Göç, Emek ve Toplum
Her devirde olduğu gibi günümüzde de dünya genelinde sömürü rejimlerinin yayılma ve kapitali elinde tutma arzusu aşikardır. Bu arzu savaşlara, despot yönetimlere, halkın zulme uğramasına, emeğin sömürüsüne, yoksulluğa ve sınıf ayrımına sebep olur. Keyfi şiddet düzeninin, emperyalist politikaların uygulandığı, emeği ve insanı hiçe sayan yerlerde halk için hayat zorlaşır, emeğin karşılığı giderek azalır. Adalet arayışından hala ümidini kesmemiş, ekonomik refah arzulayan ya da sadece canını kurtarmak isteyen halklar tarafından sözde gelişmiş yerlere doğru sürekli bir göç hareketi olur. Yoksulluktan, savaşlardan, beklentisizlikten kaçan milyonlar ‘modern’ dünyada umut yolculuğuna çıkarlar.
Göçmenler, yeni yerleşimlerine varınca öncelikli kaygıları beslenme ve barınmadır. Bu kaygılarına bağlı olarak da ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir iş, uğraş bulma çabası içerisine girerler. Bu isteğin farkında olan sermaye sahibi egemen sınıflar ise ucuz emek ve kazanç gözüyle baktığı topluluklara gözünü dikmiştir. Göçmen emekçiler kapital sahipleri tarafından yerleşik toplumdan daha ucuza çalıştırılacak emek gözüyle görülür ve sömürü düzenine dahil edilmeye çalışılır. Yasal dayanakları olmadan çalıştırılan birçokları bu düzenin en kolay vazgeçilebilir parçası haline getirilir. Hayatta kalmak, hayata tutunmak için emeğini insani seviyelerin üzerinde çabalamak suretiyle satışa çıkartmak zorunda kalan göçmenler, korku ve baskı rejimlerinin yarattığı ve desteklediği kapital sahipleri tarafından sömürülür. Göçmen emeğini yalnızca ucuz iş gücü olarak değerlendirmek ya da ucuz emek için farklı ülkelerde üretim yaptırılması günümüzde sistematik sömürü düzeninin göz ardı edilemeyecek yapı taşlarıdır.
Göçmenlerin, faşist iktidarlar ve halk nezdinde, fiziksel ve/veya psikolojik şiddete maruz bırakılmasının dışında sadece kimliğinden dolayı dahi nefret unsuru olabildiği görülür. Farklı kimliklere, kültürlere ve çalışma tarzlarına sahip olsalar dahi, benzer vasıftaki emekçilerin emek gücü farklı değerlendirilmemelidir. Göçmen emekçilerin kimlikleri bir politika aracı olarak kullanılmamalı, kullananların da karşısında olunmalıdır. Ancak günümüzde faşist düşüncedeki ya da faşizm aracılığıyla kazanç elde edeceğini uman siyasetçiler, işçiler arasındaki ırk ve kimlik farkını politik bir malzeme haline getirmiş ve ağızlarına sakız etmişlerdir. İnsani değerleri önemseyen ve savunan tüm dünya vatandaşlarına yani bizlere düşen ise bu söylemlere karşı işçinin ve emekçinin yanında durup, kimsesizlerin de vatansızların da sesi olmaktır.
Hali hazırda toplumsal konumu ve beklentileri zayıflamış, toplum dışına itilmiş, en dipte olduğunu düşünen, -emek veya iş gücü olarak bile katkısı bulunmayan- topluluk için göçmenlerin varlığı, bu tabakanın üstün olabileceği bir sınıfın ortaya çıktığını fark edip, mevcut siyasi ve toplumsal ortamda görünürlük kazanmaları açısından bir fırsat olarak değerlendirilir. Bu fırsat aslında ırkçı veya nefret kaynaklı sebeplerden değil, üstün olmanın verdiği arzu ve tatmin gibi kişisel hislerden doğar. Ancak göçmenlere ve yabancılara yönelen düşmanlık, milliyetçi ve ırkçı politikalarla harlanır. Kendinden daha kötü durumda olan birini görüp bundan kendine fayda çıkartmak en hafif tabirle aşağılık bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı kendi kendine doğmadığı gibi, ırkçı ve nefret dolu politikalarla sürekli körüklenir.
