Kapitalizmin Yeni Birikim Rejimi ve Ekolojik Savaş
Son haftalarda bir sürü tartışmalar yaratan bir yasa; iklim yasası adı altında meclisten geçti. İklim krizi paravanı adı altında sermayenin önünü açacak, yeni birikim modeli yaratacak bir yasa bize gezegeni kurtarmak adına sunuldu.
Şimdiye kadar ekoloji mücadelelerin içinde yer aldım. Sermayenin doğaya nasıl saldırdığına şahit oldum. Tahribatı gördüm, insanlığa ve tüm canlılara, yaşam alanlarına verdiği zararı gördüm. Ne için olduğunu anlayabilmek için bu konuda onlarca kitap ve makale okudum. Pratikte gördüklerim ile okuduklarım arasında oluşturduğum bağı bu yazı ile okurlara anlatmak istedim. Ne oluyor, bir iklim krizi mi var, nedir bu yeşil düzen, yeşil enerji dedikleri şey, bunu gerçekten insanlık adına mı yapıyorlar, Kapitalizmi yaşatmak isteyen sermaye sınıfı insanlık adına olumlu ne yapabilir? İşte bütün bu soruların cevabını aradım hem okuduklarımda hem de mücadele ettiğim alanlarda.
Yeşilin Gölgesinde Kara Bir Yalan
21. yüzyılın en büyük aldatmacalarından biri, "yeşil dönüşüm" adı altında sahnelenen yeni sermaye birikim modelidir. Bir zamanlar gezegeni yaşanmaz hale getiren kapitalizm, şimdi kendini bu tahribatın “çözümcüsü” olarak yeniden sahneye sürmektedir. Oysa bu dönüşüm, bir vicdan muhasebesi değil, yeni birikim alanları yaratma ve kapitalist üretim ilişkilerini sürdürülebilirlik maskesiyle yeniden tahkim etme planıdır
Bu dönüşüm, başta Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Küresel Yeşil Yeni Düzen önerileriyle, küresel sermayeyi yeniden yapılandırmaya yöneliktir. "İklim dostu büyüme", "temiz enerji", "yeşil işler", "döngüsel ekonomi" gibi kavramlar üzerinden sermaye sınıfına yeni yatırım alanları açılmakta; doğanın kalan parçaları da karbon ticareti, teknoloji yatırımı ve yeşil altyapı adı altında metalaştırılmaktadır.
Aykut Çoban’ın da belirttiği gibi, bu yeni düzende enerji verimliliği, yenilenebilir enerji kaynakları, sürdürülebilir ulaşım, organik tarım gibi politikalar öne çıkarılmakta; ancak aynı zamanda eski sömürü ilişkileri korunmakta ve yeni formlar altında yeniden üretilmektedir. Karbon salımlarını sıfırlamak değil, dengelemek hedeflenmektedir. Ağaçlandırma, karbon tutma, karbon ticareti gibi yollarla sermayeye “çevreci” etiketi kazandırılırken, fosil enerji dışı kaynakların da madencilik, enerji kullanımı ve doğa üzerindeki baskısı göz ardı edilmektedir.
Yeşil dönüşüm, yalnızca ekolojik krize bir çözüm olmaktan uzak değildir; aynı zamanda mevcut toplumsal düzeni koruma stratejisidir. Thomas Friedman'dan Jeremy Corbyn’e, Noam Chomsky’den Avrupa Birliği Yeşilleri’ne kadar farklı çevrelerce savunulan bu politikalar, kapitalist büyümeyi iklim kaygısıyla yeniden inşa etmenin yollarını aramaktadır.
Avrupa Yeşil Mutabakatı, örneğin, büyümeyi sürdürürken iklim değişikliğini durdurmayı hedefler; ama bu hedefin bile altında yatan şey, emek sömürüsünü ve doğal kaynakların kullanımını yeni biçimlerde devam ettirmektir.
Yani sorun ne yalnızca karbon salımımıdır, ne de sadece enerji teknolojileridir. Sorun, krizi doğuran sistemin ta kendisidir. Yeşil dönüşüm adı altında önerilen her şey, kapitalizmin kendi yıkımını ‘temiz enerji’ örtüsüyle yeniden paketleyip pazara sürmesidir. İşte bu yüzden, bu “yeşil yeni düzen” bir devrim değil; planlı ve sistematik bir doğa gaspıdır.
Bunu pazarlarken de en büyük silahlarından biri bu yeşil dönüşümün daha fazla istihdam sağlayacağı yalanlarını da ortaya atmalarıdır. Çünkü ikna etmeleri gereken işçiler vardır. Bunu da “Adil Geçiş” adı altında sunmaktalar.
Yeşil Yeni Düzen, fosil ekonomiden çıkışı ve iklim krizine çözüm iddiasını taşırken, aslında sermayeye yeni birikim alanları açmakta ve emeği yeniden sömürmenin yollarını döşemektedir. Enerji verimliliği ve “yeşil işler” söylemleriyle, yoksulluğu azaltma ve adil geçiş vaatleri sunulsa da, bu düzen içinde emekçilerin yaşam koşullarında köklü bir iyileşme değil, sermaye düzenine rıza üretimi öne çıkıyor.
Sermaye sınıfının tüketim alışkanlıklarına dokunmadan, işsizlik ve yoksulluğun yükünü emekçilere yıkan bu modelde, sömürü yapısal olarak sürüyor. Kapitalizmin ekolojik sorunları çözmeye değil, yönetmeye çalıştığı bu düzende “adil geçiş”, aslında emeğin sömürülmesinin yeni kefareti olarak işliyor.
Kapitalizmi kurtarmaya çalışan bir iklim yasasının derdi sadece bu tür açılımlarla karşısında direnebilecek güçlere karşı bir rıza üretmeye çalışıyor. Kapitalizmi kurtaran bir yasa bizi ve doğayı feda ediyor demektir.
Bütün bunlara karşı doğayı ve yaşamı savunup bu yeşil yalanlarını ifşa edecek işleri önümüze koymalıyız. Ekoloji mücadelesinin bir tarafında da bu sınıfsal bakış olmalı ve en öne çıkarılmalıdır. Bir sermayenin talanı varsa orada sınıf mücadelesi vardır.
Chomsky’ye göre bunun için bir karşı duruş sergilenmemelidir. Bunun için iklim sorunu aciliyetini ortaya atar. Ona göre gerekli olan şey bu sınıfsal kavganın yerine şimdilik yeşil düzenin arkasında durmaktır. Kapitalizmi sona erdirmek zaman alır oysa acil yapılması gerekli işler ile kapitalizm içinde acil sonuçlar alırız. Yani bizi sermayenin yalanlarına inandırmak istiyor.
Bu yüzden iklim yasaları ya da “adil geçiş” politikaları yalnızca teknik çözümler olarak değil, sınıfsal ve politik araçlar olarak değerlendirilmelidir. Çünkü ortada sadece bir çevre meselesi değil, birikim ve sömürü rejimini yeniden yapılandırma hamlesi vardır. Sermaye sınıfı, doğayı koruma söylemiyle aslında yeni rant alanları yaratmakta, emeği daha fazla esnekleştirerek yeşil sömürünün zeminini hazırlamaktadır.
