Türkiye’nin Halleri ve Acil Önlemler

Türkiye’nin Halleri ve Acil Önlemler

Bu ayki yazımızda birden fazla konuda görüşlerimizi ele almaya çalışacağız. Malum, iç politika Mayıs ayından beri Sedat Peker videoları ile çalkalanıyor. Bu konuda görüşlerimizi ortaya koymamız gerekiyor. Bu bağlamda ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizi de ele alalım istiyoruz. Bir diğer önemli konu ise devletin dış politikalarında gelinen nokta ile ilgili. Ve asıl önemlisi tüm bu gelişmelerin barış, demokrasi ve sosyalizm güçleri açısından nasıl bir sonuç ifade ettiği ile ilgili olacak.

Ekonomi ve Politik Kriz

Rejim, kriz ortamını uzun bir zamana yayma becerisini gösterdi. Bu konuda Pandemi koşullarının sunduğu “olanaklar” da rejime uygun ortam sağladı. İşsizlik ve ona bağlı olarak yoksulluk daha önce yaşanmamış boyutlara ulaştı. Açlık sınırında ve altında yaşayan insanlarımızın sayıları artık milyonlarla ifade edilir oldu. İşçi sınıfı ve emekçilerin içinde bulunduğu ağır ekonomik şartların yanısıra esnaf ve zanaatkârlar arasında iflaslar had safhaya ulaştı. Küçük burjuvazi arasında proleterleşme oranı yüksek bir hızla artıyor. Köylü ve çiftçi, tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Taban fiyatları, kotalar ve aslında ülkede üretilebilecek bitkisel ve hayvansal mahsüllerin yurt dışından ithali ile oluşan durum sonucunda mahsüller tarlada ve elde kalıyor, sokağa, denize dökülüyor, yakılıyor. Türk Lirası’nın döviz karşısındaki durumu herkesçe izlenebilir durumda.

Durum bu derece vahimken, Karadeniz’de doğal gaz, Batman’da petrol, Kanal İstanbul gibi konularla halkın nabzı tutulmaya çalışılıyor. Bu konular tek başına yetersiz kalacağı için de Kürdistan’da savaş körükleniyor, özellikle Güney Kürdistan’da sivil halk ve doğa gözetilmeden ateş altına alınıyor, resmen Irak’ın sınırları dahilinde savaş ve işgal yürütülüyor. Amaçları rotayı tekrar Batı Kürdistan’a, Rojava’ya kırmak ve onunla da yetinmeyip Suriye’nin geneline ilişkin işgal planlarını adım adım ilerletmektir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti ile işbirliği içinde kendi halkına ihanet içinde olan Güney Kürdistan Barzani yönetimi de, eğer bu politikalarından vaz geçmez ise sırada olduğunu görmek durumundadır. Güney Kürdistan’ı ele geçirmek, orası Federe bir devlet olduğundan beri Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefidir.

Türkiye’nin kendi sınırları içinde ekonomik ve siyasal krizin had safhaya ulaşmış olması, Türkiye’nin bölgesel emperyalist bir güç olarak kendini geliştirme tarifi ile çelişmiyor. Belki kimileri bölgesel emperyalist bir devlet olmanın bu derece ekonomik ve politik sorun içinde bir devlet olmasıyla çelişiyor olduğunu düşünüyor olabilirler. Ancak bize göre emperyalist veya onun bir türevi olan bölgesel emperyalist, diğer adıyla alt-emperyalist bir gücün oluşması zaten bu tür pratiklerin uygulanması ile mümkündür. Onlar, ekonomik ve politik krizlerini sömürü ve sömürge yöntemlerini kullanarak çözme yoluna gidiyorlar.