Yandaş medya aracılığıyla göçmenlerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması sık sık vurgulanır ve bu durumun yerli işçiyi işinden edebileceği korkusu hızla yayılır. İşverene karşı birlik olunmasının da bu şekilde kolayca önüne geçilir. Yerli işçi ile göçmen işçinin arasında sistemli bir şekilde nefret politikası uygulanarak çalışma sahalarında huzur ortamı oluşması engellenir. Bu politika hem yerli hem de göçmen emekçilerde çeşitli kaygılara ve huzursuzluğa sebep olur. Sermaye sahipleri göçmen emeğinden faydalanarak hem ücretlerin düşmesini hem de daha fazla kazanç elde etmeyi hedefler. Bu hedef doğrultusunda da göçmenleri sömürürken, aynı zamanda faşist politikalarla yurttaş emekçilerin milliyetçi reflekslerini harekete geçirirler. Bu adaletsiz sistemin çarklarını elinde tutan işverenler ile hükümetler, kendilerini bu işten sıyırmak için ellerinden geleni yaparlar. Bu durumun müsebbibi kendileri değil de göçmen işçilermiş gibi bir algı yaratarak kazançlarına kazanç katarlar. Ancak emeğin sömürüsünün derinleşmesi ve emekçinin haklarını yavaş yavaş yitirmesinin neticede tüm emekçiyi olumsuz olarak etkileyeceği unutulmaması gereken noktadır. Emekçinin yoksullaşmasına sebep olanın, ırklardan bağımsız olarak bir diğer emekçi olamayacağı ve sebebinin kapitalist işverenler olduğunu hatırlamalıyız. Sistemli bir şekilde halkı, emekçiyi yoksullaştırmak kapitalizmin temel gayelerindendir. Ucuz emek ve daha fazla kar elde etme prensibi ile halk daha da yoksulluğa itilir. Yoksul toplumlar yaratmak, sermaye sahipleri için bir sorundan ziyade, daha ucuza çalıştırabilecekleri işçi sınıfı demektir.
Toplumsal düzeni ve güven ortamını sağlamanın önemini sık sık dile getiren hükümetler, global ve yerel medya kaynakları, bu güvenli ve emniyetli toplumu oluşturmanın önündeki en büyük engelin göçmenler olduğundan yakınır ve halklarına göçmenleri açık hedef gösterirler. Sözde modern topluluklar güvenliklerini bir kaygı, hatta takıntı haline getirmiş ve kendilerini göçmenlerin içinde bulunduğu topluluktan soyutlamak için harcamalar yapmaya ve politikalar yaratmaya başlamışlardır. Bu güvensizlik hissi ve bunun için göçmenleri suçlamak evrensel bir alışkanlık haline gelmeye başlamış, hemen hemen her toplulukta hakir görülen, güven ortamına engel olduğu düşünülen göçmen topluluklar dışlanmaya başlamıştır. Göçmenlerin emeklerinden yararlanma konusunda tereddüte düşmeyen bu topluluklar, göçmenleri sokaklarda görmeye ise tahammül dahi edemez hale gelmişlerdir. Bu ikiyüzlülük hem yerleşik halkı hem de göçmen toplulukları ayrışmaya iter ve neticede örgütlü bir topluluk oluşmasını engeller. İnsanlar bireysel olarak güvenliklerini ve geride bırakmak istemedikleri materyalist hayatlarını günden güne daha da önemserler ve insana gösterilen değer maalesef azalır.
