SOSYALİZM TARİHİNİN EN ÇOK TARTIŞILAN DÖNEMİ: SSCB’DE SİYASİ TASFİYELER (1937-1939) - YENİ BİLGİLER, FARKLI BİR BAKIŞ (2)

SOSYALİZM TARİHİNİN EN ÇOK TARTIŞILAN DÖNEMİ: SSCB’DE SİYASİ TASFİYELER (1937-1939) - YENİ BİLGİLER, FARKLI BİR BAKIŞ (2)

Stalin posterinin taşındığı bir yürüyüş

Bu yazı dizisinin 1. Bölümü gazetemizin 67. Sayısında yayınlanmıştır.

İkinci İddia: “Stalin, Parti içindeki otoritesini baskı ve terörle kurdu ve pekiştirdi”

Bu iddia, Bolşevik partisinin 1924 sonrası tarihinden bihaber olan, parti tarihini sadece yargılama ve tasfiyelerden ibaret sayanlar için anlamlı olabilir. Partideki tartışmaların ve yönetici ekiplerin 1924 sonrasındaki evrimine kısaca bir göz atıldığında, bu iddianın temelsizliği ortaya çıkacaktır. Bu çerçevede, Lenin’in ölüm yılı olan 1924 sonrasındaki tüm Bolşevik Parti kongrelerini, tarihleri, kapsamları ve kararları ile birlikte kısaca gözden geçirelim:

  • 13.Kongre (Mayıs 1924): Lenin’in ölümünden sonraki ilk kongre. NEP (Yeni Ekonomik Politika), yani köylülükle iyi geçinme ve serbest ticaret politikası onaylanıyor. Troçki’nin “Muhalefet bloku” ise Marksizm’den bir sapma olarak siyaseten mahkûm ediliyor (tutuklama, ya da ihraç söz konusu değil). Stalin’in de eleştirildiği Lenin’in meşhur “Vasiyeti” kongrede delegelere okunuyor. Troçki’nin karşısında Stalin, Zinovyev, Kamenev üçlüsü yönetimdeler.
  • 14.Kongre (Aralık 1925): “Sanayileşme Kongresi” olarak geçer. “SSCB’de sosyalizmin inşasına girişilmesini” savunan Stalin-Buharin-Rikov bloğuyla, bunun “Dünya Devrimi olmadan Rusya’da mümkün olmadığını” savunan Troçki-Zinovyev-Kamenev’in “Yeni Muhalefet” bloğu arasındaki kavga bu kongreye damgasını vuruyor. Partinin Leningrad Komitesi, Zinovyev muhalefetinin kalesi durumunda. Buna karşılık, kongreye katılan 653 delegeden sadece 63’ü muhalefet lehine oy kullanıyor. Kongre, Leningrad örgütüne bir çağrı kaleme alarak, parti birliği konusunda hassas ve sorumlu davranılması gerektiğini hatırlatıyor. Tutuklama, ya da ihraç yok. Hatta Troçki’nin partiden atılmasını savunanlara şiddetle karşı çıkan  Stalin, onun Savunma Halk Komiserliği görevinden alınmasının yeterli olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: “…..kesme-biçme, ve kan dökme politikası Parti için büyük tehlikelere yol açar. Bugün bir azanı kesersin, yarın bir diğerini, öbür gün bir başkasını- o zaman Partiden geriye ne kalır? (Alkışlar)(11) Muhalif konumlarına rağmen, Zinovyev ve Kamenev, kongrede Parti MK’sı adına birer rapor sunarlar (Komintern’deki Durum ve Ekonomik İnşa hakkında). O dönemin demokratik tartışma havasını yansıtan bir diğer örneği Molotov vermektedir. Kendine güvenen Zinovyev, çoğunluk liderlerine “gelin, fabrikada işçilerin önünde tartışalım” der ve onları sol muhalefetin güçlü olduğu, aynı zamanda 1917 devriminin kalesi olarak görülen Leningrad’daki Putilov fabrikalarına çağırır. Kalinin ve Molotov giderek binlerce işçinin önünde Zinovyev ile tartışırlar. Tartışma şiddetli geçer. Özellikle kadın işçiler attıkları sloganlarla Sol Muhalefeti desteklerler. Sonunda Kalinin, devlet başkanı prestijini de kullanarak, bu tarz bir muhalefetin sosyalizme nasıl zarar vereceğini anlatır ve etkileyici bir konuşma ile muhalefetin Putilov’daki gücünü kırar. (12)
  • 15.Kongre (Aralık 1927): Bu kongreye ağırlıklı olarak MK önderliği ile Birleşik Sol Muhalefet (Troçki-Zinovyev-Kamenev bloğu) arasındaki mücadele damgasını vurdu. Bu bloğa tüm parti üyelerinden çıkan destek oyu % 0,5 civarındaydı. Kongrede bu bloğun temsilcileri olarak Kamenev ve Rakovski söz aldılar. Bu platformun başını çeken 121 kişi, kongreye bir tebliğ sunarak “parti birliğine zarar vermek istemediklerini, kongre kararlarına uyacaklarını, ancak görüşlerinden vazgeçmediklerini” açıkladılar. Kongre, “ayrı bir parti gibi örgütlendiği” belirtilen Sol muhalefetten Troçki, Zinovyev için Kasım 1927’de alınmış olan partiden atılma kararını onayladı ve 75 diğer aktif muhalifi de partiden ihraç etti. Önceki kongrede MK üyeliğine seçilen Sol Muhalefet mensupları da, partide kalmakla birlikte MK’dan alındılar. Tutuklama hala yok.
  • 16.Kongre (Temmuz 1930): Bu kongre öncesinde Stalin, 14.kongreden beri sürmekte olan Buharin ve Rikov ile işbirliğine son verir. Köylülüğe zarar vermemek için yavaş (o dönemki deyimiyle “kaplumbağa hızıyla”)  sanayileşmeyi savunan Buharin ve Rikov’a karşı Stalin, Molotov ve Kaganoviç ile birlikte hızlı ve radikal bir sanayileşme hamlesini savunur ve MK çoğunluğunu ikna eder. Sanayileşmenin tüm hızıyla sürdüğü bir dönemde yapılan Kongre, Stalin-Molotov çizgisini onaylar ve sadece Sol Muhalefet’i değil, Buharin ve Rikov’a işaret eden “sağ sapma”yı da mahkûm eder. Ancak (1929’da sürgün edilen Troçki dışında) hala bir ihraç ya da tutuklama söz konusu değildir.
  • 17.Kongre (Şubat 1934): Tarihe “Galipler Kongresi” olarak geçer, zira Birinci 5 Yıllık Plan tamamlanmış ve SSCB muazzam bir atılım yaparak bir sanayi ülkesi olmuştur (çelik üretiminde İngiltere’yi geçmiştir; ki bu o dönemin ekonomik değerlendirme kriterleri açısından büyük bir başarıdır). Tarımda kollektifleştirme tamamlanmış, tüm SSCB’de planlı sosyalist ekonomiye geçilmiştir. Geçmişte partiden atılan ya da görevinden alınan muhalifler (Zinovyev dahil) partiye yeniden kabul edilerek kongreye katılmıştır. Kongre Stalin açısından çelişkili bir tablo yaratmıştır. Bir yönüyle Stalin (resmi kayıtlar aksini iddia etse de, tanıkların belirttiği kadarıyla) delegelerden ciddi miktarda “çizik” yemiştir. Bunun muhtemelen sebebi, 1924’den beri sürekli olarak parti içindeki her tartışma ve çatışmanın merkezinde yer alması, değişik ekiplerle hareket etmesine rağmen hep ayakta ve başta kalması, ve “çok fazla haklı çıkması”nın yarattığı yıpranmışlıktır. Bunu gören Stalin, kongreden sonra parti Politbüro’sunda “varlığım bir gerilim yaratıyorsa görevi bırakmaya hazırım” diyerek genel sekreterlikten istifa etmiş, ancak Politbüro oy birliği ile onun bu görevi sürdürmesinin Partinin başarısı için elzem olduğunu belirterek göreve devamına karar vermiştir. Ancak öbür yandan 17. kongre, “çizik atmayan” büyük çoğunluk nezdinde Stalin efsanesinin de doğuş yeri ve anı olmuştur. 1929 sanayileşme atılımı esas olarak onun önderlik ettiği ekibin fikri olduğu için, tüm söz alanlar kendisinden övgüyle söz etmiştir. Kongrede tüm eski muhalefet liderlerine (sol ve sağ) söz verilmiş, konuşma yapan Zinovyev, Kamenev, Buharin, Rikov, ve Tomski özeleştiri yaparak Parti’nin merkez çizgisinin haklı çıktığını, kendilerinin hata yaptığını, bundan sonra partiyi güçlendirmek için çalışacaklarını belirtmişlerdir. Parti dışında, halk kitleleri nezdinde ise Stalin’in prestiji zirveye çıkmıştır. Sanayileşme ve ona eşlik eden kültür devrimi, bir yandan makinayı ve elektriği milyonların yaşamına sokarken, öte yandan da hayat boyu meyhane-kilise-çamurlu yollar arasında debelenmiş olan Rus insanının yaşamına müziği, sinemayı, kitabı ve bilimi getirmiştir. O yılların en yaygın sloganı olan “Hayat her geçen gün daha ilginç oluyor” cümlesinin işaret ettiği ruh hali tam olarak budur. Bu muazzam atılım da, kitlelerin basitleştirici imgeleniminde, direkt olarak Stalin’in hanesine yazılmıştır. Duyulan sevgi ve coşku o seviyededir ki, o yıllarda (planlanmasıyla bizzat ilgilendiği ve katkı yaptığı) Moskova’ya “Stalin” adının verilmesi teklif edilmiş, doğal olarak (en başka kendisi) bunu reddetmiştir.

Kısaca kapsam ve gelişimini özetlediğimiz bu kongreler neyi işaret etmektedir?

  1. 1924-34 arası geçen 10 yılda parti içi tartışmalarda Stalin belirli ekiplerle birlikte tavır almış, ancak onların savrulmalarından uzak durmuştur.
  2. 1929’da kendisi derin bir öngörüyle sanayileşme hamlesini gerçekleştirmiş, Rusya’nın ve diğer halkların 100 yıllık modernleşme özlemini hayata geçirmiştir.
  3. Bunu sonucunda olağanüstü bir prestij, destek ve dolayısıyla otorite kazanmıştır.
  4. Bütün bu süreç, baştan aşağı parti ve devlet meşruiyeti içinde, kanun, kurallar ve tüzüğe uygun mekanizmalar, yani açık tartışma, seçim ve kongreler üzerinden gerçekleşmiştir. Açıkça partiyi bölmeye çalışan ve partinin tümü nezdinde teşhir olan ve sürgüne yollanan Troçki hariç, bu dönemde Stalin’in hiçbir siyasi rakibine sesini kesme, söz hakkı vermeme, sansür, mahkemeye çıkarma, tutuklama, hapis ya da infaz uygulaması söz konusu olmamıştır.
  5. Partide kalan muhaliflerin tümü de, hatalarını kabul etmiş ve Stalin önderliğindeki Merkez Komitesi’nin çizgisini benimsediklerini ilan etmiştir. 

Dolayısıyla, “Stalin’in parti içindeki otoritesini baskı, terör ve infazlarla kurduğu” iddiası, ancak yukardaki net gerçeklere göz kapayarak yutturulabilecek bir yalandır. Bu durum, şu soruyu da gündeme getirmektedir: 1934’de zaten olağanüstü bir otorite (dolayısıyla iktidar) elde etmiş bir lider, neden 1937 sonrasında eski rakiplerini tasfiye etme yoluna gider? Bu sorunun cevabının “iktidar elde etmek” olmadığı açıktır.

Üçüncü İddia: “Stalin Kirov cinayetini bahane ederek eski rakiplerini tasfiye etti”

1 Aralık 1934’de, Nikolayev adlı dengesiz biri (eski bir Zinovyev taraftarı) Leningrad Parti örgütü binasına girerek partinin bölge lideri ve Politbüro üyesi Sergey M. Kirov’u öldürür. Yapılan soruşturmada NKVD görevlileri sorguya çekilir, bir organize komplonun varlığı sorgulanır, ancak bir sonuç çıkmaz. Nikolayev idama mahkum edilerek infaz edilir.

Kirov cinayeti, Kruşçev’in, sonra 1990’larda Gorbaçov’un, bu arada bütün batılı anti-komünist araştırmacıların parmaklarına doladıkları bir konu olagelmiştir; ancak (aşağıdaki iddialarda somutlaşan suçlamaları) ilk defa dile getiren ve bu suçlamaların önünü açan bizzat Kruşçev olmuştur. İddialar şunlardır:

  • Kirov, Stalin’e potansiyel rakipti. Başarılı ve mütevazı kişiliğiyle partide çok seviliyordu; öyle ki 17.Kongrede bazı delegeler, grup çatışmaları içinde yıpranan Stalin’e bir alternatif olarak ona Genel Sekreterlik için en uygun aday olduğunu söylemişlerdi. Bu cinayet sayesinde Stalin, tehlikeli bir rakipten kurtulmuş oldu.
  • Cinayetten sonra yapılan soruşturma, son derece yüzeysel yürütüldü ve arkadaki organize yapı açığa çıkarılmadı. Muhtemelen plan Stalin’e aitti.
  • Bu cinayetin akabinde Stalin, suçu parti içindeki eski muhaliflerin üzerine attı ve soruşturmalarla birlikte tutuklamalar ve meşhur “Moskova Duruşmaları” başladı.

Bugün birçoklarının diline pelesenk olan ve neredeyse “tartışmasız gerçek” kabul edilen bu üç iddianın da gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını ortaya koyalım.

  • Önce son iddiadan başlayalım. Kirov cinayeti ertesinde eski muhaliflerin cinayeti tertiplemekle suçlanarak tutuklandığı ve yargılandığı, kocaman bir yalandır. Kirov cinayeti 1934’de işlendi; ilk Moskova duruşması olan Zinovyev-Kamenev Sol Blok davası ise 1937’de başladı. Peki aradaki 3 senede ne oldu?
    • Cinayetin akabinde Zinovyev bir açıklama yaparak (katil eski bir taraftarı olduğu için) “cinayetteki politik sorumluluğunu kabul etti” ve kamuoyundan özür diledi. 15 gün sonra göz altına alındı; sonra delil olmadığı için önce sürgüne mahkum edildiler, sonra “ahlaki suç ortaklığı” gerekçesiyle tutuklandılar. Cinayetle hiçbir direkt ilgileri kurulmadı.
    • Umulanın ve iddia edilenin aksine, 1935 yılında siyasi sebeple yapılan tutuklama sayısı 1934’e göre azaldı! (13)
    • Cinayetten bir yıl sonra, 1935’de yapılan Proverka’da (parti kartlarını yenileme kampanyasında), parti saflarını ideolojik ve politik olarak temizleme çağrısı yapan MK, bu çağrısında tek kelimeyle bile Kirov cinayetine değinmedi. (14)