ABD veya bir dizi emperyalist AB ülkesinin de ekonomisi aslında devasa bir kriz içinde. Fakat, emperyalist ekonomik ve siyasal pratikleri ile bu krizleri en azından dönemsel olarak etkisizleştirmeyi başarıyorlar. Ekonomik sömürü mekanizmalarını kullanarak ve sömürgeci politik yönelimleri ile kendi ülkelerinde suni bir rahatlama sağlıyorlar, sınıfsal ve toplumsal muhalefetin güçlenmesini önleyebiliyorlar. Türkiye de kendi çapında böyle bir yol izleyerek kendi sorunlarını ertelemeye çalışıyor. Doğu Akdeniz, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta-Doğu ve Kafkaslarda uyguladığı politikalar da bu yönelimin devamı olarak algılanmalı.

Bu tür yönelimler iki nedenle uygulanıyor. Birincisi; emperyal amaçlar vasıtasıyla kendi gücünü artırıp sömürücü ve sömürgeci bir devlet olarak kendi ekonomik ve politik krizlerini aşma amacıyla ertelemek. İkincisi; güçlü devlet imajını milli ve dini hassasiyetler ile birleştirerek toplumsal muhalefetin ve sınıf bilincinin gelişmesini engellemek.

Videolar Dizisi

Böyle bir ortamda Sedat Peker’in videoları 2 Mayıs’tan itibaren yayınlanmaya başlandı. Rejimin koltuk değneklerinden biri olan Peker’in böyle videolar yayınlamasına yönelten nedenler üzerine ilk başlarda çok konuşuldu. Biz daha ilk videoda bunun nedeninin çıkar çelişkileri ve paylaşım sorunları olduğunu belirttik. Türkiye Cumhuriyeti’nin petrol, silah ve uyuşturucu trafiğinden elde ettiği gelirlerin paylaşımının bu çelişkilere yol açtığını dile getirdik. Buna ihale ve aracılık hizmetlerinden elde edilen çıkarları da ekleyebiliriz. Sonrasında adım adım, Suriye’ye cihatçı çetelere giden silah dolu TIR’lar, Venezuela’dan gelen uyuşturucular gibi konular ortaya çıkmaya başladı. Adı geçen tüm devlet yetkililerinin kendilerini muhatap hissedip sırayla yanıt verme yarışına girmeleri konunun farklı bir trajik yanını oluşturuyor. Halbuki, ortaya atılan suçlamalar gerçek değilse, ülkenin hukuk kurumları gereken girişimlerin sonuçlarını açıklayarak “iftira” olduğunu rahatça ortaya koyabilirdi.

Sedat Peker açıklamaları kamuoyunda muazzam ilgi çekti. Dokuz adet videonun 100 milyondan fazla kişi tarafından izlenmesi bu ilgiye işaret ediyor. Türkiye’de hiç bir TV dizisi bu kadar reyting almıyor. Kaldı ki, Peker’in ifşa ettikleri aslında yeni konular değil. Aktörler değişmiş dahi olsa ülkede onyıllardır bu tür hukuksuzlukların varlığı bilinmektedir. Bu hukuksuzluklar uzun yıllar kamuoyundan gizli kalmış olabilir ama en azından Uğur Mumcu’nun yazı ve tefrikaları ile bu konular deşifre olmaya başladı. Uğur Mumcu bunu yaşamıyla ödedi. 1996 yılında Hüseyin Baybaşin’in MED TV’de yaptığı açıklamalar çok geniş kitlelere ulaşmamış olabilir, ama Baybaşin Demirel, Çiller, Ağar, Eken, Şahin gibi isimleri yer, saat ve gün vererek o dönemde açıkladı. Can Dündar, bugün Sedat Peker’in itiraf ettiği silah yüklü TIR’lar nedeniyle yüksek hapis cezaları aldı.