Bu bireyselleşme, sözde modern dünyanın en önemli sorunu ve örgütlü toplulukların en büyük engelidir. Çoğumuzun yaşam alanı olan, örgütlenmenin başlangıç noktası olması gereken şehirler giderek birbirinden korkan ve ayrışan insanlarla dolmaktadır. Bu korkunun yaratılması, çıkar elde eden hükümetlerin ve bu korkudan para kazananların işidir. Şehrin dokusundan ve iletişimden uzak yaşamayı insanlar arzular hale getirilmiş durumdadır. Bu yaşam tarzına toplumu iten birçok sebep vardır ancak günümüzde ön plana çıkarılan unsur maalesef yine göçmenlerden doğan güvensizlik ve korkudur. Korkulacak bir durum olmadığını anlamamız ise zorlaşmaktadır çünkü ötekileştirilen göçmen toplulukları ile iletişim dahi kurulamayacak hale gelmekteyiz. Birlik ihtiyacımızın bilincine varıp, korku ve kaygılardan arınmak için saygılı, anlayışlı ve iletişime önem veren topluluklara dönüşebiliriz. İşte o zaman korkması gereken hükümetler ve bu düzenden ekonomik olarak nemalananlar olacaklardır.
Öte yandan göçün insan psikolojisine tesiri yadsınamayacak seviyededir ancak yönlendirilen kitlelerin psikolojileri ile tırmanan faşizm, göçün topluma yansımasını etkilemekte ve toplumun göçmenlere ve psikolojilerine bakışını sınırlamaktadır. Dünya artık kozmopolit bir yapıdadır. Bu yapının ve evrenselleşmenin birçok yönünü kendi çıkarları için kullanan halklar, bu evrenselleşmenin getirdiği bilinci, yaşantılarıyla doğru orantılı geliştirememişlerdir. Evrensel erişilebilirliğin artışı ve sınırların geçirgenliğine rağmen milliyetçi politikalar ve hükümetlerden medet uman toplumu, göçmen psikolojisi ve emeği hakkında bilinçlendirmek için çaba sarfedip, insanı insandan ayırmayan bir noktaya getirmek ise sosyalistlerin, emeğin ve emekçinin birliğine inananların boynunun borcudur.
Toplumsal birliği sağlamak, göçmenleri topluma kazandırmak ve maddeye değil insana değer verilen bir ortam oluşturmak için çaba göstermeliyiz. Birlik ve beraberlik olmadan devrim yapılamayacağı su götürmez bir gerçektir. Barış ve demokrasi ortamını evrensel olarak sağlamaya giden yolda, ülke bazında iç barış ve huzuru sağlamak için göç eden halkla olan ilişkiler kilit rol oynar. Karşılıklı anlayış, saygı ve aslında insanın insandan farklı olmadığı bilincini aşılamadan ve emek kavramının evrenselliği halk bazında genel kabul gören bir olgu haline gelmeden maalesef ne barış ne de demokrasi gerçek manada uygulanabilir olamaz. Emekçinin ırkının ve kimliğinin çalışma ortamında bir sömürü unsuruna dönüşmemesi konusunda sesimizi çıkartarak, bundan faydalanmaya çalışan bir toplum bilinci yaratılmasına elimizden geldiğince karşı durmalıyız.
Toplumsal anlamda göç ve göçmenler ile ilgili yaşanan sorunların çözümü olarak, yargılamadan önce gözlemlerimizi, araştırmalarımızı yapıp; medyanın, yanlı kaynakların, kulaktan dolma bilgilerin tesiri altında kalmaya meydan okuyarak, toplumsal vicdanın ve insaniyetin ön planda olduğu bir bakışa erişmeyi önemsemeliyiz. Toplumsal adalet ve eşitlik kavramını ön plana çıkartarak herkesin barış içerisinde, insanca ve hakça yaşamalarını hedeflemeliyiz. Evrensel anlamda adaletin sağlandığı, sınıf ayrımının ve emperyalist savaşların son bulduğu bir ortama giden yolda, toplumsal çabalarımızın katacağı değeri göz ardı etmemeliyiz.
Unutmamak gerekir ki toprak kimsenin malı olmadığı gibi ölüm de tek gerçektir.