Bu resim, “fırsattan istifade eski rakiplere saldırı” tezi ile ilgili en ufak bir ipucu sunmamaktadır. Bu iddiayı gündeme getiren ve kafa karıştıran temel unsur, Moskova Mahkemeleri başladığı zaman atılan iddialardır. Parti liderliği (bir söylentiye göre A.Jdanov’un önerisiyle) muhalefet liderleri için iddianame hazırlanırken birçok suçlamanın yanı sıra bu cinayeti de onlara yıkmaya çalışmış, sahip oldukları “politik sorumluluk itirafı”nı bu amaçla kullanmıştır. Ancak bu, 3 yıl sonra, zaten davalar başladığında geriye dönük olarak gündeme gelmiştir. 1934’deki cinayetin kendisi o anda, hiçbir “saldırı”yı başlatmak için kullanılmamıştır.

  • Gelelim ikinci iddiaya: Bu işin arkasında Stalin’in olduğu tezini ispat için 3 lider, Kruşçev, Gorbaçov ve Yeltsin, kelimenin tam anlamıyla devletin tüm olanaklarını seferber etmiş, arşivlerin taranması için emirler vermiş, tanıkları yeniden sorgulamış, araştırma komisyonları kurmuş, ancak Stalin’i direkt veya endirekt bu cinayete bağlayacak hiçbir delil bulamamıştır. Cinayetin işlendiği dönem NKVD’de (İçişleri Bakanlığı) önemli bir mevkide olan istihbaratçı P. Sudoplatov, anılarında bunun akli dengesi olmayan Nikolayev tarafından işlenmiş bir aşk cinayeti olduğunu (söylentiye göre Kirov, onun sevgilisini elinden almıştır) iddia etmektedir (15). Bunu doğrulama ya da yalanlama olanağına elbette sahip değiliz; ancak azılı Stalin düşmanlarının yaptığı araştırmaların sonuçsuz olduğu meydandadır, ve bu herkes için yeterince anlamlıdır.
  • Öte yandan bir diğer Stalin düşmanının, Troçki’nin bu cinayet için 3 yıl sonra yaptığı yorum da oldukça manidardır. Troçki, eski bir ”Sol Muhalefet” taraftarının işlediği bu cinayeti kınamamış, sadece “genç kuşağın umutsuz bireysel eylemi” olarak “son derece anlamlı” bulduğunu belirtmiştir!. Görünen odur ki, o yıllarda Sol Muhalefetin kalesi olan Leningrad’da bu muhalefeti siyasi olarak bitiren ve etkisini sıfıra indiren Kirov’a karşı Troçki’nin duyduğu hınç canlılığını korumaktadır (ondan “zeki ve vicdansız Leningrad Diktatö” diye bahsetmektedir). Dolayısıyla Troçkistlerin Kirov’a sahip çıkar gibi yapıp Stalin’i itham etmeleri, siyasal açıdan bir ikiyüzlülük örneğidir: Kirov, en az Stalin kadar Troçki’ye ve onun ekibine darbe vurmuş bir liderdir.
  • Birinci iddia, yani Kirov’un Stalin’e rakip olduğu iddiası en anlamsız ve çürütülmesi en kolay iddiadır. Devrimin kalesi olan Petrograd Putilov fabrikalarında tornacı olan Kirov, örnek kişiliği ve lider yeteneği ile kısa zamanda popülerleşmiş, Leningrad’da egemen olan Zinovyev’ci ekibe karşı Stalin-Molotov çizgisinden yana tavır almıştır. Kısa zamanda bu önemli şehirde Sol Muhalefet’in gücünü kıran Kirov, Stalin’in desteğiyle önce Leningrad örgütünün başına geçmiş, sonra da onun önerisiyle Politbüro’ya alınmıştır.