Kürt halkının bilgisine insanlarımız güvenmiyor olabilirler ama genel geçer tanımıyla “Doğu’da görev yapan” her asker, polis, özel harekatçı, Kürt düşmanı ve devlet yanlısı olsa dahi, bölgede yaşanan gerçekleri çevresine anlatmaktadır. Petrol, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı bilinen bir gerçektir. Bu işleri de devletin taşeron kullanarak yaptırdığı ayrı bir gerçektir. Bu ticaretlerin ülkenin batısına ve oradan da Avrupa’ya uzanması “mafya” olarak adlandırılan çeteler tarafından uygulanmaktadır. Ancak, Baybaşin’in de isim vererek anlattığı gibi “işveren” devlet katında en üst düzey görevlilerdir. Peker de aynı verileri farklı bir biçimde paylaşmaktadır. Bugün Peker, dün Çakıcı, Çatlı, Topal idi. Çakıcı’nın tekrar işlev üstlenmesi ile Peker’in pabucunun dama atılması söz konusu olabilir. Mehmet Ağar’ın adı geçen meşhur Marina’da Alaattin Çakıcı, Korkut Eken ve Engin Alan ile fotoğraf yayınlaması belki yadırgandı ama bu fotoğraf ile verilmek istenen bir mesaj vardı ve bu mesaj yerini buldu.

Petrol ve uyuşturucu trafiğinin Havayollarının sunduğu olanaklar kullanılarak yürütülmeye başlandığı dönemde Ömer Lütfü Topal’ın Abdullah çatlı tarafından öldürülmesi ve talimatı Mehmet Ağar’ın verdiğinin söylenmesi bir tesadüf değildi. O dönemde HAVAŞ özelleştirilmiş ve Ömer Lütfü Topal’a geçmişti, ölümünden sonra ise sessiz sedasız Turgay Ciner’e geçti ve ortağı ile Yönetim Kurulu Başkan vekili ise Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus Ağar oldu. Bunlar tesadüf işler değildi. Erdoğan’ın Batı Avrupa’nın kapısı olarak kullanılan İtalya’nın Başbakanı Berlusconi ile kızının nikah şahitliğine kadar uzanan “dostluğu” veya İtalya’da dengeler değişince Bulgaristan Başbakanı Borisov ile gelişen yakınlığı değerlendirilmesi gereken ilişkilerdir. Türkiye üzerinden transit geçişi sağlanan “ürünler” kara, deniz ve hava yoluyla Batı Avrupa’ya ulaştırılıyordu. Bu tezi biz icat etmedik. Bu konular bir dizi soruşturma dosyasında yer aldığı gibi, Susurluk Raporu olarak bilinen belgede de mevcuttur. Avrupa’da kimi devletler bu konuda raporlar hazırlamışlardır.

Kısacası, bu devlet çürümüş ve kokuşmuştur. Taşeron olarak çeteleri kullansa dahi tüm dünya gerçekleri bilmektedir. Emperyalist-Kapitalist Sistem için normal sayılabilecek ve burjuvazinin ahlak ölçülerine uyan bu nitelik geniş halk yığınları, işçi sınıfı, emekçileri ezilenler, işsizler, emekliler ve yoksullar için kabul edilebilir özellikler değildir. Onun için de milliyetçi ve dini söylemler ile bu gerçekler perdelenmeye, halk yönetilmeye çalışılmaktadır. Eğitim ve kültür açısından geri bıraktırılmış halk yığınları bugün bunu farkına varmıyor olabilirler ama işte, Sedat Peker gibi, bu çarkın içinde yer almış, milliyetçi ve dinci söylemler ile kendileriyle özdeşleştirdikleri birisi bu konuları dile getirmeye başlayınca, bu açıklamalar Uğur Mumcu, Hüseyin Baybaşin veya Can Dündar’ın açıklamalarından daha fazla ilgi görmektedir, 100 milyon izleyici sonucunu doğurmaktadır.

Barış, Demokrasi ve Sosyalizm Güçlerine Düşen Görev

Sedat Peker’in videoları yayınlandıkça ortaya çok trajikomik bir tablo çıktı. Yasal alanda faaliyet gösteren ve kimileri parlamentoda temsil edilen kendilerini “sol” veya “sosyalist” olarak niteleyen partiler birden bire “Mafya Devlet işbirliğine” karşı basın açıklamaları yapmaya, TV açık oturumlarında boy göstermeye başladılar.