Bu koşullarda gerçek çözüm, emekçilerin, doğa savunucularının, köylülerin ve yoksul halkların birlikte hareket edeceği bir sınıf ittifakıdır. Bu ittifakın pusulası sadece karbon salımını değil, sömürü ilişkilerini de hedef almalıdır. Aksi hâlde, sermaye bizi “yeşil” vaatlerle eski düzene ikna ederken, biz ne doğayı ne de emeği koruyabiliriz.
Çünkü sınıfsal sömürünün devam ettiği hiçbir dönüşüm gerçekten adil değildir. Bize düşen görev, hem doğanın hem emeğin savunusunu birlikte ele almak, bu mücadeleyi kapitalizme karşı köklü bir sistem değişikliğiyle birleştirmektir.
Uzatmadan bu yasa ile bize sunulan yalanları açmaya çalışalım.
I. Karbon Yalanı: Sorun Sadece Co2 Mi?
Karbon salımı, iklim değişikliğinin en popüler kavramı haline getirildi. Ancak sorun yalnızca karbon salımı değil, enerjinin nasıl üretildiği, nasıl kullanıldığı ve kim tarafından kontrol edildiğidir.
Düşünün, bir santralde %35 verimlilikle elektrik üretiliyor, geri kalan %65’lik enerji ise “atık ısı” olarak doğaya salınıyor. Okyanuslar ısınıyor, atmosfer ısınıyor. Ama raporlarda bu görünmüyor. Çünkü “resmi hesap” sadece CO2 üzerine kurulu. Bu da büyük enerji şirketlerinin işine geliyor.
Örnek: Fransa’da nükleer santraller toplam enerjinin %70’ini üretiyor gibi görünse de, bu santraller aynı zamanda ülkenin en büyük ısı kirliliği kaynakları arasında. Fakat bu, “karbon sıfır” diye pazarlanıyor. Karbon yok ama deniz canlıları da yok.
Doğayı tahrip eden sadece kirli enerji değil; bu enerjiyi kimin kontrol ettiği, kimler için üretildiği ve hangi sınıfın çıkarına kullanıldığıdır.
“Kapitalizm, krizi çözmez; krizi yönetir. İklim krizi de onun için bir çözülecek sorun değil, yeni bir sermaye stratejisidir.”
John Bellamy Foster, Ekolojik Marksizm
Kapitalizmin iklim krizine verdiği yanıt, ilk bakışta teknik ve bilimsel gibi görünür. Atmosfere salınan karbon dioksit (CO2) miktarını azaltmak, karbon ayak izini küçültmek, karbon vergisi koymak, emisyon ticareti kurmak gibi adımlar, sistemin çözüm değil, maskelenme biçimleridir. Bu adımlar, ekolojik yıkımın kökenindeki üretim tarzını sorgulamaz; yalnızca onun sonuçlarıyla “pazarlık” yapar.
Karbon merkezli yaklaşım, sorunu yalnızca teknik bir emisyon problemi gibi gösterir. Sanki doğa ile insan arasındaki ilişki yanlış kurulmamış, sadece "yanlış hesaplanmış" gibidir. Bu, sınıf ilişkilerini ve mülkiyet yapısını görünmez kılmanın ideolojik bir biçimidir.
“İklim politikası, mülkiyet politikasıdır. Sera gazlarını kim salıyor? Kim üretiyor? Kim tüketiyor? Bunları konuşmadan iklim konuşmak, suçluyu değil gölgeyi tartışmaktır.”
Andreas Malm, Fosil Sermaye
Kapitalizm, iklim krizini sermayenin yeniden yapılanması için bir araca çevirdi. Bu süreçte çevresel sorunların tümü, karbon gibi miktarsal ve ticareti yapılabilir ölçülere indirgenerek “çözülebilir” kılınır. Ama bu çözüm, doğaya değil, büyük finans şirketlerine yarar.
“Karbon borsaları”, “emisyon ticareti sistemleri”, “karbon denkleştirme projeleri” gibi mekanizmalar sayesinde kâr elde edilir. Bu sistemde şirketler havaya daha az karbon saldıkları için ödüllendirilir ya da karbon salma hakkını başka şirketlere satarlar.
Örneğin: Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi (EU ETS), şirketlerin emisyon kotalarını alınıp satılabilir bir metaya dönüştürdü. Hava kirletme hakkı olanlar kirletmeye devam eder, temiz üretim yapanlar ise "fazla temizliğini" paraya çevirir. Yani kâr gene kâra gider.
Burada hava bir meta haline gelmiştir. Soluduğumuz hava, artık borsada alınıp satılan bir değer, spekülatif bir sermaye aracıdır.
Fiziği Anlamadan Politika Yapanlar
CO2, bir sera gazıdır. Evet. Ama ne zaman, nerede ve hangi bağlamda salındığı da önemlidir. Örneğin: Tarımsal üretimdeki metan (CH4) salınımı, küçük çiftçilerin üretiminde öne çıkarılırken; Havacılık, denizcilik, büyük sanayi gibi devasa sektörlerin emisyonları sürekli “gölge alan”da bırakılır.
Ayrıca karbon ölçüm modelleri sadece atmosfere bakar ama atık ısı, doğrudan toprak yıkımı, biyoçeşitlilik kaybı gibi unsurları dışarıda bırakır. Bu bilimsel değil, sınıfsal bir tercihtir.
“Kapitalist üretim sadece doğayı tüketmez, doğa kavrayışını da çarpıtır.”
Jason W. Moore
Marx, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi metabolik bir ilişki olarak tanımlar. Kapitalist üretim tarzı, bu metabolizmayı bozar. Tarımsal üretimde toprağın besin döngüsü bozulur, kent ve kır arasındaki enerji-madde dengesi yok olur. İşte bu durum "metabolik yarık" olarak adlandırılır.
“Kapitalist üretim, toprağın verimliliğini sürekli olarak tüketir... Toprağın yeniden üretimi için gerekli zaman ve enerjiyi tanımaz.”
Karl Marx
Bugün karbon merkezli iklim politikaları, bu metabolik yarığı onarmak bir yana, onu gizlemeye yarayan perdedir. Sınıfsal doğasını saklar, doğanın sermayeye tabi kılınmasını meşrulaştırır.
İstanbul’un bir gecekondu mahallesinde yaşayan Ayşe teyze, naylon poşet kullanıyor diye suçlu sayılıyor. Ama onun evi yalıtımlı değil, ulaşımı toplu değil, pazarı uzak. Günde 3 TL ile geçinmeye çalışan biri neden karbon salıyor diye hedef gösterilir? Çünkü sistem onu değil, onu hedef göstermeyi kârlı buluyor.
Çünkü bireyin ayak izi kolay yönetilir ama şirketin üretim izi, direniş gerektirir.
Bugün karbon anlatısı şunları sağlar:
1. Sistemin kökenindeki üretim ilişkilerini tartışma dışı bırakır.
2. Suçluyu bireysel tercihlere indirger.
3. Finans kapitalin eline yeni pazarlar sunar.
Ve bu nedenle iklim politikalarının merkezine karbonu koyan her çözüm, aslında sermayeyi merkeze koymuştur.