Burada resim nettir: Kirov’da, Stalin’in desteğini alan, bir anlamda siyasi kariyerini ona borçlu olan, Stalin’le aralarında ciddi bir güven ilişkisi olan genç bir önder kadroyu görüyoruz. Aralarında herhangi bir siyasi ihtilaf söz konusu olmadığı açıktır. Öte yandan, “daha genç ve yıpranmamış bir lider olarak Kirov’un Stalin’e alternatif gösterilmesi”ne gelince: SSCB’nin içinden geçtiği o zor dönemde soğukkanlılık, cesaret, vizyon ve toparlayıcılık anlamında Stalin’in temsil ettiği liderlik yetenekleri öylesine yüksek seviyededir ki, 3 defa istifa ettiği Genel Sekreterlik görevine dönmesi için, ilk defasında aralarında siyasi muarızları olan Buharin ve Rikov da dahil tüm lider kadro “bu zor dönemi sensiz geçiremeyiz” gerekçesiyle istifasını reddetmiştir. Kirov’un tüm beceri ve potansiyeline rağmen, yeni bir Politbüro üyesi olarak Stalin’e alternatif olamayacağı görülmektedir. Kendisi de bunu aynen böyle düşündüğü içindir ki, 17.Kongre’de kendisine yapılan bu teklifi hemen reddetmekle kalmamış, Stalin’e de bu konuda anında haber vermiştir. Muhtemeldir ki Kirov’a yapılan bu “teklif” muhalefet yanlısı delegelerin baştaki ekipte “çatlak yaratma” amacıyla giriştikleri beyhude bir manevradır.

Bu konuda ileteceğimiz son argüman ise, yıllar boyu Stalin’in yakın koruma görevini yapmış Alexis Ribin’in 1989 yılında TV’de yayınlanan sözlü tanıklığıdır. Stalin’e yemek davetlerinden tatil evine ve siyasi görüşmelere kadar onyıllar boyunca eşlik etmiş olan Ribin, “Yosif Vıssarionaviç’in hayatı boyunca beraber olduğu arkadaşları arasında en samimi olduğu, en çok sevdiği ve saydığı arkadaşı kimdi ?” sorusuna tereddütsüz “S.M.Kirovdu” cevabını vermektedir (16)

Bu olgular, Kirov meselesi etrafındaki negatif efsaneyi kırmak için sanırız yeterlidir.

Dördüncü İddia: “ ‘Tek adam’ olmak için en yakın arkadaşlarından ilk fırsatta kurtulmayı planladı ve yaptı ”

Burada biraz “kişi odaklı” olmayı göze alarak Stalin’in “yönetim stili” konusundaki efsaneyi ve gerçekleri ortaya koymak istiyoruz; zira tüm bir tarihsel dönemdeki olumsuzluklar evrilip çevrilip şu ya da bu şekilde, şu ya da bu oranda liderin kişiliğiyle açıklanmaya çalışılınca bu konuyu da incelemek zorunlu hale gelmektedir. Genelde yaratılan imaj şudur:

  • Stalin kimsenin görüşünü almadan karar alan, “tek tabanca” yönetmeyi benimsemiş egosantrik bir kişiliktir.
  • Eleştiriye tahammülsüz ve kindardır. Kendisi aleyhine yorumda bulunmuş hiç kimseyi affetmemiştir.
  • “Ahde vefa” duygusu yoktur; kendisine iyilik etmiş en yakın arkadaşlarını dahi ölüme yollamıştır.
  • 1934 sonrası elde ettiği büyük otorite ile her dediğini yaptırabilen bir kişisel diktatördü.

Burjuva ya da muhalif sol kesimden gelen bu iddiaları, ne yazık ki SSCB’de o dönem yaratılmış ucuz ve sığ propaganda eserleri de pekiştirmektedir. Örneğin 1950 tarihli meşhur “Berlin’in Düşüşü” adlı Sovyet filminde Stalin bomboş bir odadan tek başına verdiği emirlerle 2.Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’yu yönetirken gösterilmektedir. Bu, tam bir siyasi dalkavukluk örneğidir. O dönemin atmosferi içinde, hem lidere duyulan sevgi, hem de onu överek siyasi iktidarın gözüne girme beklentisi, “Stalin ve Kimya İlmi”, “Stalin ve Geometri” gibi kitaplar da dahil, çok sayıda bu tür dalkavukluk örneği yaratmış, “tek başına dünyayı kurtaran ilah” imajı, Batılıların “tek başına ülkeyi yöneten diktatör” imajı ile büyük ölçüde örtüşmüştür (17)