Peker tarafından ortaya atılan itiraf ve ifşaatları çok daha detayıyla bilen bu partiler harekete geçmek için neden Sedat Peker videolarını beklediler? Bu durum anlaşılır gibi değildir. Devletin boğazına kadar içine batmış olduğu bu işleri ve daha bir dizi konuyu sürekli olarak işlemek, geniş halk yığınlarına ulaşmasını sağlamak kendini “sol” ve “sosyalist” olarak adlandıran partilerin en doğal görevi olmalıydı. Sadece basın açıklamaları ve TV açık oturumlarında konuşmak da yetmez. Parlamento kürsüsü bu konuların yer, zaman, mekan ve isimleri ile açıklanabileceği yer olmalıydı. Bu da yetmez, kendini bu nitelemeyle ifade eden partiler, basın açıklamaları ile yetinmeyerek mahallelerde, işyerlerinde bu gerçekleri ortaya koyan sürekli bir çalışma içinde olmalıydılar.

Şu soruyu sözünü ettiğimiz partiler kendilerine sormak zorundalar. Biz neden Sedat Peker bu açıklamaları yaptıktan sonra bu konuda faaliyetlerimizi geliştirmeye başladık? Bizi de mi Sedat Peker yönlendirmeliydi? Partiler bu soruyu kendilerine sormaya cesaret edemiyorlarsa, bu partilerin üyeleri ve sempatizanları bu soruları parti yönetimlerine yönlendirmek durumundadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulmuş partiler bu konuda sınıfta kalmışlardır. Ama bir şansları daha vardır. O da şudur; şimdi kem küm etmeden AKP ve MHP dışındaki tüm partileri TBMM’nden ayrılmaya ve vekillikten istifa etmeye çağırmalıdırlar. En başta CHP, HDP ve TİP vekilleri olmak üzere İYİP, SP ve bağımsız vekillerin istifaya çağrılması ve bu konunun organize edilmesi en doğru seçenektir. O zaman bugün Peker’in videolarını izleyen on milyonlar da, izlemeyen on milyonlar da sessiz kalmayacaklar ve istifa eden vekiller ile temsil ettikleri partilerin bu hareketlerini destekleyeceklerdir. Böylece MHP, AKP, BBP, YRP, VP blokuna karşı, nesnel olarak karşı duran tüm muhalefet partilerinin, burjuva partilerinden, demokratik ve sol-sosyalist partilere kadar ittifakı pratikte oluşmuş olacaktır. Ve bu durumda yeniden seçime gitmek zorunlu hale gelecek, bu ittifak da birlikte hareket etmeye devam ederse, -ki etmeli, en azından parlamenter anlamda ve iktidar anlamında bir değişiklik gündeme gelebilecektir. Faşizme karşı mücadele eğer en geniş demokrasi güçlerinin birlikte mücadelesini ifade ediyorsa, bu birlikte mücadele pratiği oluşmuş olacaktır. Bu görevi kendi partisinin önüne koymayan ve harekete geçmeyen hiç bir partinin muhalefet iddiası samimi ve gerçekçi olmayacaktır. “Lafla peynir gemisi yürümez” sözü bu durumda yerini bulmaktadır.

Mesele sadece bir iktidarın görevden ayrılmasını sağlamak değildir. Bu değişimi sağlayan doğal olarak ittifak sağlamış tüm siyasal güçler bir araya gelerek yeni bir kurucu irade ile demokratik bir dönüşümün ilk adımlarını atabilir, parlamenter-demokratik bir hükümet kurma hedefine yönelebilirler. Ülkedeki sansür, baskı ve terörü durdurabilir, burjuva demokratik anlamda da olsa bugünden daha ileri bir politik kazanım elde edebilirler. İşçi ve emekçilerin, işsiz ve emeklilerin, Alevi ve Kürtlerin, esnaf ve zanaatkârların, köylü ve çiftçilerin daha demokratik bir ortamda toplumsal sınıf ve katmanların dönüşümlere destek vermelerinin yolunu açabilirler. Siyasal anlamda ise, daha demokratik bir parlamenter düzenin yeniden inşa edilmesine yönelik ilk adımları gerçekleştirmiş olurlar.

