Direnmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmadı!
Yaşam alanlarına müdahaleye karşı saldırılar gündeme geldiğinde aklımıza ilk gelen yerlerden olur Doğu Karadeniz bölgesi. Hidroelektrik santralları (HES), Yeşil yol, taş ocakları, ağaç kıyımları ve ormanların talan edilmesi, yaylaların maden ruhsatlarıyla parsel parsel satılması , sahil dolguları ile denizin ve deniz canlılarının yok edilmesi. Aklınıza gelebilecek doğaya ait ne kadar saldırı alanı varsa bu bölge bunların tümünü yaşadı yaşıyor hala. AKP iktidara geldiğinden bu yana bu bölge HES projeleri ile gündem olmaya başladı. Coşkun akan dereleri, ırmakları sermayenin iştahını kabarttı bu yıllarda. Projeler hazırlandı, ülke çapında hazırlanan projelerin 400 kadarı bölgemize ihale edildi.
HES’ler yetmedi derelerin ıslah çalışmaları başladı. Sonra yaylalarımıza el attılar. “Yeşil yol” diye bir proje ile turizm söylemine sığınarak Samsun’dan Artvin’e kadar uzanan bölgeyi kapsayan yaylaları birbiriyle ve sahille bağlayan ticaret yolu projesi idi aslında işin gerçeği. 4 bin km gibi bir yol aksinin olacağı ( bağlantı yolları ile) bu projenin önemli bir bölümü bitmek üzere. Reklamları “Karadeniz’de yolculuk yeşile dönüyor” diye yapıldı. Bölge insanı turizm ile müthiş paralar kazanacağının hayalini kurarken direnenlere karşı çıktı. Sonradan yerlerinin kamulaştırıldığını, yaylalarının kadastro çalışmalarıyla ellerinden alındığını görünce her şey için artık çok geçti.
Bütün bu projelerin hayata geçirilmesi için, devletin bölgede yaşayan insanları bu projeler için ikna etmesi gerekiyordu. Çünkü yaşam alanlarının yok olacağını düşünen, buna inanan bölge halkı projelere karşı sesini yükseltmeye başlamıştı. Devletin sığındığı en etkili söylem de “ulusal bağımsızlık” söylemi oldu. Çünkü bölge halkının milliyetçi ve dinci yapısı çok iyi biliniyordu ve bu söylem şirketlerin ve devletin orada önünü açardı.
Nitekim de çoğu yerde bu söylem tuttu direnişler bölgede yaşayan insanların bu retorik üzerinden bölünmesine yol açtı. Pek çok yerde bu yüzden direnişler kırılmış oldu. Kırılamayan ve direnişlerin yoğun bir şekilde devam ettiği ve kazanımla sonuçlandığı etnik yapısı farklı vadiler oldu. Bu vadilerde de devlet kendini kolluk güçleri ile güç kullanarak göstermeye başladı. Bugün bunu güncel olarak İkizdere – İşkencedere vadisinde yaşıyoruz. Devletin kolluk güçlerinin yaşam alanlarını savunan kadınlara nasıl acımasızca müdahale ettiğini, biber gazı sıktığını gördük.
Bütün bu yaşananlar bize sermayenin insan yaşamına saldırısında gelinen son aşamanın kırsal alandaki nüfuzunun artırılması ve köylülerin de sermaye kapanı içine sıkıştırılması olduğu karşımızda artık. Köylülerin sermayenin yarattığı metalaşma baskısı karşısında, yani sermayenin başka gelir kaynakları arama uğraşı, doğaya ve yaşam alanlarına saldırısı vadilerde yaşayan köylüler tarafından erken fark edilmese de sonrasında kırsal kesimde bir dirençle karşılaştı. Bu direnç zaman içinde yaşananlardan öğrenilenlerin sonucudur. Çünkü yaşam herkese öğretiyor.
Peki bizi kandırdıkları söylem ve argümanlar neler ?
“İthal ettiğimiz elektriği kendi olanaklarımızla üreteceğiz…", “enerjide dışa bağımlılık ulusal bağımsızlığımızın önünde duran kocaman bir engeldir.” “doğalgaz ve kömür kullanarak ürettiğimiz enerjiyi, doğal kaynakları kullanarak gerçekleştireceğiz…", “ÇED raporları hazırlanacak, kaygılarınızı biliyoruz tamamen çevre dostu enerji santralleri olacak, verilen sözleri HES’i kuran şirketler yerine getirecek…" “HES’ten çıkan su yeniden kullanılabilecek, suyun yapısında bir bozulma olmayacak…" vb.vaadlerdi.
En önemli etken “ucuz enerji” yutturmacası oldu. Bölge halkının bir kısmı enerjiyi ucuza kullanacağına ikna edilmişti. “İthal ettiğimiz enerjiyi HES’ler çoğalınca bir kuruş verip kullanacağız.” Yıllarca bu masalları bize dinlettiler.
Yapım aşamasında dinamit patlatılması, ağaçların kesilmesi olağan sayılıyor. Akarsu yataklarının yönü değiştiriliyor. Molozları firma yetkilileri kaldırmıyor. Doğa elden gidiyordu!
