günümüzde oldukça gelişti. İnsan kavramının içi, henüz tam olarak doldurulamamış ya da çoğu zaman anlam kaymasına yol açan şekilde doldurulmakta ise de, insanlık tarihine göre oldukça gelişti. İnsan haklarına koşut olarak, kadın hakları, çalışan hakları, tüketici hakları, hatta hayvan hakları vb. haklar gibi, çocuk hakları da kabul ediliyor ve bu haklar gün geçtikçe geliştiriliyor. Bugün sadece insan haklarını yeterli görmüyor, hayvan haklarını, doğa haklarını, yaşam haklarını tartışıyor ve kabul ediyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de üyesi olduğu uluslararası kuruluşlar tarafından kabul edilen temel metinlerde yer alan insan ve hayvan haklarına dair kurallar, iç hukukta da uygulanıyor ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi temelinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından denetime ve hatta yaptırıma tabi tutulabiliyor.

Kamu gücü tarafından ihlal edilen temel haklara ilişkin olarak, 12 Eylül 2010 tarihinde kabul edilen referandum sonrasında, iç hukukta Anayasa Mahkemesi önünde bireysel başvuru imkanı getirildi. Bu aşamadan sonra da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde bireysel başvuru imkanı öteden beri olduğu gibi, bugün de halen var. Bu başvuru yolunun etkin ve etkili olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir yol var ve insanlar, kamu gücünün ihlallerine karşı az da olsa bir korunma imkanına kavuşuyorlar.

Pozitif ayrımcılık

Kanunlar yorumlanırken Anayasa ve tarafı olduğumuz sözleşmelerden bağımsız yorumlanamaz ve uygulanamaz.[1] Anayasa'nın herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hüküm altına alan "Kanun önünde eşitlik" kenar başlıklı 10. maddesine eklenen ikinci fıkrada[2]; kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu, devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğu belirtilmiş, ikinci fıkraya eklenen cümle ile[3] kadın-erkek eşitliğinin sağlanması hususunda alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağı, eklenen üçüncü fıkra ile de çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı hüküm altına alınarak pozitif ayrımcılık ilk defa Anayasa düzeyinde benimsenmiştir.

Anayasa'nın 90. maddesinde, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı ve usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde, uluslararası antlaşma hükümlerinin öncelikli olarak uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. 

Bu nedenle[4] çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve özürlüler lehine pozitif ayrımcılık yapılması eşitlik kuralının ihlali niteliğinde sayılmamıştır. Bunun gibi, kadına karşı ve aile içi şiddetin önlenmesi ve faillerin cezalandırılması hususunda ülkemizin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile pozitif ayrımcılık bağlamında Anayasanın getirdiği yükümlülüklere uygun düzenlemeler içeren 6284 sayılı Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun 20/2. maddesi ile "(2) Bakanlık, gerekli görmesi hâlinde kadın, çocuk ve aile bireylerine yönelik olarak uygulanan şiddet veya şiddet tehlikesi dolayısıyla açılan idari, cezai, hukuki her tür davaya ve çekişmesiz yargıya katılabilir." hükmü getirilmiş ve yine 6284 Sayılı Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanuna İlişkin Uygulama Yönetmeliğinin 46. maddesinde, "(1) Bakanlık, gerekli görmesi hâlinde kadın, çocuk ve aile bireylerine yönelik olarak uygulanan şiddet veya şiddet tehlikesi dolayısıyla açılan ve herhangi bir şekilde haberdar olduğu idari, cezai, hukuki her tür davaya ve çekişmesiz yargıya müdahil olarak katılabilir." hükmü getirilmiştir.

Öte yandan ailenin, Türk toplumunun temeli olduğunu ve eşler arasındaki eşitliğe dayandığını belirten Anayasa'nın 41. maddesinin kenar başlığı "Ailenin korunması” şeklinde iken yine 5982 sayılı Kanun ile "Ailenin korunması ve çocuk hakları" hâline getirilip anılan Kanun ile maddeye eklenen üçüncü fıkrada devletin, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacağı öngörülmüştür. Aile içi ve kadına karşı şiddetle ilgili kavramların Türk Hukukuna girmesinde uluslararası bildirge ve sözleşmelerin önemli bir rol oynadığı ve yasal düzenlemelerde yer alan kavramların, temelini bu uluslararası sözleşmelerden aldığı görülmektedir.[5]

Har arama özgürlüğü

Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesi; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”; “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesine eklenen[6] ikinci fıkrasında da, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” şeklinde hükümlere yer verilmiş, 40. maddenin ikinci fıkrasının gerekçesinde bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercisi ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği belirtilmiştir.

Genel olarak pozitif hukukça tanınmış hakların ön koşulu ve usuli güvencesi olarak anlaşılması gereken ve yargıya başvurma olanağını her olayda ve aşamada gerekli kılan hak arama özgürlüğü, sav ve savunma hakkı şeklinde birbirini tamamlayan iki unsurdan oluşmakta, hukuksal olanakları kapsamlı biçimde sağlama ve bu konuda tüm yollardan yararlanma haklarını içermektedir.[7]

Çocukların korunması

Küçük çocuklar, üçüncü kişilerin onları istismar etmelerini önleme gücüne sahip değildirler ve bu ilke yetişkinlere göre daha güçsüz ve zayıf durumda olan çocuklara karşı bir koruma işlevi de görür.

Çocuk, 18 yaşından küçük bireydir ve bu birey hak ehliyetine sahip ama, fiil ehliyeti kısıtlı bir bireydir. Türk Medeni Kanunu (TMK), evlenme ve mahkeme kararı ile reşit olma halinde kişinin 18 yaşından önce de reşit olmasına imkan vermektedir. Ancak, Çocuk Koruma Kanunu’na (ÇKK) göre[8], kişi reşit olsa bile onsekiz yaşını dolduruncaya kadar korunma hakkının gereklerinden yararlanır. Bir başka deyişle korunma ihtiyacı değerlendirilirken ve yargılama usulleri düzenlenirken, daha önce reşit olsa bile 18 yaşından küçükler çocuk olarak kabul edilirler ve ÇKK’nun öngördüğü haklardan yararlanırlar.

Her çocuk korunma hakkına sahiptir.[9] Korunma hakkı çocukların her türlü istismar, ihmal ve sömürüden korunmalarını gerektirir. Öncelikle aile içinde ihmal ve istismardan korunmak; bunun yanında göç, yoksulluk gibi sebeplerle meydana gelebilecek hallerden korunmak çocukların en temel haklarındandır. Mülteci çocuklar için özel koruma ve çalışan çocuklar için güvenceler, bu nedenle öngörülmüştür. Devletlerin, çocukların fuhuş, pornografi, uyuşturucu ve uyarıcı maddeler, suça sürüklenme, satılma gibi tehlikelerden korunması için özel önlemler alma görevi de korunma hakkının bir sonucudur.

Bu nedenle adalet sistemi içerisine giren çocuklar (mağdur, tanık, suça sürüklenen veya aile hukukundan doğan uyuşmazlıkların tarafı olarak) söz konusu olduğunda asıl olan çocuğun korunma hakkıdır. Dolayısıyla zeminde güçlü bir çocuk koruma sisteminin bulunması ve o sistemle çok iyi bir ilişki ve uyum içerisinde çalışan bir çocuk adalet sisteminin olması gerekir. Bu ilke ve esaslar ışığında, çocukların korunması Devletin en temel görevleri arasında yer almaktadır. O nedenle, hangi inanç ya da gelenek olursa olsun, çocukların korunması esastır.

Çocuğun üstün yararı

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuk hakların ilişkin dört temel ilkeyi belirlemiştir. Bunlardan biri de "Çocuğun Üstün Yararı İlkesidir."[10] Bu ilke "kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde çocuğun yararı temel düşüncedir." hükmünü içermektedir.[11] Bu ilke, çocukların yararlarının her zaman ve her koşulda öncelikli olarak korunmasını ve karşılaşılan tüm sorunlarda çocuk yararına çözümlerin tercih edilmesini emreden bir ilkedir.

“Çocuğun üstün yararı” perspektifiyle, ayırtım yeteneği (ergin) olmayan çocuğun üstün yararı genel olarak çocuğun yararına değerlendirilirken, ayırtım yeteneği olan çocuğun ise iradesine dahi bağlanabiliyor. Örneğin anne ve babası boşanan çocuğun hak ve menfaatleriyle ilgili olarak, ayırtım yeteneğini kazanmadığı dönem için, doğal ve temel ihtiyaçları gözetilerek, ayırtım yeteneği kazandıktan sonra ise görüşü alınarak, velayet ya da ebebeyn görüşmeleri ayarlanabiliyor.