Oluşacak böyle bir iktidarın ilk işleri arasında, ülkedeki ekonomik darboğazın aşılması, krizin yükünün işçi, emekçi ve köylülerin sırtından alınması, Kürt halkı üzerindeki baskının son bulması, Kürt sorununun demokratik siyasal çözümüne yönelik adımlar atılması, dış politikada savaş politikalarına son verilmesi, ceza yasalarının tekrar düzenlenmesi, hüküm giymemiş tutsakların serbest bırakılması, “gizli tanık” ifadeleri ile kurgulanan davaların yeniden görülmesi, Alevi toplumunun ibadet koşullarının devlet güvencesi altına alınması, COVİD salgını ile mücadelenin güçlendirilmesi, sağlık sisteminin yeniden düzenlenmesi, çevre talanına karşı acil önlemler alınması, ülkede hayvan yetiştiriciliğinin ve tarım politikalarının köylü ve çiftçilerin çıkarlarına uygun olarak tekrar düzenlenmesi, sendikal hak ve özgürlüklerin tanınması, işçi sınıfını bölen taşeron sistemlerine son verilmesi, güvenceli sigortalı istihdamın yasal zorunluluk haline getirilmesi ve her sigortalı olana sendikalı olma zorunluluğunun yasal hale getirilerek birlik sendikalarının oluşmasının sağlanması, talan edilen, özelleştirilen tüm devlet işletmelerinin kamulaştırılma yoluyla ekonomiye geri kazanılması, eğitim ve öğrenim sisteminin yeniden demokratik olarak düzenlenmesi gibi konular olacaktır. Bu adımlar toplumun çoğunluğu tarafından selamlanacak ve desteklenecek konulardır.

Kuşkusuz ki devlet yapısı içinde bu değişimlere direnecek ve izin vermek istemeyen güçler olacaktır. Ve yine AKP/MHP ve ortakları sonuçları normal olarak kabullenmek istemeyeceklerdir. Ancak, toplumsal muhalefetin gücü ve etkisi onların bu direnişlerini etkisiz kılacaktır. İşçi ve emekçiler açısından sorunların tam çözümü olmasa dahi görece daha demokratik bir ortamın oluşması ülke çapında genel anlamda bir nefes aldıracaktır. Daha demokratik bir ortam aynı şekilde barış, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin gelişmesi için daha uygun bir ortam yaratacaktır.

Dış Politika

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası, komşularıyla iyi komşuluk ilişkilerine dayalı, emperyalist merkezlerin ileri karakolu niteliğinden arındırılmış barışçıl bir karakter kazanmak zorundadır. ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında gidip gelen, çıkarcı, kişiliksiz bir dış politika Türkiye’nin çıkarlarına uygun değildir. Türkiye’nin bir NATO üyesi ülke olarak, NATO’nun en büyük düşmanları ve varlık nedeni olan Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ortak çıkarlara dayalı bir ilişki geliştirmesi mümkün değildir. Eğer Türkiye, bağımsız, ABD, AB, RF ve ÇHC’ne eşit mesafede, karşılıklı ortak çıkarlara dayalı bir dış politika izlemek istiyorsa öncelikle NATO üyeliğinden ayrılmak zorundadır.