Karbon değil, üretim zinciri sorgulanmalı. Tüm iklim politikaları sınıf ilişkileriyle birlikte ele alınmalı.
Karbon borsası değil, kamusal enerji planlaması esas alınmalı. Kent-kır ilişkisi, Marx’ın metabolizma kavramı çerçevesinde yeniden kurulmalı.
“Kapitalist üretim süreci, yalnızca emek gücünün sömürüsüne değil; doğanın enerjisinin geri dönüşsüz tüketimine dayanır.”
John Bellamy Foster, Marx’s Ecology
II. Atık Isı: Görünmeyen Isı Görünmeyen Katliamdır
Bugün enerji üretiminde konuşulmayan ama gezegenin kaderini belirleyen büyük bir sorun var: atık ısı. Enerji üretiminin büyük bölümü, kullanılmayan ama doğaya salınan ısı şeklinde kaybedilir. Termik ve nükleer santrallerin çevresinde ölçülen mikroiklim değişimleri, bu tehlikenin boyutunu gösterir. Ama Paris İklim Anlaşması bu konudan hiç bahsetmez. Çünkü uluslararası enerji tekelleri bu “görünmeyen ısı”yı sermaye hesaplarına dahil etmez.
Karbon salımına odaklanmış egemen çevre söylemi, enerji üretiminin termodinamik gerçekliğini görmezden gelir. Oysa santrallerde üretilen enerjinin %60 ila %70’i kullanılamadan doğaya salınan ısıya dönüşür. Bu ısı, ne karbon raporlarında görünür ne de politik söylemlerde yer alır. Görünmez ama ölümcüldür.
Termik ve nükleer santrallerin büyük çoğunluğu, soğutma için su kaynaklarını kullanır. Bu sular tekrar doğaya salındığında, artık sadece sıcak değil, ekosistemi bozan bir ısı yüküdür. Nehirlerin, göllerin, denizlerin sıcaklığı birkaç derece arttığında, balıklar ölür, planktonlar yok olur, tarım alanları etkilenir.
Örnek: Fransa’da Loire Nehri kıyısındaki nükleer santraller, yaz aylarında nehrin sıcaklığını 4-5 derece arttırdığı için çevredeki tarım alanlarında mikroiklim değişiklikleri yaratmıştır. Ama resmi raporlarda bu değişiklik "karbon sıfır" etiketiyle kapatılır.
Bu durumda “yeşil enerji”, sadece görünmeyen bir ısıya değil, görünmeyen bir felakete dönüşür.
Termodinamiğin Politik Eleştirisi
1. Birinci Yasa: Enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez.
2. İkinci Yasa (Entropi Yasası): Enerji her dönüşümde bir kısmını işe yaramaz hale getirir; yani ısıya dönüşür.
Kapitalizm bu yasaları ekonomik körlükle işler. Sadece kullanılan enerjiye (kWh) odaklanır, kaybolan enerjiye bakmaz. Oysa üretim süreci hem emek hem doğa için yıkıcıdır çünkü bu “kaybedilen enerji”, aslında toplum dışına atılan yaşamdır.
“Enerjinin değeri, yalnızca kullanımında değil; toplumsal maliyetinde gizlidir. Kapitalizm bu maliyeti doğaya, halka ve geleceğe yükler.”
Andreas Malm
Küresel ısınma, sadece atmosferin değil, toprağın, suyun ve canlıların ısınmasıdır. Atık ısı, bizzat bu ısınmayı artıran görünmez katildir.
Örneğin: Enerji santrallerde yakıtın yalnızca %30’u elektriğe dönüşür. Geri kalanı ya soğutma faaliyetleri ile deniz suyunu ısıtır, ya da atmosfere "buhar" olarak çıkar. Ama raporlarda bu sadece “karbon sıfır enerji”dir.
Burada Marx’ın şu sözü yeniden anlam kazanır:
“Kapitalist üretim tarzı, yalnızca insan emeğini değil, doğanın kendi üretici güçlerini de sömürür.”
Karl Marx
Trabzon’un yüksek yaylalarında yaşayan Halime Teyze, her bahar sabahı yaylayı örten sisle uyanırdı. Son iki yıldır sis kayboldu. Çünkü yakınlarına bir HES yapıldı. Su artık boruda, ama borunun döşendiği istasyonlar gece boyunca sıcak çalışıyor. Toprak ısındı, sis buharla yer değişti. Arılar artık dağa çıkmıyor. Tohumlar zamanında çimlenmiyor.
Hiç karbon salımı yoktu, ama doğa öldü. İşte atık ısı böyle bir şeydir: görünmez ama dokunduğu her şeyi yakan sınıfsal bir alev.
Türkiye’de resmi enerji raporlarında santrallerin ısıl verimlilik oranları nadiren açıklanır. Çünkü bu oranlar genelde düşüktür ve kapitalist yatırımcıya zarar verir. Aynı zamanda: Termik santrallerin çevresindeki ısı farkları halk sağlığını etkiler. Tarımda mikroiklim değişiklikleri olur. Göçmen kuş rotaları bozulur. Ama Enerji Bakanlığı raporlarında bunlar istatistik bile değildir. Çünkü bu veri “piyasa değeri” taşımaz. Doğa, yalnızca verimli olduğunda görünürdür.
Foster’ın ekolojik Marksizmi, doğayı pasif bir dış çevre değil, toplumsal metabolizmanın aktif bir öğesi olarak tanımlar. Atık ısı, bu metabolizmanın bozulduğu yerde ortaya çıkar. Ve bu bozulma, üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Yani sorun teknoloji değil, üretim tarzıdır.
“Doğa ile insan arasındaki metabolizma, kapitalist üretimle birlikte kesintiye uğrar; enerji döngüleri parçalanır, denge yıkılır.”
John Bellamy Foster
Santrallerin verimlilik oranları halka açık olmalıdır. Atık ısı haritaları çıkarılmalı, tarım ve yerel iklim etkileri açıklanmalıdır. Enerji planlaması, sadece kWh değil; ısı, su, toprak etkilerini de içeren çoklu bir matrisle yapılmalıdır. Halk meclisleri oluşturulmalı ve yerel çevresel verileri izleme hakkına sahip olmalıdır.
Kapitalizm, görünmeyeni görmezden gelerek büyür. Atık ısı, tam da bu nedenle sistemin “sessiz suç ortağı”dır. Ne karbon borsalarında yeri vardır, ne gazetelerin ekonomi sayfalarında. Ama doğaya, tarıma ve emeğe verdiği zarar geri döndürülemez boyuttadır.
Ve bu nedenle bu ısı, sadece fiziksel değil; sınıfsaldır.
Atık ısıyı anlamadan iklimi anlayamazsın. Çünkü sömürü sadece toprakta, suda, havada değil; ısıda da saklıdır.
III. Madenler: Yeşil Enerjinin Kara Bedeni
Yeşil enerji teknolojilerinin kalbi, “kritik mineraller”de atıyor: lityum, kobalt, nikel, neodim… Ve bu minerallerin %90’ı, yoksul güney ülkelerinden çıkarılıyor. Ne pahasına? Çocuk işçilik, köy boşaltmaları, toprak zehirlenmeleri ve göç.
“Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi, sömürünün yalnızca biçimini değil, derinliğini de değiştirir.”