Çocuğun üstün yararı kavramı her bir somut olayın özelliklerine uyarlanması gereken, bu bakımdan da onu uygulayacak makama geniş takdir yetkisi bırakan, soyut bir kavramdır. Çocuğun yararının temel düşünce olması demek, en genel hali ile yarar çatışması meydana geldiğinde çocuğun yararına önceliğin verilmesi demektir.

Çocuğun yararının korunmasının temel düşünce olması ilkesi, temelini çocuğun henüz kendi yararını koruyabilecek gelişim düzeyinde olmadığı veya bağımsız hareket etme olanağına sahip bulunmadığı düşüncesinden alır. Anne, baba, tüm toplum ve Devlet her durumda çocuğun yararını koruma temel düşüncesinden hareket etmelidir. Çünkü çocuk hakkında karar verme yetkisi, o kendi kararlarını verecek yaşa gelinceye kadar emaneten kullanılan bir yetkidir ve bu yetkiyi kullananların sorumluluğu, çocuğun kendi kararlarını vereceği yaşa bütün haklarını kullanarak gelmesini güvence altına almaktır.

Üstün kamu yararı, çocuğun yararıdır. Türkiye'nin de taraf olduğu ve usulüne göre yürürlükte olan uluslararası sözleşmeler ile kabul edilen "Çocuğun Üstün Yararı" ilkesi kapsamında değerlendirme yapılması gerekir. Buna göre çocukları korumak, Devletin görevidir. Çocukların haklarına dair uygulamaların yeterli olup olmadığı tartışması bir yana, artık bir çocuğu terbiye etmek için, cezalandırma ya da dövme, kimsenin hakkı ve haddi değil.

Devletin görevi

Devletin en önemli görevlerinden biri de Anayasanın 5. maddesinde belirtildiği üzere fertlerin maddi ve manevi gelişmesini sağlamak ve korumak olmalıdır. Devlet, Anayasa ya göre ve tarafı olduğumuz Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinde her çocuğun, ailesi, toplum ve Devlet nezdinde, reşit olmamış birey konumunun gerektirdiği koruma tedbirlerinden yararlanma hakkı olduğunu göz önünde bulundurulmak ve gerekli önlemleri almak durumundadır.

Uluslararası kurallar ve Çocuk haklarına dair mevzuatımızda da kabul edildiği üzere, bir kimsenin çocuk olarak kabulü halinde, yorum ve yaklaşım her zaman çocuktan yana olmalıdır.[12] Uluslararası ve ulusal hukuki ve kanuni düzenleme de bu yöndedir.

Önceliklendirme, “yararın korunması” ilkesinin görece daha kolay alanıdır. Asıl zor olan, çocuğun yararının ne olduğunun belirlenmesidir.

Uygulama ve yorum sorunu

29 Mayıs 2013 tarihinde Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi tarafından yayımlanan 14 numaralı Genel Yorum, çocuğun üstün yararı ilkesinin uygulanması bakımından aşağıdaki üç prensibi ortaya koymuştur:

            • Üstün yararının dikkate alınması, her çocuk bakımından somut bir haktır.

            • Çocuğun üstün yararı, temel ve yoruma esas bir hukuki ilkedir.

            • Bu ilkenin dikkate alınması, aynı zamanda bir usul kuralıdır.

Çocuğun söz konusu olduğu olayda karar verecek makamlar, somut olayda çocuğun yararının ne olduğunu belirlerken, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanan hakları dikkate almalı ve bir yorum yapmalıdır:

            • Karar alınırken çocuğun bütün hakları dikkate alınıyor olmalıdır.

            • Çocuğun görüş oluşturmasına ve karara katılmasına olanak tanınmış olmalıdır.

            • Alınan karar çocuğun bedensel, zihinsel, duygusal, sosyal, kültürel, ahlaki gelişimini güvence altına alıyor olmalıdır.

            • Alınan karar çocuğa haklarını herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan kullanma olanağı sağlıyor olmalıdır.

Çocuğun yararına neyin uygun, neyin zararlı olduğunu belirlemek somut olay ve hakkında karar verilecek çocukla ilgili bilgiyi gerektirdiğinden, çocuğun yararını belirleme sadece bir hukuki değerlendirme konusu değildir. Somut olaya göre çocuk üzerine çalışan diğer disiplinlerden yardım alınması gerekir.

Adalet sistemi içerisinde karar verilen olayda çocuğun yararının temel düşünce olduğu açıklanırken aşağıdaki alanların kapsanması yararlı olacaktır:

            • Somut olayın çocuk üzerindeki etkisi ve korunması gereken yararın ne olduğu,

            • Çatışan yararların neler olduğu,

            • Olası kararların çocuk üzerindeki etkisi,

            • Tercih edilen yolun gerekçeleri.

Çocuğun yararının korunmasına önceliğin verilmesi, adalet sistemi içerisine giren her çocuk için geçerlidir. Örneğin, bir boşanma davasında, anne, baba ve çocuk üçlüsünün yararları çatıştığında, çocuğun yararını güvence altına almaya önceliğin verilmesi gerekir.

Tutuklamalarda çocuğun yararı

Örneğin çok küçük yaşta bir çocuğun anne veya babasının tutuklanması halinde anne – baba desteğinden yoksun kalacak olması dikkate alınarak anne veya babasının çocuğun yararı gereği tutuklanmamasına karar verilebilecektir. Bu konuda öngörülen genel ilkeler şöyledir;

            Çocuk yargılamasının bütün işlemleri aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yürütülmelidir:[13]

            • Çocuğun yaşama, gelişme, korunma ve katılım haklarının güvence altına alınması,

            • Çocuğun yarar ve esenliğinin gözetilmesi,

            • Çocuk ve ailesinin herhangi bir nedenle ayrımcılığa tabi tutulmaması,

            • Çocuk ve ailesinin bilgilendirilmek suretiyle karar sürecine katılımlarının sağlanması,

            • Çocuğun, ailesinin, ilgililerin, kamu kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği içinde çalışmaları,

            • İnsan haklarına dayalı, adil, etkili ve süratli bir usul izlenmesi,

            • Soruşturma ve kovuşturma sürecinde çocuğun durumuna uygun özel ihtimam gösterilmesi,

            • Kararların alınmasında ve uygulanmasında, çocuğun yaşına ve gelişimine uygun eğitimini ve öğrenimini, kişiliğini ve toplumsal sorumluluğunu geliştirmesinin desteklenmesi,

            • Çocuklar hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler ile hapis cezasına en son çare olarak başvurulması,

            • Tedbir kararı verilirken kurumda bakım ve kurumda tutmanın son çare olarak görülmesi, kararların verilmesinde ve uygulanmasında toplumsal sorumluluğun paylaşılmasının sağlanması,

            • Çocukların bakılıp gözetildiği, tedbir kararlarının uygulandığı kurumlarda yetişkinlerden ayrı tutulmaları,

            • Çocuklar hakkında yürütülen işlemlerde, yargılama ve kararların yerine getirilmesinde kimliğinin başkaları tarafından belirlenememesine yönelik önlemler alınması.[14]

            Neticede, çocuğun üstün yararı ile hareket etmeyen her yorum ve yaklaşım, hukuka aykırıdır. Çocuğun üstün yararı bakımından, çocuğun haklarının gözetilmesi esastır.

Televizyon ahlakı

Evimizde televizyon izliyor muyuz, izlemiyor muyuz? Buna göre artık kendi yolumuzu belirleme imkanımızın olup olmadığını konuşabiliriz. Bir yandan sistem, diğer yandan devletler, toplum bireylerini, televizyon vb araçlarla manipüle ediyorlar.

Kapitalist sistemde ortaya çıkan sorunların, yapılacak reformlar aracılığı ile giderilmesi pek mümkün görünmüyor. Sefalet artıyor, emeği ile çalışan ve geçinenlerin durumu zamanla daha da kötüleşiyor. Bu nedenle kapitalizmin bir an önce yok edilmesi ya da aşılması gerekiyor. Sanki kapitalizm bir tür makine gibi işliyor ve işçiler gibi kapitalistlerin de ellerinden bir şey gelmiyor. Çünkü onların dünyası bütün insanlığın dünyası değil, kendi dünyaları. Böylelikle sadece kapitalistleri suçlayarak bu sorunların üstesinden gelemeyiz. Liberal filozof Karl Raimund Popper, çare olarak;[15] günümüz politik hattını oluştururken öncelikli işler listesine barışı, nüfus artışının önlenmesi ve eğitimle, özellikle çocukların şiddetten kurtarılmasını,[16] önce televizyondan uzak durulması gerektiğini, çünkü televizyonun insan beyni üzerinde etkili olan çok büyük bir gücü olduğunu[17] söylüyor.

O halde çocuklarımızı korumanın ilk yollarından birisi, onları televizyon izlemekten uzak tutabilmektir. Ama çocuk hakları kapsamında bu mümkün mü, ayrı bir tartışma konusu halindedir.

Hukukun üstünlüğü

Toplum ilişkilerini ekonomist bir bakışla değerlendirmenin yeterli olmadığı, ekonominin yanına hukukun da geldiği, her ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerektiği tartışma götürmez bir durumda. Artık “ekmek, adalet ve özgürlük”ü birlikte istiyoruz. “Ekmek olsun da adalet ve özgürlük istemez”, demiyoruz. Çünkü özgürlüğün olmadığı, adaletsiz bir toplumda yaşamaktansa, ekmeksiz kalmayı tercih edebilecek bilinç düzeyine ulaştığımızı söyleyebiliriz. Bu ne kadar hayat bulur, bilinmez, ama ekmek, adalet ve özgürlük üçüz kardeş haline gelmiş durumda.        Hem bireylerin özgür, toplumların birlik ve beraberlik içinde bir yaşam sürdürebilmesinin temel argümanı “hukukun üstünlüğü” kavramında vücut buluyor.

Devletin (mülkün) temeli olarak görülen adalet, hukuk olmadan olmuyor. Hukuksuz bir adalet keyfi, iktidarın, muktedirin iki dudağı arasında olan bir adalet ki, çatışma anında ortadan kaldırılabilir ve bir anda kendinizi güvencesiz bulabilirsiniz. O halde hukuki kurallara, bu hukuk kurallarının doğru ve isabetli uygulanıp uygulanmadığının denetlenmesine ihtiyacımız var.


[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2014/60 Esas ve 29.03.2016 tarihli 2016/157 Karar,

[2] 22.05.2004 tarih ve 25469 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5170 sayılı Kanun ile,

[3] 13.05.2010 tarih ve 27580 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5982 sayılı Kanun ile,

[4]12.09.2010 tarihinde Anayasa m.10'da yapılan değişiklikler kapsamında,

[5] Ebru Ceylan, Türk Hukukunda Aile İçi Şiddet ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesiyle İlgili Yeni Düzenlemeler, Türkiye Barolar Birliği

Dergisi Kasım-Aralık Sayısı, Yıl: 2013, S.103, s. 15.

[6] 4709 sayılı Kanun'un 16. maddesiyle,

[7] Mesut Aydın, Anayasa Mahkemesi Kararlarında Hak Arama Özgürlüğü, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl:2006, S. 3, s. 4-10.

Anayasa Mahkemesinin 19.09.1991 tarihli ve 2-30 sayılı kararı,

[8] Çocuk Koruma Kanunu m. 3,

[9] Çocuk Hakları Sözleşmesi –CHS- m.19,

[10] Çocuğun Üstün Yararı ilkesi, TC. Devletin de taraf olduğu Çocuk Haklarının Kullanılmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Konseyi

Çocuklar Cinsel Sömürü ve İstismarına Karşı Korunması Sözleşmesi ve BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin Uygulanmasına Dair

Avrupa Sözleşmesinde de yer almaktadır.

[11] TC. Devleti bu sözleşmeyi 09.12.1994 tarihinde onaylamış ve 27.01.1995 tarih RG;22189 ile de sözleşme yürürlüğe girmiştir.

[12] Anayasa m. 10/3, 61/4,

[13] ÇKK m.4,

[14] Daha detaylı bilgi için lütfen bakınız: ÇOCUK ADALET SİSTEMİNDE ÇOCUĞUN YÜKSEK YARARI

POLİTİKA BELGESİ, http://www.cocukhaklariizleme.org/wp-content/uploads/cocuk-adalet-sisteminde-cocugun-yuksek-yarari.pdf

[15] Karl Raimund Popper, Bu Yüzyılın Dersi, “Marksizme Yönelik Temel Eleştiriler” Serbest Kitaplar, 5. Baskı, syf.33-34

[16] Karl Raimund Popper, Bu Yüzyılın Dersi, “Günümüzün Siyasi Gündemi: Hukukun Üstünlüğü ve Çocuklar” Serbest Kitaplar, 5. Baskı,

syf.53-54

[17] Karl Raimund Popper, Bu Yüzyılın Dersi, “Televizyon İnsanlığı Yozlaştırıyor” Serbest Kitaplar, 5. Baskı, syf.93


Konuyla ilişkili diğer makaleler