Erdoğan-Biden görüşmesi bu satırları okuduğunuz zaman gerçekleşmiş olacak. Toplam 30 dakika olarak planlanan görüşmenin 10 dakikası basın mensuplarına poz vermekle geçecek. Kalan 20 dakikanın da yarısının çeviri ile geçeceğini düşünürsek toplam 10 dakikalık bir görüşmeden söz etmekteyiz. Görüşme şov amaçlı bir görüşmedir ama Rusya Federasyonu, Rusya ile Türkiye arasındaki uçuşların tekrar başlatılıp başlatılmayacağına 21 Haziran’dan sonra karar vereceğini açıklamıştır. Bu demektir ki, Türkiye’nin ABD’ye yönelik yaklaşımı Rusya Federasyonu’nun pozisyonunu belirleyecektir. Bizce bu bekleyiş nafile bir bekleyiş. NATO üyesi bir Türkiye her şekilde ABD ile olan önemsiz çelişkileri çözme zorundadır. Özellikle ekonomi ve siyasetin tıkandığı bir süreçte Türkiye sermaye çevrelerinin ve iktidarın ABD desteğine ihtiyacı vardır. Hazırlıkların bu yönde olduğu da belirli bir süredir gözleniyor. ABD yol vermeseydi Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik askeri harekatı nasıl mümkün olamayacaktı ise, yine ABD yol vermezse Türkiye ekonomik bir dizi sorununu çözemeyecektir. ABD’ye endeksli, işbirlikçi tekelci sermayenin de içinde olduğu işbirlikçi oligarşik devlet yapısının başka bir yön belirlemesi mümkün değildir.

Diyelim ki Türkiye, ABD’ye rest çeksin ve NATO’dan da ayrılıyorum kararı alsın, o zaman durum farklı olurdu. Ama bunu yapmadıklarına ve yapmayacaklarına göre ABD ile aralarındaki tali sorunları çözecek ve kol kola yürümeye devam edeceklerdir. Erdoğan Afganistan konusunda ABD birliklerinin yerini Türkiye’nin dolduracağını bugünden açıklıyorsa, Ukrayna konusunda Rusya karşıtı bir politikayı aktif olarak destekliyorsa, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışmaya açıyorsa, bunlar ABD’ye göz kırpma anlamına gelmektedir ve sorun aslında çözülmüş demektir.

Türkiye, Balkanlar, Doğu Akdeniz, Orta-Doğu ve Kafkaslar açısından ABD ve NATO’nun ileri karakolu olma işlevini devam ettirme kararı almıştır. Bugüne kadar tüm çelişkilere rağmen bu böyleydi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin verili doktrini devam ettiği sürece, bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Şimdiden S-400 hava savunma sistemlerini verecek yer arıyorlar. Azerbaycan dediler, Rusya Federasyonu kabul etmedi, şimdi Katar’ı deniyorlar. Dolayısıyla en büyük sorun olarak görülen S-400 sorununu ABD’nin istediği yönde çözmek için Türkiye yola koyulmuş bile. ABD ve AB, Türkiye’yi Doğu Akdeniz ve Ege’de de durdurdu. Sismik araştırma gemileri aylardır “bakımda”. Ama bunun karşılığında Afganistan ve Libya’da angajman gelişiyor, Ukrayna ile ortak silah sanayii projeleri yürütülüyor. Demek ki kafa tutma şovları Biden-Erdoğan görüşmesinden sonra son bulacak ve ABD’ye var olan bağımlılık tekrar perçinlenecek.

Türkiye bu yönde bir dış politika ile ülkenin, toplumun ve halkların çıkarına olumlu sonuç alamaz. Ve bu dış politikasının değişmesinin tek yolu da MHP destekli AKP-Saray rejimine son vermekle başlatılabilir. Barış, Demokrasi ve Sosyalizm güçleri bugünden tezi yok muhalefetin parlamentodan çekilmesini talep etmeli, bu konuda aktif propaganda ve eylemliliğe başlamalı, en geniş anlamda demokrasi güçlerinin bu iktidara son vermeleri için her adımı atmalı ve desteklemelidir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler