Siyasi Davalar ve Türkiye’nin Geleceği
“ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük” A. TELLİ
I. Dönüm Noktasında Türkiye
Türkiye, uzun yıllardır süregelen “hukukun siyasallaşması” tartışmalarının en sert biçimlerini, özellikle siyasal figürlerin yargılanma süreçlerinde deneyimlemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ kararları; Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay kararı; yerel mahkemelerin ısrarla yerine getirmediği tahliye hükümleri; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na açılan davalar ve CHP’li belediye başkanlarının tutuklanmaları… Bütün bu dosyalar, tek tek kişisel özgürlükler meselesi olmanın ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşme kapasitesini ve siyasal rejimin niteliğini doğrudan tayin eden davalardır.
Hukukun sistematik biçimde araçsallaştırılması, yargının bağımsızlığını aşındırmakla kalmamakta, aynı zamanda siyasal iktidarın stratejik çıkarlarına hizmet eden bir mekanizma haline gelmektedir. Bu tablo, Machiavelli’nin Prens adlı eserinde dile getirdiği güç anlayışını hatırlatmaktadır. İktidar, demokratik hukuk devleti ilkelerini meşruiyet aracı olarak kullanmakta; ancak bu ilkeleri gerektiğinde askıya alarak siyasal iktidarını tahkim etmektedir.
Bu yaklaşım, klasik anlamda “Makyavelist” bir pragmatizmi yansıtır. Özellikle AİHM kararlarının uygulanmaması, yargı süreçlerinin siyasal amaçlarla yönlendirilmesi ve güvenlik söyleminin demokratik hakların önüne geçirilmesi, iktidarın amaç–araç ilişkisini hukuk devleti aleyhine kurduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, barış ve demokratikleşme yönünde atılan adımlar da çoğu kez samimi bir demokratikleşme iradesinin ürünü değil, konjonktürel güç hesaplarının parçası olarak ortaya çıkmaktadır.
II. Yargının Siyasallaşması
Türkiye’de son yıllarda görülen siyasi davalar, yalnızca bireysel hak ihlalleri değil; aynı zamanda anayasal düzenin işleyişi ve demokratik temsilin sürdürülebilirliği bakımından da kritik bir eşik oluşturmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) içtihatları, farklı dosyalarda aynı yönelimi teyit etmektedir: yargının muhalefeti etkisizleştirme aracı olarak kullanılması.
1. AİHM Kararları
Öcalan/Türkiye (2005, 2014):
Yargılamanın adil olmadığı (m. 6), tutuklamada usulsüzlükler bulunduğu (m. 5) ve şartlı tahliye imkânı bulunmayan ağırlaştırılmış müebbetin “umut hakkını” ihlal ettiği (m. 3) saptandı. Dosya, Kürt meselesinde barışçıl çözüm ihtimaline işaret etmeyi sürdürmektedir.
Kavala/Türkiye (2019, 2022 BD):
Tutuklamanın siyasi saiklerle yapıldığı (m. 5, m. 18), Türkiye’nin kesinleşmiş karara uymadığı ve ihlal prosedürüne tabi tutulduğu belirlendi. Bu, AİHM tarihinde nadir görülen ağır bir ihlaldir.
Demirtaş/Türkiye No. 1 ve No. 2 (2015, 2018, 2020 BD):
Siyasal konuşmaların cezalandırılması ifade özgürlüğünü ihlal etmiş; makul şüphe bulunmaması ve tutuklamaların siyasi amaçlı olması nedeniyle seçilme hakkı ve demokratik çoğulculuk zedelenmiştir (m. 5, m. 10, m. 18, Ek Protokol m. 3).
Yüksekdağ ve Diğerleri/Türkiye (2022):
Tutuklamanın makul şüpheye dayanmadığı; ifade özgürlüğü, seçilme hakkı ve siyasal temsilin ihlal edildiği tespit edilmiştir.
Bu örnek içtihatlar, AİHM’in Türkiye’de yargının siyasal amaçlarla kullanıldığına dair sistematik bir değerlendirme geliştirdiğini göstermektedir.
