SOSYALİZM TARİHİNİN EN ÇOK TARTIŞILAN DÖNEMİ: SSCB’de Siyasi Tasfiyeler (1937-1939) Yeni Bilgiler, Farklı Bir Bakış
Sovyetler Birliği’nde 1937 yılında “Moskova Duruşmaları” ile başlayıp parti içinde ve dışında binlerce kişinin yargılandığı, partiden atılmadan hapse ve idama kadar bir dizi hükümle cezalandırıldığı süreç, o gün olduğu gibi bugün de Dünya Komünist Hareketinin gündeminde merkezi bir öneme sahiptir. Konunun tarihsel ehemmiyeti, 3 boyutta karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi, burjuva ideolojisi ile sosyalizm arasındaki çatışma ve mücadeleye ilişkindir. Bu dönemde gerçekleşen süreç, sosyalist ideolojinin (hangi variyantı savunursanız savunun) yumuşak karnı, burjuva propagandasının ise bel kemiğidir. Sosyalizm projesinin, ne kadar insancıl hedeflerle yola çıkarsa çıksın, sonunda çılgınca bir despotizme varmaya mahkûm olduğu, iktidarı ele geçirenlerin sadece sıradan vatandaşları değil, en dürüst ve idealist rakiplerini yalan, baskı ve terörle susturduğu, hep bu döneme referansta bulunarak anlatılır. Robert Conquest’in 1968’de yayınlanan “The Great Terror” (Büyük Terör) adlı kitabı ile başlayan, Solzenitsin’in öykü ve romanlarıyla süren, SSCB’den kaçan muhaliflerin tanıklıklarıyla beslenen, ve en son “Komünizmin Kara Kitabı” ile zirveye varan bu zengin malzeme, bir bütün olarak sosyalizmi gözden düşürmek için kullanılan en temel ve sonuç alıcı materyal olmaya devam etmektedir.
İkincisi, 90’ların başındaki SSCB’nin çöküşü ve onu izleyen uluslararası komünist hareketteki likidasyonunda, bu konunun kavranışı belirleyici bir etki yaratmıştır. Tüm Soğuk Savaş süreci boyunca, bu konudaki yayın ve malzeme ile hesaplaşmak yerine kulak tıkamakla yetinen komünist kadrolar, SSCB’de yaklaşan yıkımın ayak sesleri sosyalist teori ve pratiğin tüm ön kabullerini kafalarda tartışılır hale getirdiğinde, bu konuda (esas olarak Batı’da pişirilmiş) malzemeyi, kafalarda oluşan vakum sonucu adeta emdiler. Anatoli Ribakov’un “Arbat Çocukları” adlı sözde belgesel romanı, gazeteci Vitali Korotiç’in “Ogonyok” adlı gazetesi, tarihçi Afanasiyev’in makaleleri, bu malzemenin sosyalist zihinlere aşılanmasının ana araçları oldular. Tasfiyeler esnasında oluşan gelişmeler, o denli trajik ve iç parçalayıcı şekilde aktarıldı ki, o güne kadar “sosyalizmin başarıları” diye bilinegelen tüm bir pratik birikime, bir tarihsel döneme yönelik şüphe ve inançsızlık başlarken, teoride de “proletarya diktatörlüğü”, “parti önderliği”, “disiplin”, “demokratik merkeziyetçilik” gibi kavramlara dudak bükülmeye başlandı. Sonuçta “bunları benimsersen sonu da bu olur” mantığıyla gelişen liberal bir “sol” tüm dünya komünist hareketinde boy vermeye başladı, ve hem Türkiye’de, hem de dünyada eşi görülmemiş bir likidasyonun baş aktörü oldu.
Üçüncüsü ise sol içi tartışmalara ilişkindir. Sosyalist hareket içinde, sosyalizm projesine yönelik tüm tartışmalar ve fikir ayrılıkları, bu trajik döneme ilişkin değerlendirme farklılıklarından kaynaklanmakta, ya da en azından bu değerlendirme farklılıklarından beslenmektedir. Geleneksel çizgiyi savunanlar bu tasfiyelerin haklılığının altını çizmekte, Troçkistler bu dönemi “bürokratik yozlaşma”nın kaçınılmaz sonucu olarak analiz etmekte, kendini “konseyci” ya da “Rosa”cı olarak tanımlayanlar bu sorunu partinin Sovyetleri ya da konseyleri işlevsizleştirmesiyle açıklamakta, mevcut tüm sosyalist oluşumların bu konudaki yaklaşımı, zikrettiğimiz bu ana eksenlerin şu ya da bu “kombinasyonu” ile ete kemiğe bürünmektedir. Bu konunun değerlendirilmesi, hala sol içindeki fikir ayrılıklarının temel bileşenlerinden biri olmaya devam etmektedir.
Bu üç boyut göz önüne alındığında, “Stalin dönemi tasfiyeleri” olarak bilinen konunun sağlıklı bir şekilde ele alınmasının güncel önemi ve elde edilecek kazanç ortaya çıkmaktadır. Hem burjuva propagandasına karşı ayaklarımızı gerçeklere basarak mücadele etmek, hem sol içinde varlığını hala sürdüren liberalizmin tahribatını önlemek, hem de sosyalist akımlar arasında esas olarak “sembol figürlere bağlılık ya da red” temelinde sürmekte olan ayrılıkları daha mantıksal bir temel oturtarak sağlıklı bir diyaloğu mümkün kılmak.
SSCB TARİHİNİ YORUMLAMANIN METODOLOJİK ZORLUKLARI
Bu yazı, orijinal kaynaklara inen bir arşiv araştırması değil, yapılmış araştırmaları temel alan bir siyasal yorum yazısıdır. Ancak bu dahi yeterince sorunlu ve çetin bir konudur.
Birinci sorun, bu alandaki “kaynak”ların büyük çoğunluğunun bu güne kadar o dönemi yaşamış kişilerin anılarından oluşmasıdır. Çağımıza damgasını vuran sosyalizm-kapitalizm çelişkisi karşısında, ve onu özel biçimlerinden biri olan SSCB-kapitalist dünya çatışmasında tarafsız kalabilmiş hiç kimse yoktur. Dolayısıyla, gerek 20.yüzyılda, gerekse çatışmanın ideolojik planda sürdüğü günümüzde, bu konudaki “anı”ları yazanların her biri için, bu çatışmada “kendi” tarafının şu ya da bu ölçüde savunucusu olmaktan başka çare kalmamaktadır. Bu vaziyet, direkt anti-komünist literatür için geçerli olduğu gibi, SSCB ve Stalin’e karşı negatif yaklaşan Troçkist ya da Kruşçev’ci belgeler için de geçerlidir. Bu durum bazen olguların çarpıtılmasını, bazen de bilerek hasıraltı edilmesini gündeme getirmekte, bu da anı türünde her kaynağı tek başına güvenilir olmaktan çıkarmaktadır (1). Burada izlenebilecek yegâne yöntem, zıt “tavırları” savunanların anılarını beraber ve yan yana getirerek değerlendirmektir. Bir diğer yaklaşım da, bu anılarda “siyasi olarak yalan söylemesine gerek olmayan” noktaları (örneğin ABD büyükelçisi Joseph Davies’in 1930 yıllarındaki SSCB anılarında Stalin’i destekleyen argümanları gibi) güvenilir kabul etmektir.
İkinci sorun bu kaynakları değerlendirirken izlenen yöntem ve yaklaşımdır. ABD’li akademisyen John Archibald Getty bu konuda şunu söylemektedir.
“Hiçbir başka dönem ya da konu için, tarihçiler tarihi anekdotlarla yazmaya ve kabullenmeye bu kadar istekli olmamışlardı. Büyük analitik genelleştirmeler, ikinci el kulaktan duyma koridor dedikodusu parçalarından türetildi. Hapishane hikayeleri (“arkadaşım bir kampta Buharin’in karısına rastladı ve o dedi ki…”) merkezi siyasi sonuç üretimleri için birincil kaynaklar haline geldiler. Gerçekten de Büyük Temizlik konusundaki önde gelen uzman (Soğuk Savaş ideologu Robert Conquest’i kastediyor – SD) “temel olarak en iyi kaynak söylentidir” demişti.” (2)
Belgelere dayalı tarih araştırmalarında şart olan karşılıklı kontrol (cross check), bütünsellik (ilgili tüm belgeleri bir araya getirerek analiz yapma) bunların büyük kısmında kulak ardı edilmiştir. Birinin SSCB veya onun yönetimi hakkındaki anılardaki tanıklığı, direkt bir kanıt ve “belge” olarak sunulmakta, bu tür “belgeler”in ard arda bombardımanı ile okur algısının dizaynı tamamlanmaktadır. Batılılar tarafından yazılan birçok kitap, daha baştan Stalin’i “hırslı, kana susamış, şeytani güç” olarak gösterdiği için dikkate değer sayılmayabilir. Ancak “sol” görünümlü, bilimsel olma iddiasında kimi eserler dahi, başlangıçta “meselenin Stalin’in kişiliği değil, objektif koşullar ve gerçekler” olduğunu vurguladıktan birkaç yüz sayfa sonra, aynı “şeytani güç” edebiyatına ve bayağılığına saplanmaktadır. (3)
SSCB’nin çöküşüyle birlikte bu konuda ilginç bir gelişme oldu. Önceleri Gorbaçov ve Yeltsin’in Sovyet dönemini karalamak için açılmasını ve araştırılmasını emrettiği arşivler, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünyadaki tüm araştırmacılara açıldı. Hala belli bölümleri kapalı tutulmasına rağmen, Batı dünyası başta olmak üzere tüm ülkelerden araştırmacılar, taraflı yazılmış anıların ötesinde Sovyet arşivlerinde o dönemlerdeki gelişmeleri bizzat gerçek ve orijinal belgeleriyle inceleme ve araştırma şansına kavuştu. Bu durum, umulanın aksine, sürpriz denebilecek bir sonuç yarattı: Soğuk savaş çığırtkanlığının ve anti-sovyet literatürün şahlanması ve ayyuka çıkması beklenirken, Batı akademik dünyası şaşırtıcı bir sessizliğe büründü. Brzezinski gibi namlı anti-komünistler dahil, bir dizi Batılı akademik çevre bu arşivleri incelemek ve malzeme çıkartmak için kolları sıvadıktan sonra, kısa bir dönem içinde adeta “sesleri kesildi”. Yapılan araştırmalardan, kamuoyuna yansıtılabilecek hiçbir “sansasyonel” sonuç çıkmadı, çünkü çıkartılamadı. Yayınlanan çalışmalar, Batılı propaganda merkezlerine hiçbir fayda sağlayamadan, salt akademik dünya ile sınırlı kaldı. Soğuk Savaş döneminde Robert Conquest’in dillere pelesenk ettiği “Stalin öldürttüğü milyonlar” söylemi, yerini “SSCB tarihinde politik nedenlerle idam edilen 700 küsur bin kişi” olgusuna bıraktı. Bütün bunların üstüne üstlük dünya kamuoyu, (Batı basınının da saklayamayacağı şekilde) “Rusya ve eski SSCB cumhuriyetlerinde gitgide artan Stalin sevgisi”, ya da “Rus halkının %70’i Stalin’i değerli bir lider olarak görüyor” haberleriyle yüz yüze geldi. Sosyalist sistemin çöküşüne kadar (komünistler de dahil) dünya kamuoyunu etkileyen “Stalin dönemindeki felaketler ve canavarlıklar” edebiyatı, yerini çok sayıda soru işaretine bıraktı.
YENİ BİR YAKLAŞIMIN İPUÇLARI
Yazımızda, bir kısmına ulaşabildiğimiz bu “arşivlere ve belgelere dayalı” araştırmalardan da yararlanarak, Dünya Komünist Hareketinde hala merkezi bir öneme sahip “SSCB’de siyasi tasfiyeler” konusuna elimizden geldiğince ışık tutmaya çalışacağız.
Yaklaşımımızın 3 ana ekseni olacaktır:
Birinci eksen, “defansif” kısımdır. 50 yıllık anti-sovyetik propagandanın dayandığı temelsiz suçlamaların belli başlılarını tek tek ele almak ve olgulara dayanarak çürütmek, öncelikle bu konuda komünistlerin dik ve kararlı bir siyasal duruş sergilemeleri için temel teşkil etmektedir. Bu kısımda, ağırlıklı olarak ülkemizde de araştırmaları yayınlanmış olan Grover Furr’ün çalışmalarından yararlanılacaktır.
İkinci eksen, işin “nasıl oldu?” kısmını ele alacaktır. Grover Furr’ün çalışmalarında eksik bıraktığı alan budur. Burada şunu kastediyoruz: Yıllar boyu, o dönem hapse atılan ya da kurşuna dizilen herkesin “Stalin’in hırsına kurban giden temiz ve idealist devrimciler” olduğu söylenegeldi. Öyle ki, politik günahları ne olursa olsun, ömürlerinin sonuna kadar komünizme inançlarını dile getirmiş Troçki, Buharin, Zinovyev gibi liderler, burjuva medyasının parlattığı kahramanlar haline geldi. Bunun doğru olmadığı, karşı-devrime hizmet eden ciddi komploların varlığı birinci bölümde anlatılacaktır. Ancak bu, o dönem tasfiye edilen herkesin gerçekten “halk düşmanı” olduğu anlamına da gelmemektedir. Çok sayıda dürüst ve inanmış komünistin de bu süreçte kurban edildiği, sadece bugün değil, bizzat o dönem Stalin tarafından dahi kabul edilmiştir. Bir tek “haksız yere mahkum edilmiş masum” için dahi film yapmanın adet olduğu günümüzde, o süreçte haksız yere infaz edilen komünistler için de düşünmek, ve geleneksel açıklama olan “ağır emperyalist kuşatma koşulları”nın ötesinde, hangi iç olumsuzluk ya da çarpıklıkların sonucunda bu dramın gerçekleştiğini anlamak durumundayız. 21. Yüzyılın komünistleri olarak, o yoldaşlara en azından bu kadarını borçluyuz. Bu tarz bir analiz, aynı zamanda bu süreçte yaşanan çarpıklıkların, SSCB’nin çökmesine yaptığı direkt ve endirekt etkileri de ortaya koyacaktır.
Üçüncü eksen ise, önümüzdeki mücadele ve insanlığı bekleyen sosyalist inşa deneyleri için ders çıkarmaktır. Sosyalizmi savunmada aynı kararlılığı sürdürmek, ama aynı hataları tekrar etmemek için siyaset anlayışımızda, Marksist siyaset teorisinde nelerin netleştirilmesi ve güçlendirilmesi gerektiği sorusu, bu bölümün temel ilgi konusu olacaktır.
Burada son olarak vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Bu dönemde yaşanan sorunlar hakkında “hazır açıklamaları“ olan yaklaşımlar, Marksistler arasında 1920’den beri mevcuttur; ancak bu açıklamalar hiçbir şeyi “açıklamamaktadır”. Troçkistlerin “dünya devrimi olmadığı için bürokratik diktatörlük şeklinde yozlaştı” tezi, ya da konseycilerin “Sovyetler partiye bağımlı hale geldikleri için böyle oldu” tezleri, kaybedilmiş bir iktidar savaşının hırsıyla 90 yıldır sürdürülmüş beyhude ve hazin tezlerdir. Sadece Lenin’in değil, bir dönem Stalin’in dahi kararlılıkla savunduğu ve beklediği Dünya Devrimi’nin gerçekleşmemesi bir tercih değil, somut bir fiili durumdur; ve yakın dönemde de dünyada gerçekleşeceğe benzememektedir. Öte yandan devrim aşamasında süreci yöneten siyasi öznenin, yani Partinin tüm temsili emekçi organlarında çoğunluğu kazanması ve buradaki politikaya damgasını vurması ise gene son derece doğal ve kaçınılmaz bir durumdur; ve gene yakın gelecekte oluşacak devrimci atılımlarda da farklı bir durum yaşanması söz konusu değildir. “Bunlar olmasaydı …” diye başlayan sözde açıklamalar, hayatın gerçeğinin uzağında gelişmiş küskün ve nostaljik bir siyasal metafiziğin unsurları olarak bize herhangi bir faydaları dokunamaz. O açıdan tavsiyemiz, SSCB’de yaşanan süreci “zaten” açıkladığını düşünen arkadaşların, yazının geri kalanını okuyarak ya da bize bu doğrultuda eleştiri yazarak gerek kendi vakitlerini, gerekse bizim vaktimizi heba etmemeleridir.
BİRİNCİ BÖLÜM:
ÇARPIK İDDİALARIN LİSTESİ
SSCB’de Stalin dönemini bir “suç ve cinayet iktidarı” olarak yansıtmayı amaçlayan tüm belli başlı hücumlar, ister direkt burjuva düşünce dünyasından, ister muhalif sol çevreler olan Troçkistler, Kruşçevciler, Rosa’cılardan gelsin, temel olarak aşağıdaki listedeki iddialar kümesini temel almaktadır:
- Stalin, iktidarı esnasında aldığı kararlarla milyonlarca insan (takriben 20 milyon) öldürttü.
- Stalin parti içindeki otoritesini ve siyasi görüşlerini, uyguladığı baskı ve terör politikası sayesinde kurdu ve pekiştirdi.
- 1934’de işlenen Kirov cinayeti, ona muhaliflere saldırmak için fırsat verdi. Muhtemelen o cinayeti de kendisi işlettirdi.
- “Tek adam” olabilmek için en yakın arkadaşlarından ilk fırsatta kurtulmayı planladı ve yaptı.
- Mahkemelerdeki bütün ifadeler işkence ile alındığı için hiçbiri gerçeklik taşımamaktadır.
Önce bu iddiaları tek tek ele alalım ve analiz edelim.
BİRİNCİ İDDİA:
“STALİN 20 MİLYON KİŞİ ÖLDÜRDÜ” YA DA
“STALİN DÖNEMİ VAHŞETİ” SÖYLEMİNİ KATMANLARINA AYIRMAK
Bu iddia en sahtekârca olan ve alt edilmesi en kolay iddia olmakla birlikte, konuya bütünsel bir bakış getirmek, ve ilgi alanımızı daraltmak için işe buradan başlamayı uygun gördük. “20 milyon” rakamını bugün telaffuz edenler açısından, bu ifade herhangi bir olguya ya da somut hesaplamaya tekabül etmeyip tamamıyla sübjektif ve “karşımdaki ne kadarını yerse” ilkesine dayanan bir saldırı yöntemidir. Sübjektiftir, çünkü bazı uyanık şahıslar (Türkiye’de güvenlik güçlerinin öldürdüğü 20.000 kişiyi PKK’nın hanesine yazıp “30.000 kişinin katili Apo” demeleri gibi) bu rakama 2.Dünya Savaşında ölen 26 milyon Sovyet yurttaşını da ekleyip toptan “50 milyon kişinin katili Stalin” diyebilmektedir. Ancak bu rakamın da bir tarihi vardır: İlk defa Perestroyka döneminde, “marksist” olduğunu iddia eden Sovyet muhalifi Roy Medvedev (bugün kendisi Putin’in “yandaş” kalemlerindendir), Sovyet gazetesi “Argumenti i Fakti” de (elbette Gorbaçov’un teşvikiyle) Şubat 1989’da bu iddiayı yayınladı. Akabinde Amerikan New York Times bu iddiayı bir haber olarak dünyaya yaydı (4).
O güne kadar baskı altında olup sesi fazla duyulmayan Roy Medvedev’in öne çıkma ve Sovyet toplumunda meşruiyet kazanma çabası ile, Gorbaçov’un Stalin dönemini “lanetli devir” ilan etme çabalarının ortak ürünü olan bu çalışma, aşağıdaki ektende izleneceği gibi, her türlü arşivsel dayanaktan mahrum (zira arşivler o sıra kapalıydı), yuvarlatılmış ve (bugün ortaya çıktığı gibi) şişirilmiş rakamlardan, birbiriyle kesişen mükerrer kategorilerden, “Çarlık kökenli soylu ailelere yapılan baskılar” gibi komünistleri ilgilendirmeyen kalemlerden oluşan bir göz boyama senfonisidir. “20 milyon” rakamı, sağcı veya solcu, hiçbir ciddi akademik çevrede bugün kaale alınmayan, sadece ilkel anti-komünistlerin kafalarında geçmişin bir tortusu olarak varlığını sürdüren eskimiş ve paslanmış bir Soğuk Savaş silahıdır
Bu havada uçuşan yalanların toz bulutu içinde, konuya hakim olabilmek ve objektif, en azından üzerinde tartışılabilir bir çerçeve oluşturmak için temel bir önermeyle başlayalım:
1917 – 1950 arasında, ve İç Savaş (1917 – 1921) ve 2.Dünya Savaşı (1941 – 1945) haricinde, SSCB’de toplu ölüm sebebi olup analiz edilmesi gereken 3 olgu vardır:
- Büyük Sovyet Açlığı (1931 – 1933)
- Çalışma Kampları (Gulag)
- Siyasal yargılamalar ve infazlar
Bunları teker teker ve kısaca inceleyelim.
BÜYÜK SOVYET AÇLIĞI:
NEYDİ, NE DEĞİLDİ?
1987 yılında anti-sovyetik propagandanın en büyük şampiyonu Robert Conquest (5), “Keder Hasadı” (“Harvest of Sorrow”) adlı çalışmayı yayınlayarak SSCB’de 1931 yılında yaşanmaya başlanan büyük açlığı ele aldı ve bunu bir soğuk savaş malzemesi olarak piyasaya sürdü. Conquest bu kitabında 1931 – 1933 arasında SSCB’de tahılda meydana gelen kıtlık sonucu 14,5 milyon insanın açlıktan öldüğünü iddia etmiş ve bunun doğal bir afet değil, Stalin ve Parti yönetiminin politikalarının bilinçli sonucu olduğunu savunmuştur.
Conquest’e göre:
- Aslında 1932 yılının tahıl rekoltesi halkı beslemek için yeterliydi.
- Stalin yönetimi bu tahılın büyük kısmını sanayileşmeyi hızlandırmak için ihraç etti ve halkı bile bile açlığa mahkum etti.
- Oluşan açlık esas olarak Ukrayna bölgesindeydi. Stalin bu açlığa göz yumarak bir yandan da Ukrayna halkını ve onun milliyetçiliğini “cezalandırmayı” amaçladı.
- Oluşan açlığın yol açtığı kitlesel ölümler, başka bir açıdan da kollektivizasyona direnen köylülüğün direncini kırmaya yaradı.
SSCB’nin çöküş sürecine girip Sovyet arşivlerinin açılmaya başladığı o yıllarda, bu kitabın yayınlanmasından 4 yıl sonra 1991’de Batı Virginia Üniversitesi’nden Profesör Mark Tauger, bizzat Sovyet arşiv kayıtlarına dayanarak kısa, ama oldukça etkileyici bir eser yayınladı: “1931 Sovyet Açlığında Doğal Sebepler ve İnsan Faktörü” (6). SSCB ve Doğu Avrupa tarımı uzmanı olarak Tauger, Conquest’in hiçbir sağlıklı analize dayanmayan iddialarını tek tek çürüterek şunları ortaya koydu:
- 1932 rekoltesi, halkı beslemek için kesinlikle (ve büyük ölçüde) yetersizdi
- Bunun sebebi bitkilere musallat olan hastalıktı ve bu anlamda 1932, kesinlikle bir doğal afetti.
- Bu hastalıkta başaklar gür bir şekilde ve çok sayıda boy atarken, başak başına düşen tane miktarı dramatik olarak düşüktü; bu yüzden de felaket geç fark edildi.
- Bu trajedide insani hata, yönetimin felaketi geç fark etmesi, tedbir olarak sadece tahıl ithaline başvurmasıydı.
- O dönemde başlamış olan kollektivizasyona kimi köylülerin gösterdiği direnç, sürecin yönetilmesini zorlaştırarak kaosu, ve dolayısıyla trajediyi daha da büyük boyutlara vardırdı.
- İhraç edilen rekolte 1933 rekoltesiydi; ama o yılda zaten açlık yapacağını yapmış ve büyük ölçüde sona ermişti.
- Olayın “Ukrayna milliyetçiliği”ne, dolayısıyla Ukrayna’ya yönelik olduğu iddiası saçmadır, zira 2,5 milyon Ukraynalının yanı sıra 2 milyon civarı diğer cumhuriyetlerden (başta Rusya) insan ölmüştür. Toplam ölü 4 - 4,5 milyon civarındadır.
Sonuç olarak, ağırlıklı olarak bir doğal afet olan 1931 Sovyet açlığını Stalin’in hanesine kaydetmek, 1918-1920 arası Batı dünyasında 60 milyon insanın ölümüne sebep olan İspanyol nezlesini “kapitalist sisteme” mal etmekten farksızdır ve komünistlere değil, Conquest gibi şarlatanlara yakışan ucuz bir kurnazlıktır. Maalesef Conquest’in yediği herzeler, “Holodomor” adı altında bugün Ukrayna’yı (şimdilik) yöneten Nazi yanlısı ve ABD destekli gerici kliğin resmi ideolojisi durumundadır. Buna karşılık Conquest’in eserleri, yukarda gördüğümüz ve ilerde de göreceğimiz gibi, dürüst akademisyenlerin eleştirileri sonunda, her geçen gün tarihin tozlu raflarında ucuz soğuk savaş filmlerinin yanında yerini almaktadır.
“MİLYONLARIN ÖLDÜĞÜ ESİR KAMPLARI” OLARAK GULAG’LAR:
DİĞER EFSANE
Stalin dönemine ilişkin başka bir “tüyler ürpertici” iddia, her türden mahkûmların yollandığı “Gulag” çalışma kamplarına ilişkindir. Buradan “on milyonlarca insanın geçtiği, Sovyet sanayileşmesinin esas olarak buralardaki köle emeğine dayandığı, burada (çoğu masum) milyonlarca insanın da öldüğü” iddialarındaki gerçek payı, gene arşivlerde yapılan ciddi çalışmalar sonucunda layıkıyla ortaya çıkarıldı. Gulag’ların “şefkat dolu ceza kurumları” olmadığı, koşulların ağır ve çetin olduğu, toplum düzenine karşı çıkan herkes için (gerek adi, gerekse siyasi suçlular için) sert ve caydırıcı olmayı amaçladığı açıktır. Ancak bunları bir “insan mezbahası” gibi göstermeye çalışan tezlerdeki gerçek payı nedir?
“Perestroika” döneminde Gulag’a ilişkin Sovyet arşivlerindeki bütün kayıtları açtıran Gorbaçov, bu konuda “gerçeklerin araştırılmasını ve açığa çıkarılmasını” emretti. Amaç, gene Stalin dönemini kanlı bir “devr-i sabık” olarak yansıtma çabalarına Gulag üzerinden destek aramaktı. Bu kayıtlarda araştırma yapan en yetkili isim, Rus sosyolog Viktor Zemskov, araştırma sonuçlarını 1991’de yayınladı; Rus komünisti Pavel Krasnov da bu sonuçları dünyadaki verilerle karşılaştırarak bir değerlendirme hazırladı (7). Buna göre:
- “Baskı politikası”nın en yoğun olduğu 1937 ve 1938’de SSCB’de Gulag’daki toplam insan sayısı şu şekildeydi:
- 1937: 1.196.369 kişi, bunların %87’si adi (siyasi olmayan) suçlu
- 1938: 1.881.570 kişi, bunların %81’i adi (siyasi olmayan) suçlu
- Günümüz ABD’sinde hapishanelerdeki toplam mahkum sayısı: 2.300.000 kişidir! Bu rakam nüfuslara orantılı hale getirilirse (bugünkü ABD 300 milyon, 1937 SSCB 200 milyon) ABD’nin rakamı 1,53 milyon etmektedir. Bu da “korkunç” 1937 yılından daha fazla, 1938’den de biraz daha azdır. Sonuçta bugünün “demokratik” ABD’si en istikrarlı döneminde bile, “totaliter” SSCB’nin olağanüstü bir dönemden geçtiği 1937 ve 38’deki halinden (hapsedilen nüfus açısından) aşağı yukarı aynı profildedir!..
- Gulag’ın zirve yaptığı yıl ve rakam 1950 yılıdır ve toplam mahkûm sayısı 2,3 milyon kişidir. Bunların ezici çoğunluğunu oluşturan ve rakamı yükselten, savaş sonrası yıkımın ve otorite boşluğunun yarattığı yasadışı unsurlar (haydut çeteleri, yağmacılar, asker kaçakları, işbirlikçiler, spekülatörler..vs) olmuştur.
- Sanayileşmenin “Gulag’taki köle emeği ile gerçekleştiği” adi bir yalandır, çünkü:
- SSCB’deki mahkum kitlesi, toplam emek gücünün %2’sini hiçbir zaman aşmadı
- Bu kitle sadece vasıfsız emek gerektiren işler (yol kazma..vs) için kullanıldı; ancak sanayileşmenin en büyük kısmı eğitilmiş-kalifiye emek gerektiren işlerden oluştu.
- Sovyet sanayileşmesi 1928’de başlayıp 1938’de tamamlandı. Sanayileşmenin en kritik yılı olan 1934’de dahi Gulaglardaki toplam rakam 500.000 civarındaydı. Başka bir deyişle Gulag nüfusu kayda değer şekilde arttığında sanayileşme zaten bitmek üzereydi.
- Siyasi hükümlüler: Zemskov’un verdiği rakamlara göre 1920 ile 1953 arası (İç Savaşın bitiminden Stalin’in ölümüne kadar geçen dönemde) siyasi sebeplerle hapse atılmış toplam insan sayısı 3,8 milyondur. Bunların mahkûmiyet süreleri ise:
- %38,4’ü 5 – 10 sene
- %35,5’i 3 – 5 sene
- %25,2’si 3 yıldan az
- %0.9’u 10 yıldan fazla
Bu sürelerin ağırlıklı ortalaması 4 yılın altındadır. Ancak bugün ABD’deki tüm mahkûmların mahkûmiyet sürelerinin ortalaması 63 ay, yani 5 yıldan fazladır!
Görüldüğü gibi, Gorbaçov ve Yeltsin’in “Gulag Harekatı” da, arşivler açılıp gerçekler ortaya çıktığında sönen balonlardan bir diğeri olmaktan kurtulamamıştır. Zemskov’un raporunun yayınlanmasına rağmen Yeltsin, 901.127 kişinin mahkumiyetlerini yeniden inceletmiş (kalan milyonlar muhtemelen “inceletilmeyecek kadar aşikâr” olduğu için), bunlardan 637.614’üne itibarını iade etmiştir. Bunu yaparken de Sovyet sistemine karşı açık suç işlemiş olanları da büyük bir gözü dönmüşlükle aklamış, aşağıda ele alacağımız 1937-39 Olağanüstü Durum Mahkemeleri olan “Troika”ların aldığı tüm kararları “yasa dışı ve geçersiz” ilan etmiştir. Sonunda, 2.Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği yapmış olan meşhur vatan haini General Vlasov’u bile aklamaya kalkmış, ancak savaş gazilerinin protestosu sonucu vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Sonuç olarak, Soğuk savaşın bilinmezlik ortamında Solzenitsin gibilerinin de katkısıyla çok popüler olan ve Batı açısından epey işlevsel olan Gulag hikayeleri de, bugün demode bir turistik eşyadan öteye anlam taşımamaktadır. Ne Yeltsin ihanetinin uykusundan uyanmış Rusya için, ne de devasa bir hızla büyüyen “kendi” Gulag’ıyla baş etmekte zorlanan ABD için…
1937-38 DAVALARI:
SİYASİ SEBEPLE KURŞUNA DİZİLENLER
Asıl konumuz budur. Yukardaki açıklamalar, sadece sapla samanı, elmayla armutu ayırmak, konumuzla ilgisi olmayan olguların ilgi alanımızı bulandırmasını engellemek ve asıl konumuzun çerçevesini net çizmek içindi. Konuya girelim:
Gorbaçov döneminde yayınlanan bir araştırmaya göre SSCB’de 1930-1953 yılları arası siyasi sebeplerle (“karşı-devrimcilik ve devlete karşı suçlar”dan) idam cezası alıp infaz edilen kişi sayısı 786.000 kişidir. Eldeki NKVD belgelerine göre de 1937-38 yıllarında siyasi sebeplerle kurşuna dizilen inşan sayısı 681.692’dir. Bu rakam 1936 yılında ise sadece 1.118’dir (8). ÇKP kaynakları da bu rakamı doğrulamaktadır (9)
Daha ayrıntılı ve senelere göre dağılım aşağıda verilmektedir:
Sene Toplam Hüküm Giyen İdam Edilen
1928 33.757 869
1929 56.220 2109
1930 208.069 20.021
1931 180.696 10.651
1932 141.919 2.728
1933 239.664 2.154
1934 78.999 2.056
1935 267.076 1.229
1936 274.670 1.118
1937 790.665 353.074
1938 554.258 328.618
1939 63.889 2.552
Kaynak: Rusya Federasyonu Devlet Arşivi (GARF)’dan aktaran Getty ve Naumov (10)
Bu rakam, az bir rakam değildir. O dönemki SSCB nüfusu ile oran kurulursa, 1937-38 yıllarında aşağı yukarı her 300 kişiden biri siyasi sebepten kurşuna dizilmiş demektir. Bu furyada hainlerin ve suçluların yanı sıra masumların da bulunduğunu gösteren 2 net olgu vardır: Birincisi, 1939 sonrasında bu tasfiyelerde aşırı davrandığı için yargılanıp hüküm giyen (bir kısmı Parti, bir kısmı NKVD yöneticisi olan) kadroların yargılanma sürecinde, kanıtlarıyla sunulan “elini masum komünistlerin kanına bulama” suçlamasıdır. İkincisi ise, öldürülmeyip ağır hapse ve sürgüne mahkûm edilenlerin arasında, serbest bırakıldığında SSCB kahramanı olacak kadar sosyalizme ve SSCB’ye bağlı insanların varlığıdır. Onlar kadar şanslı olamamış, yani kendini ispat için bir fırsat verilemeden infaz edilmiş kadroların da varlığı pek muhtemeldir.
Yukarda dile getirdiğimiz iddiaları adım adım izleyip ele aldığımızda, haklı bir temizlik sürecinin nasıl bir dizi birikmiş sorunla üst üste gelerek kontrolden çıkmış bir sürece dönüştüğünü göstermeye çalışacağız.
DİPNOTLAR:
- Somut bir örnek, Kruşçev’in meşhur 20.kongredeki konuşmasında aktardığı Stalin’in 10 Ocak 1939 tarihli telgrafıdır. Bu dokümanın Kruşçev’in aktardığı bölümünde Stalin, İçişleri Bakanlığı’nın “sorgularda fiziksel şiddet kullanmasına izin verildiğini” söylemektedir. Kruşçev bunu “işkenceye davet ve onay” olarak yorumlamıştır ve yansıtmıştır. Ancak J.A.Getty’den aktaran Grover Furr’ün gösterdiği gibi, metnin Kruşçev tarafından yansıtılmayan ara bölümünde Stalin “bunun sadece istisnai durumlarda, Sovyet yönetimiyle hapiste de mücadele etmeye devam eden düşmanlar için geçerli olduğunu, bunu kural haline getirip sıradan dürüst insanlara karşı kullanılmaması gerektiği, bunu yapanların hain olduğunu” açıkça belirtmiştir. Aktarılmayan bu bölüm, metnin (ve olayın) tüm anlamını değiştirmektedir. (“Kruşçev’in Yalanları”, Grover Furr, Yordam Yayınları, S.386)
- Origin of the Great Purges”, J.Arch Getty, Cambridge University Press, 2008, s.5
- Bu konuda somut örnek, Moşe Levin’in “Sovyet Yüzyılı” adlı kitabıdır. Bilimsel yaklaşım iddialarıyla başlayan kitabın 125. Sayfasında, Stalin’in romancı M.Şolohov’a gönderdiği bir mektup aktarılmaktadır. Stalin, kollektifleştirme esnasında mağdur olan Kuban köylüleri için Şolohov’un bizzat istediği yardımı sağlamış, mağduriyeti gidermiş, yazdığı mektubun sonunda ise “Gene de, Şolohov yoldaş, bu köylülerin ellerindeki buğdayları saklayarak Sovyet iktidarına karşı gelmiş olduklarını unutmayalım” şeklinde bir not eklemiştir. Moşe Levin’in yorumu ise şudur: “Bu notla aslında Şolohov’u tehdit ediyordu. Şolohov çok popüler olduğu için onu kıskanıyor ve onu bir an önce öldürmek istiyordu. Ama popülerliği buna engel olduğu için bunu yapamıyordu”. Burada gözlenebilen tek şey, “şeytani Stalin” değil, kafayı ona takmış obsesif bir ruhun, Moşe Levin’in yorumlarıdır.
- Bakınız: https://www.nytimes.com/1989/02/04/world/major-soviet-paper-says-20-million-died-as-victims-of-stalin.html
- Robert Conquest hakkında birkaç söz: İngiltere Genç Komünistler Birliği üyesiydi ve 20 yaşında bir komünist olarak 1937’de SSCB’yi ziyaret etti. İşin ilginç tarafı, bu ziyaretten sonra da fikirlerinde bir değişiklik olmadı. Ancak 2.Dünya Savaşı’nda bir süre İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda, sonra da İstihbarat’ta çalışan Conquest, bu süreçte önce komünizme karşı eleştirel bir tavır, daha sonra açıkça gözü dönmüş bir düşmanlık göstermeye başladı. Ülkemizde Hadi Uluengin ve Halil Berktay gibi zavallıların “dönüşümüne” tanık olmuş bizler için bu tanıdık bir vakadır. Batılılar bu sendroma “En sağlam bir anti-komünist, ancak eski bir komünistten olabilir” derler. Bizim içinse bu sadece “bir döneğin ihaneti gurura, utancı küstahlığa dönüştürebilmek için sergilediği zoraki nefret”tir.
- “Natural Causes and Human Factor in 1931 Soviet Famine”, Mark B.Tauger, The Carl Beck Papers, 2001, Pittsburgh
- “What were the Chances to be Sent to Gulag?”, Pavel Krasnov, http://www.northstarcompass.org/nsc0901/gulag.htm
- “The Road to Terror”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, 2010, s.243
- “Sovyet Mirası ve Sovyet Sonrası Toplumsal Mücadeleler”, Li Shen Ming, Canut Yayınları, c: II, s.34
- The Road to Terror”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.67
(Devam edecek)