HDK Eş Sözcüsü Cengiz Çiçek: Toplumsal Örgütlenme Hayata Geçirilemediğinde Faşizmin Önüne Geçilemez
Ay sonunda Halkların Demokratik Kongresi 12. Genel Kurulu gerçekleşecek. 2023 seçimleri nedeniyle Türkiye’nin mevcut faşist rejimden çıkış tartışmasında “ittifaklar” siyasetin temel gündemi haline gelmişken, muhalefetin şimdiye kadar geliştirdiği tek toplumsal örgütlenme olan Kongre’nin yaşadığı sorunlar ve ortaya koyacağı perspektifler son derece önemli. Kendisi de HDK kurucularından olan Eş Sözcü Çiçek, HDK fikriyatında somutlanan toplumsal örgütlenme görevlerinin vaktinde hayata geçirilemediği için faşizmin kendisini tahkim etmesinin önüne yeterince geçilemediğinin altını çiziyor.
Halkların Demokratik Kongresi, 28 Ocak’ta Kadın Genel Konferansını, 29 Ocak’ta ise Genel Kurulunu gerçekleştirecek. Genel Kurulun şiarı olarak “Faşizme ve Sömürüye Karşı Demokratik Meclislerde Birleşelim. Örgütlü ve Özgür Toplumla Yeni yaşamı kuralım” belirlendi. HDK Eş Sözcüsü Cengiz Çiçek ile Genel Kurul öncesi bir muhasebe çıkarmak için söyleştik. HDK, HDP’nin içinden çıktığı, onun “toplumsal örgütlenme” zemini. Yani siyasetin toplumsallaştırılması, sadece T.B.M. Meclisi ile değil, yerellerde inşa edilecek Meclisler ile toplumun her kesiminin “kendi kendini yönetmesi”ni sağlaması “idea”sı.
2023 seçimleri etrafında bir kez daha Türkiye’nin demokratikleştirilmesini tartışıyoruz. Fakat mesainin tamamı neredeyse seçime ve adaya endekslenmiş durumda. Bu haliyle Türkiye’nin en kritik demokrasi sınavı anti-demokratik bir şekilde tartışılıyor! Yine halka seçmen olmak dışında bir seçenek sunulmuyor. Kendisi de HDK kurucularından olan Eş Sözcü Çiçek, HDK fikriyatında somutlanan toplumsal örgütlenme görevlerinin vaktinde hayata geçirilemediği için faşizmin kendisini tahkim etmesinin önüne yeterince geçilemediğinin altını çizdi. Çiçek, “Dönem faşizm dönemidir diyorsak, faşizme karşı toplumun öz örgütlenmesi gündemlerinden uzak durmak, bu görevlerden kaçmak, siyasal başarı ne olursa olsun geleceği kaybetmek demek olacaktır” dedi.
Politika: Bildiğimiz kadarıyla siz HDK’nin ilk Genel Meclis üyelerinden birisiniz. Aradan geçen 12 yılda, Gezi’yi, Kobane direnişini, 7 Haziran seçim zaferini ve buna karşı girişilen darbe ve kitle katliamları ile başlayan 15-16 Temmuz Darbe süreci ve ilan edilen Cumhurbaşkanlığı Sistemi berkitilen faşizmi yaşadık/yaşıyoruz. Dolayısıyla HDK toplumsal hareketin yükselişe geçtiği bir zaman dilimi ile faşist baskının bütün şiddetiyle yaşandığı iki dönemi yaşadı aslında. Bir bakiye çıkarmak bakımından bu iki dönemin HDK fikriyatı ve fiiliyatı üzerindeki etkisi ne oldu? Ve aynı zamanda bu değişime HDK uyum sağlayabildi mi?
C. Çiçek: Pratiklerimizin ara toplamlarını yapmak, bu toplamlardan yeni görevler çıkarmak mücadele geleneğimizin olmazsa olmazlarından elbette. HDK de bu görevlerinden kaçınamaz. Toplumsal hareketlerin ivme kazandığı dönemde de faşizmin ağır baskı koşullarında da HDK’yi kendi varlık koşulları üzerinden ele almak önemli. Peki nedir bizi HDK fikriyatı etrafında yan yana getiren varlık koşulları? Özetle şu: farklı toplumsal kimliklerin, sınıfların inkârı ve imhası üzerinden kendi toplumsal kimliğini ve ideolojisini inşa etmeye çalışan ve bu konuda epeyce yol kat etmiş sisteme karşı demokrasi ve özgürlüğün yolunu açmak. Kongre paradigması bu bağlamda bir yandan resmi sisteme karşı bir tarihsel itirazın sözleşmesi olurken, diğer yandan bu sistem karşısındaki bütün direniş gruplarının kendi mücadele yol ve yöntemlerine dair biz özeleştiriyi de içeriyor. İtiraz, direniş kültürümüzün karşılığıyken özeleştiri de kendimizi daha güçlü toplumsal hareketler haline getirmenin iddiasını ortaya koymak oluyor.
Bahsettiğiniz her iki dönem için de toplumsal örgütlenme kapasitesini arttırmak HDK ve bileşenleri için önemli bir hedefti. HDK’nin de kuruluş ve ilk dönemlerine denk gelen Kürt meselesi bağlamında oluşan diyalog ortamı, esas olarak HDK’nin ve özellikle içinden çıkan HDP’nin yükselişinin temel zeminini oluşturdu. Bu dönemin ana karakteri, HDK bünyesinde oluşturulan stratejik ittifakın halklar nezdinde oluşturduğu muazzam sinerjiydi. Bu sinerjinin oluşmasında uzun yıllardır özlemi duyulan birlik tablosunun önemli bir payı vardı. HDK fikriyatının yükselişte olduğu bu ilk yılların belki de en önemli zaafiyeti, oluşan örgütsel ittifakların ve seçim başarılarının kalıcı taban örgütlenmelerine dönüşmemesiydi. Meclisler ve öz toplumsal örgütlenmelerin oluşturulması bağlamında bu en elverişli yılların heba edilmesi, akabinde iktidarın karşı darbe sürecinin göğüslenmesinde yaşanan zayıflıkların doğmasına ve örgütsel daralmalara neden oldu. Bu ilk dönemleri, fikriyatın parladığı ama fikrin gerektirdiği taban örgütlenmesinin ihmal edildiği dönem olarak değerlendirebiliriz. Bu olanakların yeterli düzeyde değerlendirilmemesi, özellikle 2015 yılından sonra AKP-MHP iktidarının geliştirdiği karşı darbe sürecinde demokratik direnişin potansiyel tek adayı olan HDK-HDP’nin hem kendisini savunmada hem de toplumu savunmada rolünü yeterince oynayamamasıyla sonuçlandı.
Burada kastedilen, iktidar saldırıları karşısında önemli bir direniş iradesi gösterilse de, bugüne taşırılan demokrasi ve özgürlük umudunun önemli bir mimarı olsa da faşizmin kendisini tahkim etmesinin önüne yeterince geçilemediğidir. Faşizmin yoğun saldırılarıyla karşı karşıya olduğumuz son sekiz yıldaki bu ikinci dönemde de örgütsel gerileme ve toplumsal büzülme durumunun açığa çıktığı bir gerçek. Bu durumun doğal sonucu olarak da ikinci dönemi, HDK fikriyatından savrulma ve HDK pratiğinden kopma dönemi olarak değerlendirebiliriz. Bizi bu toplam sonuca getirenin, vaktinde hayata geçmemiş toplumsal örgütlenme görevlerinin olduğunu görmek zorundayız. Aynı durum bugün için de geçerlidir. Dönem faşizm dönemidir diyorsak, faşizme karşı toplumun öz örgütlenmesi gündemlerinden uzak durmak, bu görevlerden kaçmak, siyasal başarı ne olursa olsun geleceği kaybetmek demek olacaktır. Siyasal hedeflerimiz bağlamında politikayı toplumsallaştırmaktan başka bu girdaptan çıkış noktası olmadığını bilerek ittifak zeminlerimizi yeniden güncellemek, içeriklendirmek dönemin ana sorumluluğudur.
Politika: Tüm dünyada neredeyse yarım asırdır demokrasinin krizi, siyasetin krizi konuşuldu. HDK de bu tartışmanın içinde krizin en azından toplumsal örgütlenme ayağında aşılması bakımından çözüm olarak kuruldu. Ama diğer taraftan da temsili siyasetin hala revaçta olduğunu görüyoruz. Hatta anketler, vaatler, temsilcilerin harbilik söylemi ile sürdürülüyor. Tabandan gelen hareketler kurumsal siyasetin araçları/organları tarafından ya massediliyor ya da geri püskürtülüyor (örneğin emek hareketindeki bağımsız sendikalar ve birliklerin DİSK, TÜRK-İŞ gibi konfederasyonlarla yaşadıkları). Bu da aslında bir kriz! HDK de bu krizi yaşıyor mu? Siz bu krizi nasıl deneyimliyorsunuz?
C. Çiçek: Elbette yaşıyor. Sonuçta günümüzde sadece kapitalizm kriz içinde değil; reel sosyalizmin çözülüşünden bugüne bizler de kendi krizlerimizi yaşaya geliyoruz. Kapitalizm egemen bir sistem olarak kendi krizlerinden çıkışın yolunu nasıl arıyorsa sosyalizm de kendi krizlerinden çıkışını arıyor, aramak zorunda. Özü itibariyle HDK, kendi krizlerimizden çıkışın bu coğrafyaya ait önemli önermelerinden birisi olarak görülmeli. Toplumun sözleşmeyle yetkilerini belirli temsilcilere ya da günümüzde devlete devretmesiyle insanların tebaadan yurttaşa dönüşmediği günün sonunda görüldü. Tersine yönetim adı altında ortaya çıkan şey, bir sermaye ve iktidar birikimi olarak topluma yabancılaştı, anti-toplum haline dönüştü. İşte kendi krizlerimizle yüzleşme aralığımız da burada başlıyor. Nasıl ki devletçi kapitalizme karşı devletçi sosyalizmle baş edilemeyeceği anlaşıldıysa burjuva siyasal düşüncenin önümüze koyduğu araçlarla özgürleşmenin mümkün olmayacağı da anlaşılmalıdır. Aynı zamanda devrim denilenin sadece sömürü düzenlerinin yıkılmasıyla değil onun yerine neyi koyacağınızla ve nasıl süreklileştireceğinizle ilgili boyutları da ihtiva ettiğini bilerek ele almak gerek bu tartışmayı.
Alternatif özgürlük zihniyetini, ilişkilerini ve araçlarını yaratabilmek de bu devrimin işçiliği oluyor. Bu işçiliği aynı zamanda karşı gücü devirme potansiyelini tahkim eden bir toplumsal dönüşüm süreci olarak da değerlendirmek zorundayız. Şimdi bu işçiliğe kendi ezberlerimizi bozmaktan, önümüze konulan burjuva reçeteleri aşmaktan ya da bunlarla yetinmemekten başlamazsak nasıl başaracağız? Şimdi kapitalizmin ulus devletli halini en büyük sapma olarak değerlendiriyorsak o halde bu sapmayla nasıl mücadele edeceğiz, bunu nasıl aşacağız? İşte bu ulus devletin bir proto tipi olarak kurgulanan günümüzdeki parti ya da sendika modellerinin mevcut yapıları itibariyle ulus devlet kadar olmasa da belirli bir düzeyde bürokrasi ve iktidar ürettiği gerçeğiyle yüzleşmeden yeni yaşamı nasıl kuracağız? HDK’nin krizi de yaşadığımız bu krizlerle ilgili özünde. Bu yönüyle yaşadığımız krizi bir ideolojik kriz olarak da değerlendirebiliriz. Nedir bu ideolojik kriz? HDK programından örnekle açıklamaya çalışayım. HDK programında şöyle bir ifade var: “… ezilenlerin ve halkların komünal demokratik yaşamını egemen kılmanın mümkün ve gerçekçi olduğunu göstermek için bir aradayız.” Komünal bir yaşamı mümkün ve gerçekçi gördüğümüz halde aradan geçen yıllarda kaç tane komün, meclis kurabildik? Ya da ne kadar teşebbüs etme cesaretini gösterebildik? Komün ve meclisler temsili demokrasinin karşısında toplumun doğrudan demokrasisini ifade ediyorsa sistemin meclisinde yer tutan bizlerin halk meclislerinde ne kadar ısrar ettiğini, bunu ne kadar öz gündemimiz haline getirdiğimizi bir an için olsun kendimize soralım. Bu soruya vereceğimiz her cevap ağızdan çıkan sözün, kâğıda dökülen yazının pratik karşılığının ne olduğudur ki bunun cevabı da ideolojik krizdir. Çünkü zihinlerimizde teorik düzeyde ifade ettiklerimizin pratiği imkansızdır. Bu imkansızlığı zihinlerimize nakşettiren de kapitalist sistemin düşünce sistematiği ve yaşam tarzıdır. Hal böyle olunca söz, kelam ne olursa olsun pratik ezberlerimiz ve zihniyet dünyamız değişmemektedir. Somut olarak HDK’nin krizi de bileşenleriyle birlikte yeni sözleri eski pratiklerine mahkûm etmesidir.
Politika: Meclis tarzı örgütlenme Gezi ile birlikte burjuva partilerin bile savunur hale geldiği bir “model” haline geldi. Ama yerelde, ister kesimsel (emek, ekoloji) isterse de il/ilçe/mahalle düzeylerde özellikle batıda hiçbir zaman kitlelerin katılımıyla Meclisler oluşamadı. Hep siyaset temsilcilerinin toplandığı “meclisler” oldular. Meclis deneyimi açısından HDK’nin çıkardığı dersler neler? HDK-HDP ilişkisi bağlamında parlamento ile saha arasındaki bağda aslında yaratılması gereken Meclis örgütlenmesi ve vekillerle ortak çalışma başarılamadı. HDP vekilleri HDK Meclislerine karşı sorumlu olması ve bu Meclislerin gerçekten seçmenlerden oluşur nitelikte olması Meclis örgütlenmesi için bir açılım sağlar mı?
C. Çiçek: Bu konudaki temel açmazımız, Meclisin ne olduğuna ne olmadığına dairdir öncelikle. Siyasetlerin Meclisler kurma iddiasıyla yan yana gelmesi anlaşılırdır ama yıllar içerisinde meclis denilen mefhumu sadece kendileriyle sınırlı tutmak kabul edilebilir değildir. Bu bir yönüyle siyasetlerin tabanla ilişkilerinin kopukluğunu göstermektedir diğer yandan ise bu kopukluğu giderecek toplumsal iktidar perspektifinden yoksunluğun göstergesidir. Meclis özü itibariyle ve öncelikli olarak temsili siyasetin ya da siyasal mühendisliğin yarattığı konfor alanından bir kopuşu gerektirir. Meclisin genel bir teorisi mutlaka vardır ama her Meclis deneyiminin de ürettiği özel teoriler mutlaka olacaktır. Meclis deneyimine soyunmak, bizde hâkim olan teorinin kimi doğrularının sınanması demek de olacaktır. Pratikle sınanmayan her teori, kendine yabancılaşmaya ve yaşamın dışına çıkmış steril hayatlara hizmet eder. Belki de o yüzden Meclis denildiğinde ya politik içerikten yoksun bir aktivizm (toplumsallık) ya da toplumsallıktan kopuk bir politika anlıyoruz. O nedenle de şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Meclislere politik içerik bahşetmeyenlere göre faşizm döneminde Meclisler mümkün değildir; yine Meclislere toplumsal örgütlenme perspektifiyle bakmayanlara göre de Parti dururken Kongreye ne gerek var? Hal böyle olunca kendi kendimize Meclis ve Kongre fikrini gözden düşürüyoruz. Yine bu bakış açısı hâkim oldukça sistemin Meclisinde harcanan mesailer, halkın Meclislerine zaman bırakmıyor.
Bu işi nereden başlayarak başarabiliriz peki? Öncelikle HDK’nin bileşenleri bütün faaliyet alanlarını Meclis ve Kongre perspektifiyle içeriklendirebilmelidir. Ya da bütün bileşenler, aynı başlıktaki alan çalışmalarını (ekoloji, emek vs.) Meclis ve Kongre zeminine vakfetmeye ikna olabilmelidir. Bu anlayışı geliştiremezsek şunu demiş oluyoruz: HDK bütün bileşen örgütlerinin birikimleri dışında ayrı Meclisler örgütlesin! İhtiyaç ve çelişki alanlarında şüphesiz ayrı, yeni ya da dönemsel Meclisler kurulabilir. Ama bahsettiğimiz anlayış sonucunda HDK’yi bir ittifak zemini olarak değil bileşenlerinden bağımsız ayrı bir örgüt olarak ele almış oluruz ki, günün sonunda üzülerek ifade etmek gerekirse HDK’ye yaklaşım budur. Yine sorunuzdan hareketle HDP vekillerinin HDK Meclislerine karşı sorumlu olabilmesi için Kongre-Parti işleyişine-formuna ihtiyacımız var. Bu konudaki eksiklikleri bireylerle değil ilişki dünyamızla-örgütsel formlarımızla açıklamak daha sağlıklı olandır. Dolayısıyla birbirinden bağımsız iki ayrı örgüt formunda değil de Kongre-Parti formunda olmalı ki sadece vekiller değil partinin bütün çalışma alanları Kongre perspektifiyle ele alınsın. Örneğin aynı adı taşıyan ve aynı faaliyet alanı olan Partinin komisyonlarıyla Kongrenin meclislerinin tartışma, karar ve pratik süreçleri neredeyse hiç birbiriyle kesişmiyor. Komisyon faaliyetleriyle Meclis faaliyetleri sanki birbirinden bağımsız iki ayrı örgütün çalışmalarıymış gibi ele alınıyor. Hal böyle olunca da daha çok gücün, kadronun ve olanakların tahkim edildiği Parti ve fikriyatı alanda hegemonya kuruyor. Buna benzer örnekler çoğaltılabilir. Buradaki en temel yanlışımız, Partinin Kongrenin Partisi gibi işletilememesidir. Partinin faaliyetlerinde ve yöneticilerinde içselleştirilecek Kongre perspektifi, Partiyi sıkıştığı temsili alandan çıkaracağı gibi Kongreyi de “varlığına gerek var mı yok mu?” gibi manasız tartışmalardan kurtaracaktır.
Politika: HDK, Türkiye yüzüncü yılında bir seçim süreci yaşadığı bir anda 12. Genel Kurulunu topluyor. Seçim süreçleri toplumun da yönetime katılma isteğinin, arzusunun en fazla kabardığı ve de tahrik edildiği bir zaman dilimi oluyor. Bu durum yerel birimlerde yeniden Meclis, Forum gibi yapıların zuhur etmesi için de uygun ortam sağlıyor mu? HDK olarak böyle girişimler içinde misiniz? Bu açıdan hem Millet İttifakı hem de Emek ve Özgürlük İttifakının demokrasi tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Meclis örgütlenmesi, HDK ile EÖİ arasında nasıl bir geliştirici işlev yaratılabilir. EÖ Meclisleri kurulabilir mi? Bu konuda perspektif nedir?
C. Çiçek: Seçim süreçleri kitlelerin mobilizasyonu ve politik faaliyetlere katılım düzeyinin yükseldiği dönemler. Böylesi örgüt-kitle iç içeliğinin arttığı dönemleri seçim günüyle sınırlı ele almamak önemli. Bu hem örgütlü toplum tahayyülümüzün hem de politik okumalarımızın bir gereği olarak böyle olmak zorunda. Toplumun yaygın bir şekilde harekete geçtiği, siyasal gündemlere ve yapılara ilgisinin yükseldiği bir seçim süreci yaşayacağız. Bu süreçte her temasın, her toplantının ve hatta her mitingin kalıcı yerel örgütlenmelere nasıl dönüştürüleceği sadece bizim değil partimizin ve bileşenlerimizin temel gündemi olabilmelidir. Formu, biçimi, içeriği ne olursa olsun dönemin önceliklerinden birisi de seçim sürecinde seçim sonrası olası siyasal gelişmeleri de hesaplayarak şimdiden güçlü bir taban örgütlenmesini gündemimize alabilmektir.
Başta da belirttim, maalesef son yıllarda sayısal olarak seçim sonuçlarına odaklanmak siyasal olarak seçim sonuçlarına ve sonrasına odaklanmamızın hep önüne geçti. Hele hele bu seçimlerin sadece bizler açısından değil sistem içi egemen bloklar açısından da hayati olduğunu düşünürsek, şimdiden seçim sonrasını hesaplayan, hazırlığını buna göre yapan bir çabanın içine girmek zorundayız. Sistem güçleri arasında seçim sonrası çatışmanın derinleşme olasılığı çok yüksek. Bu durum demokrat devrimci hareketlere ciddi siyasal-toplumsal avantajlar sağlayabilir. Tersine şimdiden emareleri görülen özel savaş oluşumlarının, tetikte bekletilen çetelerin, askeri ve sivil bürokraside yaşanan çatışmaların gösterdiği üzere seçimden hemen sonra oldukça kaotik bir sürecin içinde de bulabiliriz kendimizi. Örneğin Brezilya’da Bolsonaro taraftarlarının Kongreyi basması ve sonrası yaşananların benzerlerinin Türkiye’de yaşanmayacağını söyleyebilir miyiz? Dolayısıyla Türkiye’deki egemen iki blok arasındaki kavganın derinleşme potansiyeli, 12 Eylül öncesi bir tabloyu da önümüze çıkarabilir. Sistemsel krizlerin yaşandığı dönemlerde siyasi cinayetler, tırmandırılan şiddet iklimi yakın tarihimizin darbe öncesi tecrübeleriyle yüklü. Böylesi süreçlerde ilk hedefin de toplumsal muhalefet güçleri olduğunu biliyoruz. Neticede seçim öncesi ama özellikle seçim sonrası olanaklarımızın ve risklerimizin daha da somutlaştığı bir dönemi yaşayacağımızı söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Azıcık bir yakın tarih bilgisi ve sistem analizi bizi bu sonuca götürebilir.
Buradan hareketle Millet İttifakının iktidar karşısında kimi arayışları olsa da mevcut anti-demokratik sistemi kökten değiştirebilecek ne bir ideolojisi ne de bir politik feraseti var. Temel amacı sistemin resmi kodları üzerinden devamlılığıdır. İktidara ve politikalarına yönelik resmi muhalefetten öteye geçmeyeceği; başarabilirse mevcut sistemin restorasyonundan öteye bir ufkunun olmadığı biliniyor. Yüz yıllık sistemin aslıyla, resmi kodlarıyla ilgili bir problemi olmadığı gibi kendi içindeki parçalı ve kavgalı görüntü, iktidar hırslarını her şeyin önüne koyduklarını da gösteriyor. Böylesi bir tablodan hareketle gerek faşizm, gerek restorasyonculuk karşısında halkları seçeneksiz bırakmamak da bizim görevimiz. Bu bağlamda tarih, Emek ve Özgürlük ittifakına önemli sorumluluklar yüklüyor. Seçimlere bu ittifakın çatısı altında girileceği artık kesin gibi. O zaman yaptığımız okumalar bağlamında ittifakın kendisini sadece bir seçim ittifakı değil bir toplumsal mücadele ittifakı olarak konumlandırması da kaçınılmaz. Kendisini bir toplumsal mücadele ittifakı olarak da tanımladı zaten. O halde bu ittifak, şimdiden bütün toplumsal muhalefet güçlerini, kendisinden önce kurulmuş ittifak zeminlerini gözeten; onları sürecin öznesi kılmaya çalışan bir tutkal görevi görebilmelidir. Niyetinden bağımsız ittifak ve mücadele tarihini kendisinden başlatan kopuk, parçalı ve biriktirmeyen bir tarz, yapabileceklerini de kendi elleriyle sınırlandırmak demek olacaktır. Son İstanbul-Kartal mitingi Emek ve Özgürlük ittifakı adına bu derslerle yüklüdür. Mitinge gösterilen ilgi ve mitingdeki coşku düzeyi, kitlelerin kendi yol arayışındaki ısrarın ve kararlılığın da dışa vurumuydu. Bu tablonun iyi okunması ve iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Kartal mitingine akan on binler, ileride akacak milyonların ön habercisidir. Sadece Emek ve Özgürlük İttifakıyla akit kurmuş milyonların değil ittifaka akma potansiyeli olan milyonların da müjdecisidir. Bu gerçek karşısında bütün gücümüzü ve olanaklarımızı, toplumsal ittifaklar, taban ittifakları kurmak için seferber etmek dönemin en stratejik görevlerindendir.
Söyleşi: Cemil Aksu