2. Anayasa Mahkemesi Kararları
Can Atalay Kararı (2023):
Seçilme hakkı (AY m. 67), özgürlük ve güvenlik hakkı (AY m. 19) ve yasama dokunulmazlığının (AY m. 83) ihlal edildiğine hükmedildi. Ancak Yargıtay’ın karara uymaması ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunması, Anayasa’nın 153. maddesindeki bağlayıcılık ilkesini fiilen askıya almış ve açık bir anayasal kriz yaratmıştır.
Önceki Balbay ve Haberal kararlarıyla başlayan “seçilmiş temsilcilerin korunması” içtihadı, Atalay dosyasında somutlaşmıştır. Ancak uygulama direnci, AYM’nin sistem içindeki konumunu zayıflatmıştır.
3. Yerel Yönetimler ve Demokratik Temsil
Öteden beri Kürdistan bölgesinde, şimdi de batı bölgesinde CHP’li belediye başkanlarının görevden alınması veya tutuklanmaları, yalnızca bireysel hakların değil, seçmen iradesinin ihlalidir. AİHM’in Paksas/Litvanya (2011) ve Tănase/Moldova (2010) kararları, temsil hakkına getirilen orantısız sınırlamaların demokratik çoğulculuğu zedelediğini açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, seçilmiş yerel yöneticilerin görevlerini güvence altına almaktadır.
İktidarın belediye başkanlarına yönelttiği ‘ya bize katıl, ya cezaevine gir’ tehdidi, yalnızca bireysel bir baskı değil, doğrudan seçmen iradesine müdahaledir. Aynı zamanda bu, Chomsky’nin deyimiyle bir ‘rıza imalatı’dır: zorla hizaya sokulan muhalefet ve hutbelerle üretilen sessiz onay, aynı stratejinin parçalarıdır. Oysa demokratik temsil, yalnızca seçim sandığında değil; hukukun, seçilmiş iradeyi koruyacak biçimde işletilmesinde anlam kazanır. Hukukun siyasallaştırıldığı yerde seçim, irade beyanı olmaktan çıkar; yalnızca iktidarın meşruiyetini yeniden üretme aracına dönüşür. Türkiye’de demokrasi, bugün hem cami kürsüsünden hem de cezaevi duvarlarından kuşatılmaktadır.
Bugün DEM Partili belediye başkanlarına yönelik kayyum uygulamaları ya da Ekrem İmamoğlu hakkında açılan davalar, seçilmiş iradeye yönelen bu baskının güncel örnekleridir.
Örneğin Diyarbakır’da kayyum atamalarının ardından hutbelerde ‘birlik ve beraberlik’ vurgusunun öne çıkması, siyasal tasfiyenin dini meşruiyet zemininde desteklenişinin tipik örneğidir.
4. Genel Değerlendirme
Tüm bu davalar, farklı kişiler ve bağlamlarda görünse de aynı noktada birleşmektedir:
Tutuklamalar siyasi amaçlıdır; ifade özgürlüğü ve siyasal temsil sistematik olarak sınırlandırılmaktadır; Anayasal bağlayıcılık ilkesi fiilen tartışmalı hale gelmiştir; seçmen iradesi idari ve yargısal müdahalelerle zayıflatılmaktadır.
Dolayısıyla bu dosyalar, birbirinden kopuk bireysel hak ihlalleri değil, ortak bir stratejinin parçalarıdır: yargı yoluyla muhalefeti etkisizleştirme. Bu strateji, yalnızca bireylerin özgürlüğünü değil; Türkiye’nin anayasal düzenini, Avrupa Konseyi üyeliğini ve demokratik geleceğini doğrudan ilgilendiren bir “sistem krizi”ne işaret etmektedir.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye hakkında başlattığı ihlal süreci de, bu krizin yalnızca ulusal sınırlarla sınırlı kalmadığını; uluslararası hukuk düzleminde de Türkiye’nin demokratik meşruiyetini tartışmalı hale getirdiğini göstermektedir.
Nitekim Türkiye’nin gri listeye alınma riski, yalnızca hukukun değil, ekonominin de bu krizden bağımsız olmadığını göstermektedir.
III. Dosyaların Ortak Noktası
Bu davaların tümünde ortak biçimde gözlenen husus, “yargı yoluyla muhalefeti etkisizleştirme” stratejisidir.
Öcalan dosyası, Kürt meselesinde barışçıl çözüm ihtimalini; Kavala davası, bağımsız sivil toplumun varlığını; Demirtaş ve Yüksekdağ kararları, Kürt siyasal temsilini; İmamoğlu ve diğer belediye başkanları, muhalefetin yerel yönetim gücünü; Can Atalay dosyası ise hem Gezi süreci hem de seçilme hakkı üzerinden toplumsal muhalefetin geniş kesimlerini hedef almaktadır.
Bu örneklerin tamamında yargı, yalnızca hukukun uygulanma aracı olmaktan çıkarak, siyaset mühendisliği işlevi gören ve muhalefetin alanını daraltan bir aktöre dönüşmüştür. Böylece yargı, iktidarın elinde demokratik çoğulculuğu bastırmaya yönelik bir siyasal araç haline gelmiştir.
Dolayısıyla söz konusu davalar, yalnızca bireysel hak ihlalleri olarak görülemez; bunlar, Türkiye’de otoriterleşme sürecinin kurumsal dinamiklerini açığa çıkaran örneklerdir. Gelinen noktada mesele, artık bireylerin hak ve özgürlüklerinden ibaret değildir. Asıl soru, Türkiye’de demokrasinin mi yoksa otoriterliğin mi kurumsallaşacağıdır.
IV. Cezaevleri
Bugün Türkiye’de cezaevleri, yalnızca suçluların değil; muhalefetin, gazetecilerin, öğrencilerin ve hatta çocukların doldurulduğu mekânlara dönüşmüş durumda. Adalet Bakanlığı verileri çarpıcı: 2023 Kasım’ında 273 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı, Mart 2025 itibarıyla 398 bin 694’e çıktı. 301 bin kişilik kapasiteye karşın 400 bini aşan nüfusla cezaevleri yaklaşık yüzde 33 oranında kapasite fazlasıyla işliyor. Her dört kişiden biri beton zeminde yatıyor; 3 bin 750 çocuk hâlen tutuklu bulunuyor.
Bu tablo, salt bir adalet sorunu değil, doğrudan demokrasimizin geleceğini tayin eden bir siyasal tercihtir. Zira artışın temel nedeni yalnızca suç oranlarındaki yükseliş değil, tutuklamanın siyasi dosyalarda cezalandırma aracına dönüşmesi ve denetimli serbestlik ile şartlı tahliyelerin keyfi biçimde engellenmesidir. Cezaevleri böylece adaletin değil, siyasal mühendisliğin mekânı haline gelmiştir. Çünkü hukuk, yalnızca bireylerin değil, toplumun da ortak yaşam güvencesidir. Hukukun siyasallaştığı yerde cezaevleri, adaletin değil, siyasal tasfiyenin araçları haline gelir.
Nitekim Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkında verilen AİHM kararlarının, Can Atalay hakkında verilen AYM kararının uygulanmaması; yalnızca bireysel hak ihlali değil, aynı zamanda cezaevlerinin siyasal davalarla doldurulmasının en çarpıcı örnekleridir.
Bir yanda kapasitesinin çok üzerinde insanla doldurulan cezaevleri, diğer yanda tutuklamanın yargılamanın amacı dışında fiili mahkûmiyet olarak kullanılması… İktidar, işi öylesine şirazesinden çıkarmış durumda ki Türkiye, cezaevi pratiğinde adeta Saddam döneminin Irak’ına benzetilebilir hale gelmiştir. Bu manzara yalnızca insan hakları ihlallerini değil, Türkiye’nin önünde duran büyük bir “sistem krizi”ni de gözler önüne sermektedir.
Adalet Bakanlığı verilerine göre kapasite fazlası yalnızca istatistiksel bir sorun değil; fiilen sağlık hakkından eğitime kadar temel insani koşulları ortadan kaldıran bir uygulama haline gelmiştir.
V. Demokratikleşme Senaryoları
1. Olumlu Senaryo: Demokratik Açılım
AİHM kararlarının uygulanması, AYM’nin bağlayıcılığının yeniden teyit edilmesi ve tutuklu siyasetçilerin serbest bırakılması, Türkiye’yi yeni bir demokratikleşme dalgasına taşıyabilir. Böyle bir gelişme:
Avrupa Konseyi nezdinde güven tazeler; AB üyelik sürecini yeniden canlandırır; Kürt meselesinde barışçıl çözüm ve müzakere kanallarını açar; Sivil toplumun ve yerel yönetimlerin güçlenmesiyle demokratik meşruiyeti pekiştirir; hukuk güvenliğini tesis ederek hem toplumsal barışa hem de ekonomik istikrara katkı sağlar.
Bu tablo, 2000’li yılların başındaki reform sürecini hatırlatır; ancak bu kez daha geniş bir toplumsal mutabakata ve çok aktörlü siyasal katılıma dayanma potansiyeli taşır.
2. Olumsuz Senaryo: Derinleşen Kriz
AİHM ve AYM kararlarının uygulanmaması halinde ise:
Avrupa Konseyi’nde ihlal prosedürü ve yaptırım riski artar, Türkiye uluslararası alanda yalnızlaşır; yatırım ortamı ve ekonomik istikrar ağır biçimde zedelenir; siyasetin yargı eliyle dizaynı, literatürde “rekabetçi otoriterlik” olarak tanımlanan rejim tipinin kurumsallaşmasına yol açar; demokratik kanalların kapanması, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir, genç nüfusta beyin göçünü hızlandırır; siyasal meşruiyetin aşınması kitlesel protestoları ve sivil itaatsizlik biçimlerini yaygınlaştırabilir.
Bu senaryo, yalnızca bireysel hak ihlalleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin anayasal düzeni ve uluslararası yükümlülükleri açısından yapısal bir rejim krizi anlamına gelir.
3. Ara Senaryo: Hibritleşme
Türkiye’de geçmiş örneklerde olduğu gibi, üçüncü bir ihtimal de ortaya çıkabilir: Kararların kısmen uygulanması, fakat bütüncül bir demokratikleşme sürecine girilmemesi. Bu durumda:
Uluslararası baskılar hafifletilir; ancak içeride demokratikleşme yalnızca “sembolik” düzeyde kalır; hukuk güvenliği tam olarak tesis edilemez ve siyasal meşruiyet krizi derinleşmeye devam eder.
Bu ihtimal, Türkiye’nin uzun süredir içinde bulunduğu hibrit rejim (ne tam demokrasi ne de açık otoriterlik) dinamiklerini sürdürmesi anlamına gelir.
VI. İmamoğlu Faktörü
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yöneltilen davalar, yalnızca bir yerel yöneticiye karşı açılmış yargısal süreçler değildir; bu davalar, Türkiye’de muhalefetin gelecekteki siyasal liderliğinin dizayn edilmesi girişimi olarak okunmalıdır.
2019 İstanbul seçimlerinin iptali ve yenilenmesinde ortaya çıkan güçlü toplumsal tepki, Türkiye’de hâlâ canlı olan demokratik reflekslerin en belirgin göstergesidir. Halk, tekrarlanan seçimde daha büyük bir farkla İmamoğlu’nu yeniden seçerek yalnızca bir belediye başkanını değil, aynı zamanda sandığın üstünlüğünü ve seçim meşruiyetini savunmuştur.
İmamoğlu dosyası, diğer siyasal davalardan farklı olarak, doğrudan iktidar–muhalefet dengesi ile ilgilidir. Kayyum uygulamaları ve belediye başkanlarının görevden alınmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, bu dosya yalnızca belirli siyasetçilerin değil, doğrudan halkın seçme ve seçilme hakkının hedef alındığını göstermektedir. AİHM’in Paksas/Litvanya (2011) ve Tănase/Moldova (2010) kararlarında vurgulandığı üzere, seçilmiş temsilcilerin idari veya yargısal yollarla siyaset dışına itilmesi, demokratik çoğulculukla bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda İmamoğlu davası, Türkiye’nin Avrupa Konseyi yükümlülükleri açısından da kritik bir test niteliği taşımaktadır.
Yerel yönetimler üzerinde kurulan bu yargısal baskı, aynı zamanda muhalefetin ulusal ölçekte alternatif bir liderlik çıkarma kapasitesini sınırlamayı amaçlamaktadır. İmamoğlu’nun şahsında yürütülen davalar, siyasal rekabetin serbest seçimler yoluyla değil, yargısal süreçler eliyle şekillendirilmesinin tipik örneği olarak görülmelidir.
Dolayısıyla bu faktör, yalnızca bireysel bir dava değil; Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin geleceğini belirleyecek temel eşiklerden biridir. İmamoğlu’na yönelik davaların seyri, hem ulusal siyasal dengeleri hem de uluslararası düzeyde Türkiye’nin demokratik standartlara bağlılığını doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle İmamoğlu dosyası, Türkiye’de otoriterleşme ile demokratikleşme arasındaki hattın nerede çizileceğini belirleyecek en kritik siyasal göstergelerden biri haline gelmiştir.
2019 seçimlerinin tekrarında halkın daha büyük bir farkla İmamoğlu’nu yeniden seçmesi, siyasal mühendisliğe karşı sandığın en güçlü itirazı olmuştur.
VII. Bir Eşik Anı
Türkiye, bugün yalnızca bazı siyasetçilerin veya aktivistlerin bireysel özgürlüğünü değil, kendi demokratik geleceğini tartışmaktadır. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanıp uygulanmaması, yalnızca yargı bağımsızlığı meselesi değil; siyasal rejimin yönünü tayin edecek stratejik bir eşik anıdır.
Sürecin olumlu yönde gelişmesi, Türkiye’ye yeni bir demokratikleşme hikâyesi yazma imkânı sunacaktır. Bu hikâye yalnızca hukuki reformlardan ibaret olmayıp, toplumsal barışın, siyasal katılımın ve demokratik meşruiyetin yeniden güçlenmesi anlamına gelecektir. Buna karşılık, aksi yönde gelişmeler Türkiye’yi uluslararası izolasyona sürükleyebileceği gibi, içeride de otoriterleşme eğilimlerini derinleştirecektir.
Bugün görülmekte olan davalar, “birkaç kişinin davası” değil, hepimizin ortak geleceğini ilgilendiren bir anayasal demokrasi davasıdır. Bu nedenle hukuki ve siyasal mücadele, aynı zamanda bir vicdan mücadelesidir. Hukuksuzluğun istisna değil, yapısal bir kurgu haline geldiği koşullarda, farklı toplumsal kesimlerin birleşik mücadelesi, demokratik cumhuriyet idealinin en güçlü teminatıdır.
Anayasal Vizyon
Türkiye’nin demokratik geleceği tartışılırken yalnızca mevcut siyasal davalar değil, aynı zamanda uzun vadeli bir anayasal vizyon da önemlidir. Latin Amerika’da Ekvador (2008) ve Bolivya (2009) anayasalarında yer alan “ekolojik haklar” ile Almanya Anayasa Mahkemesi’nin 2021 tarihli iklim kararı, gelecek kuşakların haklarını da güvence altına alan örneklerdir. Benzer şekilde, Türkiye’de demokratik cumhuriyet perspektifinin ekolojik duyarlılık ve çoğulcu yurttaşlık anlayışıyla desteklenmesi, yalnızca bugünün krizlerini değil, yarının toplumsal ihtiyaçlarını da karşılayacak bir dönüşüm anlamına gelecektir.
Barış Hakkı
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu temel meselelerden biri de “barış hakkı”nın anayasal ve kurumsal düzeyde tanınıp tanınmayacağıdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 2016 tarihli kararında vurgulandığı üzere, barış hakkı, tüm insan haklarının kullanılabilmesi için ön koşuldur. Bu hakkın Türkiye’de güvence altına alınması, yalnızca bireysel özgürlüklerin değil, demokratik cumhuriyetin de sürdürülebilirliğinin teminatı olacaktır. Dolayısıyla AİHM ve AYM kararlarının uygulanması, aynı zamanda barış hakkının fiilen tanınması ve toplumsal barışın anayasal güvenceye kavuşturulması anlamına gelir.
Demokrasi yalnızca cezaevlerinde değil, cami kürsülerinde de sınanmaktadır.
Otorite karşısında, demokrasi için, üzüm gibi ezilmeye karşı direnmeye devam.