Ruy Mauro Marini, Süper Sömürü Teorisi
Bugün dünyaya yön veren enerji teknolojilerinin neredeyse tamamı, “kritik mineraller”e dayanıyor: Lityum, kobalt, nikel, neodim, nadir toprak elementleri... Bu mineraller, fosil yakıtlardan "yenilenebilir" teknolojilere geçişin omurgasını oluşturuyor. Ancak bu geçişin adı her ne kadar "yeşil enerji" olsa da, ardında kalan şey kara toprak, zehirli su ve çocuk cesetleriyle dolu bir sömürü coğrafyasıdır. Yeşilin sermaye için rengi, doların yeşilidir; doğanın değil.
Bugün dünyada çıkarılan kobaltın %70’inden fazlası Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden gelir. Bu madenlerin çoğu, denetimsiz, sigortasız, çıplak elle çalışan işçiler tarafından işletilir. Üstelik bu işçilerin büyük bir kısmı çocuklardır. Yerin metrelerce altından çıkarılan bu "yeşil cevher", Avrupa'nın karbon sıfır hayallerini süslerken, Afrika'nın derinleşen yoksulluğunun kaynağıdır. Ülkemizin de bu kadar saldırıya maruz kalmasının sebebi bu nadir elementlerin varlığıdır.
İşte tam burada Ruy Mauro Marini’nin "süper sömürü" teorisi devreye girer. Marini’ye göre klasik Marxist sömürü modeli (artı-değer üretimi), gelişmiş kapitalist ülkelerde belirli bir refah düzeyine ulaştığında, merkez ülkeler bu birikimi çevre ülkelerdeki emek sömürüsünü derinleştirerek sürdürür. Bu, sadece “daha fazla sömürü” değil; işçinin yeniden üretimini tehlikeye atan bir sömürü düzeyidir. Marini bunu “süper sömürü” olarak tanımlar.
“Süper sömürü, işçinin sadece artı-değer üretmesini değil, aynı zamanda kendi yaşamının yeniden üretimi için gerekli olan ücret düzeyinin de altına itilmesini ifade eder.”
Marini, Dialéctica de la Dependencia
Bu bağlamda, Afrika, Latin Amerika ve Asya'nın birçok bölgesinde çıkarılan madenlerin hikâyesi, sadece bir çevre yıkımı değil, aynı zamanda vahşi bir sınıf yıkımıdır. Kapitalizm, çevre ülkelerin emeğini daha uzun, daha tehlikeli, daha düşük ücretli, hatta ölümcül koşullarda çalıştırarak sürdürülebilirlik masalını finanse eder. Bugün bize de yaşatılmak istenen budur.
Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde, kapitalizmin olgunluk evresinde yeni pazarlar ve ucuz hammaddelere olan bağımlılığı detaylı biçimde analiz eder. Lenin'e göre kapitalist merkezler, kendi kâr oranlarını sürdürebilmek için çevredeki kaynaklara el koyar.
Bugün bu el koyuşun adı “yeşil enerji geçişi”dir. Örneğin; Almanya, “karbonsuz ulaşım” hedefi doğrultusunda elektrikli araç yatırımlarını hızlandırdı. Ancak bir elektrikli otomobil bataryası için ortalama 10 kg lityum, 20 kg nikel ve 15 kg kobalt gerekir. Bu madenlerin çoğu, Bolivya, Kongo, Şili gibi ülkelerde çıkarılmaktadır.
Peki o zaman şu soruyu soralım: Gerçekten “temiz enerji” mi bu? Yoksa yalnızca “başkalarının kirli emeğiyle” sürdürülen yeni bir birikim rejimi mi?
“Enerji dönüşümü”, görünürde çevreci bir politikadır. Ama içerikte emperyalist bir projedir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2050’ye kadar yenilenebilir enerji sektöründe kullanılacak nadir minerallerin ticaret hacminin 400 milyar doları aşacağını tahmin ediyor. Bu da yeşil enerji adı altında yeni bir sermaye döngüsü yaratmak anlamına geliyor.
Bu sömürü haritasında: Güney, hammadde üretim alanı, Kuzey, teknoloji üretim ve finans alanı, Türkiye gibi ülkeler ise lojistik, fason montaj ve çevresel atık sahası işlevi görür.
Bu tablo bize şunu söyler: Yeşil dönüşümün haritası sınıfsaldır, coğrafi değil. Tıpkı klasik emperyalizmde olduğu gibi, merkez ile çevre arasındaki eşitsizliği pekiştirir.
Şili’nin Atacama çölünde yaşayan 12 yaşındaki Javier’in elleri artık taş tutamıyor. Çünkü sabah saat beşten akşam sekize kadar taş kırıyor. Batarya için gereken lityum çıkarılıyor orada. Javier’in elleri şişmiş, sırtı kambur. Ama Avrupa’da bir aile onun çıkardığı maddeyle “çevre dostu” araba kullanıyor. Bu bir örnek tabi Şili dedik ama çok yakında bu örneği böyle gider ve bu saldırıyı durduramazsak aynı hikayeyi bizim için anlatmak zorunda kalacağız.
Bu tablo, Marx’ın şu sözünü hatırlatır:
“Bir ülke başka bir ülkenin ucuz emek gücünü kullanarak kendi refahını artırdığında, bu aslında kendi içindeki üretim ilişkilerinin dışa taşınmasıdır.”
Karl Marx, Grundrisse
Türkiye de bu sömürü zincirinin dışında değildir. Eskişehir’de Eti Maden'in lityum üretim tesisi açması, Balıkesir’de siyanürle altın çıkarma girişimleri, Kazdağları’ndaki ve Doğu Karadeniz bölgesinde ki madencilik saldırıları bu zincirin halkalarıdır. Türkiye burada hem maden sahasıdır, hem de "yeşil üretim" için iş gücü ve toprak sağlayan taşeron ülkedir.
Ama burada esas kurban doğa değil; toprağını kaybeden köylü, suyuna el konan kadın, çocuğu astım olan emekçidir. Bu nedenle mesele sadece çevresel değil, derin bir sınıf mücadelesidir.
Kritik madenlerin yağmalanması, yeni bir “yeşil emperyalizm” dönemini başlattı. Bu dönemin özü şudur:
Doğanın metalaşması devam eder, sadece görünümü değişir. Sömürünün biçimi “yeşil” olur, ama özü daha derinleşmiştir. İşçi sınıfı, bir yandan maden ocaklarında zehirlenir; öte yandan “sürdürülebilir gelecek” propagandalarıyla kandırılır.
Ve sonuçta: Kuzey ülkeleri daha fazla "yeşil enerji"ye ulaşırken, güney ülkeleri daha fazla çölleşir, daha fazla borçlanır ve daha fazla ölümle baş başa kalır.
Burada Marx’ın “ilkel birikim” kavramı yeniden canlanıyor. Bu kez kılıfı “yeşil”. Ama yöntem aynı: zorla el koyma, işgücü sömürüsü, doğa talanı.
IV. Hes’ler, Nükleerler Ve Türkiye: Yerel Bir Haritada Küresel Yalan
Türkiye, enerji yatırımlarında küresel sermayeye göz kırpıyor. Karadeniz’de her dere bir HES’e kurban edilirken, Akkuyu’da Rusya’nın sahibi olduğu bir nükleer santral inşa ediliyor. Enerji “milli” değil, şirketlerin. Su “kamu malı” değil, kâr aracıdır.
Rize’de bir köyde kadınlar dereyi savundu. Jandarma geldi. Kadınlar suyun içindeydi. “Su, bizim çocuklarımızın geleceği” dedi biri. Mahkeme HES’in iptalini verdi ama şirket başka vadide yeniden başladı. Sermaye geri adım atmaz; sadece yön değiştirir.
Türkiye’deki çevre mücadelesi, sınıf mücadelesidir. Çünkü bu projeler doğayı değil, köylünün mülksüzleşmesini hedef alır.
“Her büyük sermaye hareketi, önce haritada adı olmayan bir köyü hedef alır. Çünkü o köy, doğayla kurduğu bağ yüzünden sermayeye dirençlidir.”
Raymond Williams
Enerji politikaları, haritada çizilmiş sınırlar kadar sınıfsal sınırları da belirler. Türkiye’de HES’ler (Hidroelektrik Santralleri), nükleer yatırımlar ve jeotermal projeler, yalnızca enerji üretimi değil, aynı zamanda mekânsal tahakküm, mülksüzleştirme ve sınıfsal yeniden yapılandırma araçlarıdır.
Bugün Karadeniz’in dereleri, Ege’nin zeytinlikleri, Akdeniz’in kıyıları yalnızca enerji şirketlerine değil, küresel sermayeye açılmış “yeni birikim alanları”dır.
2000’li yılların başından itibaren Türkiye’de binlerce HES projesi gündeme geldi. Bunların büyük kısmı Doğu Karadeniz’in kırsal alanlarında, küçük dereler üzerine inşa edildi. “Temiz enerji” söylemiyle pazarlanan bu projelerin arka planında, suyun ticarileştirilmesi ve doğrudan yerel halkın yaşam alanlarının gasbı yer aldı.
Örnek: Rize’nin Fırtına Vadisi’nde 2010 yılında yapılmak istenen HES projesi, bölge halkının fiili direnişiyle iptal edildi. Ancak şirket 5 yıl sonra aynı vadiye başka bir koldan giriş yaptı. Bu, sermayenin geri adım atmayacağını; sadece yön değiştireceğini gösterir.
HES projeleri doğaya üç yönlü saldırı içerir:
1. Ekolojik: Su borulara alınır, akış rejimi bozulur, canlılık sona erer.
2. Sosyo-kültürel: Su, köylünün yaşam kültürünün parçasıdır. Boruya alınması, kültürel kopuş yaratır.
3. Ekonomik: Tarım, hayvancılık, arıcılık gibi faaliyetler biter; halk geçim kaynaklarını kaybeder.
Burada yaşanan şey doğrudan bir mülksüzleştirme sürecidir. Marx’ın “ilkel birikim” dediği sürecin yeni biçimi.
Türkiye’nin Akkuyu ve Sinop’ta kurmakta olduğu nükleer santraller, enerji bağımsızlığı söylemiyle savunulsa da, pratikte devlete entegre olmuş yabancı sermaye projeleridir. Akkuyu örneğinde, santral Rusya’ya ait ve 60 yıl boyunca enerji üretimi doğrudan Rosatom şirketi tarafından kontrol edilecek.
Akkuyu’da Türk devleti altyapıyı sağlıyor, araziyi bedelsiz veriyor, alım garantisiyle enerji satın alıyor, ancak üretim şirketin. Bu tam anlamıyla bir devlet güvenceli özel sermaye modelidir.
Nükleer santrallerin yaratacağı sorunlar:
Yüksek ısı çıkışı → deniz canlılarında ölüm
Atık sorunları → nesiller boyunca taşınacak radyasyon riski
Enerji merkezi → bir bölgenin tüm ekosistemini tehdit eden tekil kontrol
“Devletin enerjiyi kamusal ihtiyaç olarak değil, stratejik yatırım alanı olarak görmesi, enerji politikalarının artık egemenlik aracına dönüşmesidir.”
Antonio Gramsci
Türkiye’de enerji yatırımlarına karşı çıkanların çoğu, doğrudan etkilenen yerel halk, kadınlar, çiftçiler ve köylülerdir. Çünkü bu projeler onlara hayatın temelini kaybettirir: toprak, su, geçim ve kültür.
Artvin’in Cerattepe bölgesinde halk, altın madeni projesine karşı aylarca nöbet tuttu. Kadınlar önde yürüdü. Devlet “milli çıkar” dedi, halk “yaşam hakkı” dedi. Proje hala askıda. Bu, sermaye ile halk arasındaki çatışmanın çevresel görünümlü sınıf savaşıdır.
Ve bu nedenle mücadele çevreci değil, ekososyalist bir temele oturmak zorundadır. Çünkü doğa bir değer değil, yaşamın üretim zeminidir.
Karadeniz: HES'lerle vadilerin işgali
Ege: Jeotermal ve RES projeleriyle tarım alanlarının tüketimi
İç Anadolu: GES projeleriyle meraların dönüşümü
Akkuyu ve Sinop: Nükleerle kıyıların özel mülkiyete devri
Bu harita, enerji üretimi haritası değil; mülksüzleştirme ve tahakküm haritasıdır.
Türkiye’deki enerji yatırımlarının sınıfsal doğasını anlamak için şu sorular sorulmalıdır:
*Enerjiyi kim üretiyor?
*Kim için üretiyor?
*Kim karar veriyor?
*Kim sonuçlarına katlanıyor?
Eğer enerji üretimi halkın denetiminde değilse, bu süreç halk için değil, sermaye için yürütülmektedir.
Marx’ın "üretici güçler" kavramıyla Gramsci’nin "hegemonya" kavramı bir araya geldiğinde, enerji politikalarının sadece ekonomik değil, ideolojik bir iktidar aracı olduğunu görebiliriz.
Enerji üretimi kamusallaştırılmalı; karar süreçleri yerel halk komitelerine açılmalı. HES, nükleer, jeotermal gibi projeler yalnızca teknik raporlarla değil; halk oylamalarıyla onaylanmalı. Doğa ile yeniden kurulan ilişki, sermaye değil; toplumsal ihtiyaç temelinde tanımlanmalı. Köylülerin, kadınların ve yerel halkın örgütlenme hakları anayasal güvenceye alınmalı.
Bugün Türkiye’de yaşanan doğa yıkımı, yerel bir çevre sorunu değil; küresel kapitalizmin yeşil maskeli yeni sömürü rejiminin ulusal izdüşümüdür. Her HES bir vadiden su çalarken, her nükleer proje bir geleceği ipotek altına alıyor.
Ama bu yalnızca ekolojik değil, aynı zamanda bir devrim meselesidir. Çünkü doğa için değil; doğayla birlikte insanı savunmak, geleceği savunmaktır.
V. Yeni İklim Yasası Ve Yeşil Dönüşüm: Neyin Dönüşümü?
Avrupa Yeşil Mutabakatı, Türkiye’ye karbon vergileri, emisyon ticareti, sıfır atık yatırımları diye yansıdı. Ama asıl amaç, Türkiye gibi ülkelere “yeşil borç” yüklemekti. Dünya Bankası ve IMF, çevreci kredi adı altında Türkiye’nin madenlerini, su kaynaklarını ve ulaşım altyapısını yeniden dizayn ediyor.
Örnek: İstanbul’da yapılmak istenen ‘Yeşil İstanbul Metro Projesi’, Çin sermayesinin kontrolünde, Japonya kredisiyle ve AB iklim fonuyla finanse ediliyor. Proje boyunca 3 bin kişi yerinden edildi. Yeşil diye sunulan şey, aslında rant ve mülksüzleştirme.
“Kapitalizm doğayı yıktıktan sonra, onun yerine koyduğu şey ‘doğanın piyasasıdır.’”
Ulrich Brand
Yeşil dönüşüm. Adına bakınca umut veriyor: karbon sıfır, sürdürülebilirlik, çevreci yatırımlar…
Ancak içeriğine inince, karşımıza çıkan şey; doğanın, emeğin ve geleceğin, yeniden finansallaştırılmış hali. Çünkü bu dönüşüm, ne üretim tarzını ne de sınıf ilişkilerini sorgular. Sadece dış görünümünü değiştirir.
Adına “iklim yasası” dense de; bu yasa doğayı değil, sermayeyi korur.
Avrupa Birliği, 2019’da Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı ilan etti. Hedef: 2050’ye kadar karbon nötr kıta olmak. Ancak bu hedefe ulaşmak için gereken teknoloji, altyapı ve dönüşüm maliyeti en az 2 trilyon euro.
Peki bu parayı kim ödeyecek?
Güney Avrupa ve Güney Kıta ülkeler ülkeleri .AB dışındaki çevre ülkeler (Türkiye, Ukrayna, Fas vb.),
Ve “iklim fonları” adı altında borçlandırılan tüm yoksul ülkeler.
Bu mutabakat; sermayeye yeni yatırım alanları açmak, çevre ülkeleri “yeşil üretim zincirine” ucuz işgücü ve kaynak deposu olarak entegre etmek anlamına geliyor.
“Yeşil dönüşüm, borçla şekillenmiş bir sermaye planıdır. Üretimin değil, finansın ekolojik stratejisidir.”
Patrick Bond
Türkiye dahil pek çok ülke, karbon salımını kontrol altına almak için “emisyon ticaret sistemleri” kuruyor. Bu sistemde, şirketler karbon salma haklarını “kota” olarak alıyor ve kullanmadıkları hakları başka şirketlere satabiliyor.
Bu borsa, doğrudan sermaye için yeni bir spekülasyon alanı.
Örneğin: Almanya’daki bir fabrika, karbon salımını düşürdüğü için “fazla hakkını” Türkiye’deki bir çimento fabrikasına satıyor. Böylece hem Alman şirket kazanıyor hem de Türkiye daha fazla karbon salıyor ama “hukuken temiz.”
Yani bu sistemde sermaye “havadan para kazanırken”, doğa ve toplum daha fazla kirletiliyor.
“İklim politikası, üretim ilişkilerini değiştirmediği sürece, sadece iklim krizinin yeni bir meta haline gelmesine yol açar.”
Tadzio Müller
İklim fonları ve çevreci krediler, artık IMF ve Dünya Bankası’nın en büyük “yardım araçları” haline geldi. Ancak bu yardımın doğası, klasik sömürgeciliğin güncellenmiş versiyonudur. “Yeşil kalkınma” adı altında, yoksul ülkeler:
*Enerji altyapılarını dışa bağımlı hale getiriyor.
*Krediler karşılığında madenlerini, su kaynaklarını, tarım alanlarını pazarlıyor.
*Kamusal toprakları “yenilenebilir enerji yatırımına” açıyor.
Örnek: Türkiye, 2022 yılında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’ndan (EBRD) 500 milyon euro “yeşil enerji kredisi” aldı. Bu krediyle yapılan projelerin çoğu, halkın itiraz ettiği GES, RES ve HES yatırımlarına gitti. Yani “krediyle talan.”
Güneyin az gelişmiş ülkelerine yeşil dönüşüm adı altında kullandırdıkları kredi ve 2030 a kadar geri ödenmesi gereken kredi miktarı 1 trilyon dolar. Bunun sadece 365 milyon dolar faiz ödemesi var.
Bu sistemde doğa rehin, toplum borçlu, gelecek teminatlı.
Türkiye, Yeşil Mutabakat sürecine 2021’de bir “eylem planı” ile dahil oldu. Ancak bu plan:
Yerel halkı sürece dahil etmedi. Sermayenin çıkarlarına göre tasarlandı. Karbon kredisi ve yeşil tahvil piyasasına odaklandı.
Türkiye’de karbon piyasası 2025’te tam işler hale gelecek. Ancak şirketler şimdiden “karbon denkleştirme” hizmeti veren firmalarla anlaşmaya başladı. Bu firmalar, ağaç dikim projeleri, biyogaz santralleri, çöp ayrıştırma yatırımları gibi “çevreci” görünümlü ama aslında rant üretimli işlerle uğraşıyor.
Ve asıl mesele şu: Bu yatırımların bedelini halk ödeyecek, doğa tükenecek ama “enerji yeşil, finans sürdürülebilir” olacak.
Marx bize şunu söyler:
“Sermaye, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hakkını koruduğu sürece, ne üretimin karakteri ne de dağılımı değişebilir.”
— Karl Marx, Kapital
Yeşil dönüşüm, üretim araçlarının mülkiyetini değiştirmediği sürece, sadece yeni sermaye birikim biçimleri üretir.
Bu yeni rejimde doğa, bir değer değil, bir borsa kalemi haline gelir.
Mersin’in kırsalında yaşayan Yusuf, 40 yıldır zeytinliklerinde yaşıyordu. 2023’te o bölgede bir GES (güneş enerji santrali) projesi başladı. Şirket, devletin yeşil kalkınma destek fonuyla geldi. Yusuf’un tarlası kamulaştırıldı, toprak elinden alındı. O şimdi işsiz ve şehirde kirada. Ama proje “doğa dostu” sayılıyor. Çünkü elektrik karbon salmıyor.
Doğa dostu… Ama Yusuf dostu değil.
Çünkü bu bir sınıf meselesi. Çünkü yeşil dönüşüm de bir mülksüzleştirme süreci.
İklim yasaları, çevreci değil; halkçı temelde yazılmalı. Karbon kredileri yerine, kamusal enerji planlamaları yapılmalı. Kamu bankaları, yerel kooperatifler aracılığıyla üreticiye doğrudan yatırım yapmalı.Karbon piyasası değil; ekolojik yaşam alanlarının korunması esas alınmalı. İklim krizine karşı mücadele, sınıfsal ve demokratik temelde örgütlenmeli.
Yeşil dönüşüm, adıyla umut; içeriğiyle tahakkümdür. O bir doğa politikası değil, sermaye politikasının “yeşil kamuflajıdır.” Kapitalizm doğayı kurtaramaz. Çünkü doğayı tahrip eden onun kendisidir. Bu nedenle kurtarılacak olan doğa değil; doğayla birlikte insanın özgürlüğüdür.
VI. Marksist Çerçeve: Doğa Da Bir Sınıf Meselesidir
Doğa tahribatı sadece çevreci bir kaygı değildir. Bu, bir üretim tarzı sorunudur. Kapitalizm doğayla barışamaz çünkü onun varlık nedeni doğayı sermayeye çevirmektir. Yeşil dönüşüm, yalnızca yeni bir birikim rejimi yaratmak için var: “Yeşil krediler”, “karbon borsası”, “emisyon takası”, “yenilenebilir sertifikalar”…
Marx şöyle der: “Kapitalist üretim, yalnızca işçiyi değil, toprağı da sömürür. Her ikisini de verimsiz hale getirerek kendi mezarını kazar.”
Bugün topraklar tükeniyor, su çekiliyor, hava kirleniyor. Ama bunlar doğal süreçler değil; sermaye birikiminin sonuçlarıdır. Ve bu nedenle mücadele ekolojik değil, ekososyalist olmak zorundadır.
“Doğa, kapitalist üretimin sadece ham maddesi değil, aynı zamanda onun en büyük kurbanıdır.”
John Bellamy Foster
Marksist teoriye göre doğa, “dışsal bir çevre” değil, insanın emek süreciyle sürekli etkileşim içinde olduğu üretim alanıdır. Kapitalist üretim, bu ilişkiyi bozar ve “metabolik yarık” (metabolic rift) yaratır. Marx’ın kavrayışıyla, kapitalizm doğanın kendi yenilenme döngülerini kesintiye uğratır; hem emeği hem toprağı aynı anda tüketir.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde tarım kapitalizmini eleştirirken şunu söyler:
“Kapitalist üretim, doğanın metabolizmasını yok sayarak, onun verimliliğini sürekli tüketir. Toprak yorgun düşer, insan yorgun düşer, ama sermaye büyür.”
Bugün iklim krizinin, ormansızlaşmanın, çölleşmenin ve biyoçeşitlilik kaybının ardında tam olarak bu metabolik bozulma vardır. Kapitalizm, “üretici güçleri” geliştirirken doğayı kendi değer üretim mantığının parçası haline getirir.
John Bellamy Foster, Marx’ın ekolojiyle ilişkisinin genellikle yanlış anlaşıldığını söyler. Ona göre Marx, 19. yüzyıldan çok daha ileride bir öngörüye sahipti: Kapitalizmin doğa ile insan arasındaki metabolik bağı kıracağını görmüştü. Foster şöyle yazar:
“Kapitalist üretim, yalnızca işçinin emeğini değil; doğanın canlı metabolizmasını da sermayeye dönüştürür. Bu, kapitalizmin ekolojik krizinin temelidir.”
Dolayısıyla ekoloji, sadece çevre bilimi değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir alanıdır.
Gramsci, hegemonya kavramını açıklarken, kapitalizmin sadece ekonomik değil, kültürel ve ideolojik araçlarla da toplumun rızasını ürettiğini belirtir. Bugün “yeşil enerji” anlatısı da bu ideolojik hegemonya araçlarından biridir. İnsanlar karbon ayak izini hesaplayıp vicdanlarını rahatlatırken, sermaye yeni sömürü alanlarını genişletir.
“Hegemonya, rızanın örgütlenmesidir.”
Antonio Gramsci
Yeşil dönüşüm politikaları, toplumun “çevre için çalıştığı” illüzyonunu yaratarak, aslında sermayeye yeni meşruiyet sağlar. Adil geçiş programı ile rızanın örgütlenmesini sağlar. Bu tuzağa bazı Sosyal Demokrat Partiler ve işçi , emekçi sendikaları ve bazı çevre örgütleri düşmüştür.
Jason W. Moore, ekolojiyi kapitalizmin tarihsel coğrafyasıyla birlikte ele alır. Ona göre kapitalizm, “doğayı ucuz işgücü” gibi görür. Ormanlar, su, toprak, hava , hepsi ucuzlatılmış doğa olarak sermaye birikimine dahil edilir.
“Kapitalizm, doğayı piyasaya sokarken, doğayı ucuzlaştırarak sermayenin emrine verir.”
Jason W. Moore
Bu yaklaşım, ekolojik krizin yalnızca teknik bir problem değil, dünya-ekonomisinin yapısal bir krizi olduğunu gösterir.
Ruy Mauro Marini’nin süper sömürü teorisini, çevreye uyarladığımızda çok çarpıcı bir tablo ortaya çıkar. Nasıl ki çevre ülkelerin işçileri, merkez ülkelerdeki işçilerden çok daha ucuza ve ağır koşullarda çalıştırılıyorsa; doğa da çevre ülkelerde daha acımasızca sömürülür.
Örneğin:
*Amazon ormanlarının kesilmesi: Avrupa’nın kağıt, et ve soya ihtiyacı için.
*Afrika’daki lityum madenleri: Avrupa’nın “yeşil araçları” için.
*Karadeniz’deki HES’ler ve Maden alanları : Avrupa’nın elektrik ithalatı ve karbon karnesi için.
Bu, ekolojik düzlemde bir “süper sömürü” anlamına gelir.
Marksizm, doğayı sınıfsal ilişkilerden ayrı görmez. Çevrecilik ise çoğu zaman bireysel tercihler, geri dönüşüm ya da karbon azaltımı gibi alanlara sıkışır. Ancak doğa tahribatının kaynağı kapitalist üretim tarzı olduğundan, çevrecilik yeterli değildir. Ekososyalizm, hem doğayı hem insanı sömürüyü ortadan kaldırarak korumayı hedefler.
“Kapitalizm, doğayı kurtaramaz. Çünkü doğayı kurtarmak, kapitalizmi yıkmayı gerektirir.”
Michael Löwy
Bir işçi düşün: Karadeniz’de bir HES inşaatında çalışıyor. Sabah suyu boruya alan kepçeyi kullanıyor, akşam köyüne döndüğünde suyun yokluğundan şikayet ediyor. O işçi, aynı anda hem emeğiyle hem doğasıyla sömürülüyor. İşte sınıf ve doğa mücadelesi tam da bu noktada birleşir.
*Ekolojik kriz, sınıf mücadelesinin ana alanlarından biri olarak görülmeli.
*Yerel halk meclisleri ile çevre hareketleri, sendikalar ve işçi örgütleri ortaklaşmalı.
*Enerji politikaları, halkçı ve kamucu planlamalarla yeniden yapılandırılmalı.
*Doğanın mülkiyet altına alınmasına karşı anayasal güvence getirilmeli.
Kapitalizm doğayı bir meta, bir ucuz kaynak olarak görür. Bu nedenle doğayı savunmak, sınıf mücadelesinin en saf biçimlerinden biridir. Vadisini, ormanını, suyunu savunan köylü, farkında olmasa da kapitalizmin sömürü zincirine karşı savaşır.
Ekososyalizm, işte bu bilinci örgütleyip sınıf mücadelesini doğanın haklarıyla birleştiren tek yol haritasıdır.
VII. Çözüm: Birikime Karşı Mücadele, Yaşama Karşı Değil
Peki ne yapmalı?
Kamusal enerji üretimi: Enerji bir piyasa metası değil, toplumsal ihtiyaçtır. Enerji şirketleri kamulaştırılmalı ve yerel halk meclislerinin denetimine verilmelidir.
*Ekolojik planlama: Üretim planı doğanın taşıma kapasitesine göre yapılmalıdır.
*Halk komiteleri: Her vadide, her ormanda, her kıyıda doğayı savunan halk meclisleri kurulmalı.
*Küresel dayanışma: Kongo’daki maden işçisiyle, Artvin’deki doğa savunucusu aynı zincirin halkasıdır. Birinin mücadelesi diğerinin de özgürlük zeminidir.
*Ekososyalist anayasa: Suyun, havanın, toprağın metalaştırılmasına izin vermeyen; doğayla uyumlu üretimi esas alan bir anayasa savunulmalı.
“Doğayı savunmak, yalnızca ağaçları değil, kendi emeğimizi ve çocuklarımızın geleceğini savunmaktır.”
— Michael Löwy
Ekososyalist perspektif, bize doğa yıkımını “dışsal bir çevre felaketi” değil, sınıf ilişkileriyle iç içe geçmiş bir üretim krizi olarak okuma imkânı verir. Bu nedenle çözüm de sadece teknik, teknolojik ya da bireysel tercihlerle sınırlı olamaz. Bu kriz ancak toplumsal güç ilişkilerini, mülkiyet yapılarını ve üretim tarzını dönüştürerek çözülebilir.
Enerji üretimi, piyasa kârlarına göre değil, toplumsal ihtiyaçlara göre planlanmalıdır. Bu da yalnızca kamusal bir planlamayla mümkündür. Enerji şirketleri kamulaştırılmalı ve demokratik halk meclisleri eliyle denetlenmelidir.
“Doğanın kurtuluşu, üretimin toplum lehine yeniden örgütlenmesinden geçer.”
Karl Marx
Aksi halde her yeşil yatırım, yeni bir özel mülkiyet ilişkisi yaratır ve halk daha fazla dışlanır.
Doğaya dair her kararın, yerel halkın katılımıyla alınması esastır. Bunun için: Vadilerde, köylerde, mahallelerde doğa komiteleri kurulmalıdır. Bu komiteler projeleri veto edebilmeli, verileri izleyebilmeli ve yerel bilim insanlarıyla iş birliği içinde olmalıdır.
İklim krizine karşı sadece uzmanlar değil, halk söz sahibi olmalıdır.
Örnek: Rize’de kadınların başını çektiği bir HES direnişinde halk kendi hukukunu kurdu. Devletin izin verdiği projeyi durdurdu. Çünkü yaşama hakkı, sermaye hakkından önce gelir.
Doğa dostu üretim, sadece sermayenin elinde değil, emekçiler ve köylülerin kolektif örgütlenmesiyle mümkündür. Gıda üretimi, enerji üretimi, su kullanımı… Tüm bunlar kooperatif sistemler içinde yeniden inşa edilmelidir.
“Kolektif üretim, doğaya saygı duymanın değil; doğayla birlikte var olmanın yoludur.”
Murray Bookchin
Ekososyalist bir geçiş sürecinde: Üretim, doğanın taşıma kapasitesi ve ekolojik sınırlarına göre yapılmalıdır.
Sanayi, enerji, tarım ve ulaşım alanları karbon değil, sınıf ölçütleriyle planlanmalı; yani kimin için, kim tarafından üretildiği belirleyici olmalıdır. Fosil bağımlılığından kurtuluş, yavaş yavaş değil; merkezi ve planlı bir dönüşümle sağlanmalıdır.
Kapitalizmin doğaya karşı yürüttüğü yağma, ancak anayasal düzeyde koruma altına alınmış bir doğa hakkı sistemiyle durdurulabilir. Su, toprak, hava ve enerji:
Alınıp satılamaz, Özel mülkiyet konusu olamaz, Gelecek kuşakların hakkı olarak korunmalıdır. Doğanın hukuki kişiliği tanınmalı, onun adına hareket eden kamusal savunuculuk mekanizmaları kurulmalıdır.
“Doğa, yalnızca bir kaynak değil; bizzat hak sahibidir.”
Eduardo Gudynas
Ekolojik yıkımın çözümü, yalnızca ulusal düzlemde değil, küresel düzlemde örgütlenmekle mümkündür.
Kongo’daki kobalt işçisiyle Artvin’deki ve Trabzon Araklı’da ki Maden ve HES direnişçisi, Şili’deki lityum madeniyle Kazdağları’ndaki altın karşıtı mücadele, aslında aynı zincirin halkalarıdır.
Bu nedenle enternasyonal ekososyalist bir dayanışma hattı kurulmalıdır: Halkların bilgi ve deneyim paylaşımı, Ortak eylemler, Küresel şirketlerin ifşa edilmesi, Uluslararası hukuk ve baskı araçlarının halk lehine kullanılması.
Marini’nin süper sömürü teorisinin ekolojik düzlemde karşılığı, karşı kalkınma stratejileridir. Bu stratejiler, şu ilkelere dayanmalıdır:
İhracata dayalı değil, yerel ihtiyaçlara dayalı üretim. Doğal kaynakların şirketler değil, halk meclisleri eliyle işletilmesi. İklim krizine neden olan değil, çözüm üreten bilimsel planlama. Kadınların ve yerel halkların merkezi aktör olması
Bu mücadele bir “doğa kurtarma” hareketi değil, bir özgürleşme hareketidir. Doğayı korumak demek:
Tohumun hakkını, İşçinin nefesini, Çocuğun geleceğini, Kadının suyunu, Ağacın kökünü, Toprağın döngüsünü savunmak demektir.
Gezegeni Kurtarmak Değil, Sermayeden Kurtarmak
Gezegen, kapitalist sistemin kâr hırsından kurtulmadıkça nefes alamayacak. Yeşil değil, kırmızı bir dönüşüm şart. Ve bu dönüşüm ne doğaya geri dönmekle, ne de bireysel tüketim alışkanlıklarıyla olacak. Bu, bir sınıf savaşıdır. Doğa, insanı doğurmuş olabilir ama kapitalizm doğayı öldürerek insanı da kendi sonuna sürüklüyor.
Ve unutma: Bugün vadisini savunan kadın, yarın sosyalizmi inşa edecek olan öncüdür. Çünkü bu mücadele sadece çevre değil, gelecek mücadelesidir.
Bu yazıda anlattıklarımı kısaca şöyle özetleyebiliriz: İklim krizi maskesi adı altında insanın hayatına acımasız bir saldırı vardır. Bu isim sadece onun vahşi saldırısını maskelemek için , masum göstermek için bize sunulan bir kandırmacadır.
Sermaye krizini aşmak ve yeni birikimler elde etmek için emeğin de rızasını alarak yeşil giydirilmiş bir sömürüyü bize sunuyor.
Her köyde, her şehirde, her ülkede direnenler var. Ama hala dağınık, hala yalnız, hala parçalıyız. Oysa bu mücadele bir “doğa meselesi” değil, bir sınıf savaşıdır. Ve bizler bu savaşın doğrudan tarafıyız.
Bu yazı, okuyan her bir kişiye şunu söylemek istiyor:
“Doğa seni çağırıyor. Ama sadece korumak için değil; onunla birlikte özgürleşmek için.”