Devleti yönetenlerin umurunda değildi bunlar. Ama umurunda olanlar vardı. Bölgede “yaşam alanlarımıza sahip çıkıyoruz” diye direnişler başladı. Çeşitli dernekler, platformlar kuruldu. Bunların en etkili olanı tüm neredeyse tüm Karadeniz’de vadi vadi örgütlenen ve direnişlerin baş aktörü olan DEKAP (Derelerin Kardeşliği Platformu) oldu. Bu direnişler bölgede bazı vadilerde HES’lerin yapılmasını mahkeme kararları ve bölge halkının inatçı direnişi ile durdurdu. Bu durum şirketleri daha acımasız yapmaya başladı. Artık gerçek yüzleri ortaya çıkmıştı. Projeleri hayata geçirebilmek için doğrudan devletin asker ve polisini halkın karşısına çıkarmaya başlattılar. Olmadı, kendilerine bölgenin feodal yapısını kullanarak büyük ailelerden taşeronlar seçtiler. Mafyatik ilişkileri kullanarak direnişin aktörlerini korkutup sindirmeye çalıştılar. Bazı yerelliklerde bunu becerdiler.
Binlerce yıllık tarih, kültür, iş makinelerinin darbeleriyle yok edildi, suların altında kaldı...
Bu arada doğanın dengesi bozuldu, Karadeniz yaylalarına doğru dürüst kar yağmamaya başladı. Bilim insanlarının söylediklerine göre bölgede iklim çok fazla değişikliğe uğradı.
Denizlerimizi kirletmiş, akarsularımızı HES’çilere teslim eden bir ülke olmuştuk!
Bugün hâlâ giremedikleri Artvin Arhavi’de Pilarget Vadisi’nde yapmayı düşündükleri HES için yeniden sahadalar. Bilgilendirme toplantısı yapmak isteyen MNG Holding halkın tepkisi ile karşılaştı. MNG’nin üç harfini veren şirketin sahibi Mehmet Nazif Günal, Arhavili’dir. Şirket yetkilileri ile Arhavi halkı tekrar karşı karşıya geldi. Pandemi koşullarını avantaja çevirmek isteyen şirket tekrar bölgeye geldi.
Aynı şekilde Rize İkizdere İşkencedere vadisinde, Cengiz İnşaatın Rize İyidere’de yapacağı liman inşaatı için taş ocağı açmaya çalışıyorlar. Cengiz İnşaat’ın sahibi Mehmet Cengiz, Rize Kalkanderelidir. Doğal yapısından dolayı koruma altına alınan 200 bölgeden biri olan bu vadi endemik türleri, deli balı ile meşhur ve organik çay tarım alanı olan bir bölge. 250 haneli beş yerleşim yerinin de aynı zamanda su kaynağı. Özellikle suya ulaşılamayan böyle bir zamanda bölgenin atılacak dinamitler ile suyunun da yok edilecek olması başka bir insanlık suçudur.
Bölgede yaşayanlardan birinin kameralara yüksek sesle bağırarak söylediği gibi “Cengiz’in kamyonları boş kalmasın diye bize bu kötülük yapılıyor”. Evet bir Cengiz’in çıkarları için 250 haneli bir yerleşim yerinin yaşam alanları yok ediliyor. Hepsi bir Cengiz Holding etmiyor maalesef.
Bütün bu yaşananlar bize tekrar gösterdi ki, AKP iktidarı şirketlerle bize ve yaşam alanlarımıza saldırmaya devam edecek. Hukuksal hiçbir süreci beklemeyen şirketler zaten arkalarında olan devlet ve onun kolluk güçleriyle bölgenin çeşitli yerlerine de tekrar saldırılara başladı. Ordu, Korgan’da yaşananlar, Pilerget vadisi, İşkencedere vadisi vb bölgenin yeniden ısınmaya başladığının işaretlerinden oldu.
Vahşi kapitalizm diye tariflediğimiz olgunun ne dini vardır ne de imanı!
Dini ve imanı olduğunu söyleyen AKP iktidarıyla birlikte tam gaz yol alıyorlar işte.
Suyumuzu, havamızı, çevremizi, denizimizi, akarsularımızı, göllerimizi, toprağımızı acımasızca sömürmeye, yok etmeye devam ediyorlar.
Bütün bilimsel açıklamaları yok sayan iktidar ve onun işbirlikçileri insanların koronavirüsle olan mücadelelerine rağmen bu durumu fırsat bilerek saldırmaya devam ediyor.
Vahşi kapitalizmin vahşi enerji politikası, sömürü düzeni, doğal yaşamı yok etti.
Çevrenin kirletilmesine sınıfsal açıdan baktığınızda, sermayenin, vahşi kapitalizmin ayak izlerini görürsünüz.
Çevre ve yaşam mücadelesi sınıf mücadelesi ile birleştirilemedikten sonra tüm direnişler bir zaman sonra kırılacak ve geri dönülmesi zor, hatta imkansız şartlar ortaya çıkacaktır.
Sermaye ve sermaye sınıfının iktidarı, iktidarları...
Suyumuzu çalan onlar, ekmeğimizi çalan onlar!
Dün bir başkası bugün AKP, ya da yarın bir başkası olarak karşımıza çıkacaklar.