Önce bir parti ve devlet yöneticisi olarak Stalin’in “yönetme stili”ni ele alalım. Söylenenlerin aksine, Stalin karar alma süreçlerinde tam bir “takım adamı”dır. Kafasındaki kararı tek başına empoze eden değil, gerek beraber çalıştığı şahısların, gerekse alınan kararlarla ilgili olan ekiplerin görüş ve eğilimleri üzerinden karar alan, onların ortak noktalarını gözeten, devlet ve parti içindeki iktidar bloklarının, ekiplerin, örgütlerin bir anlamda “moderatörlüğü”nü yaparak ilerleyen bir stili olduğu herkesçe bilinmekte ve ifade edilmektedir. Onun aleyhine en keskin suçlamaları getiren Kruşçev, anılarında “1930’lara kadar izlediğimiz ve Stalin’in yönettiği toplantılarda, onun herkesin görüşüne değer veren saygılı, mütevazi ve demokrat tavrına hayran olduklarını” belirtir (18). Sonraları sadece Stalin’i eleştirmekle kalmayan, komünizmden de vaz geçen eski Yugoslav KP yöneticisi Milovan Cilas, anılarında 1944’deki ilk karşılaşmalarında uzaktan izlediği ve aralarında Stalin’in de olduğu masa başında tartışan Sovyet yöneticileri için şunu der: “Stalini resminden tanımıyorsanız, masadakilerden hangisinin Stalin olduğunu tartışmaları izleyerek anlamanıza imkân yoktu(19). 1956 sonrası Kruşçev’in gölgesine sığınan Mikoyan dahi “çoğu zaman farklı bir öneri getirdiğimizde Stalin karşı çıkmaz, dinler ve genelde kabul ederdi” demektedir. Örnekler çoğaltılabilir (Ünlü İngiliz sosyal-demokratı H.G.Wells’in izlenim ve anıları da ilginçtir ve benzer yargıları içermektedir (20))

Stalin diğer liderlerin, organların, örgütlerin mutabakatı (consensus) üzerinden yürüyen bir liderdir. Bir önder olarak elbette kuyrukçu değildir; belirli bir aygıtta gerekli hale gelen dönüşümü, diğer güç ve aygıtları yanına çekerek yapmayı yöntem olarak benimsemiştir. Bu onu güçlü, saygın ve popüler kılan yönüdür; ama ilerde de göreceğimiz gibi, mevcut aygıtlara olan bağımlılığı onun (ve SSCB’de sosyalizmin) zaaflarının da kaynağı olacaktır.

Stalin’in “eleştiriye tahammülsüzlüğü ve kindarlığı” diğer bir şehir efsanesidir. Onun Molotov ile olan ilişkisinin yakınlığı (Molotov uzun yıllar neredeyse “İkinci Adam”dır) bilinmektedir. Pek bilinmeyen ise, Lenin’in vasiyeti okunduğunda, o sırada MK üyesi olan Molotov’un buna onay verdiği, yani 1924’deki 13.Kongre’de “Lenin’in de vasiyetinde tavsiye ettiği gibi, Stalin yoldaşın bir an önce görevden alınması gerektiğini” açık açık savunmuş olduğudur !.. Stalin, umulanın aksine Molotov’a karşı “kindarlık” yapmamış, inançlı ve çalışkan bir Bolşevik olduğu herkesçe bilinen Molotov ile yıllar boyu sürecek bir siyasi kader birliğine girmekten geri durmamıştır.

“Ahde vefa”, yani dostluğun karşılığını verme konusunda da ezber bozan örnekler vardır. Çarlık döneminin baskı koşullarında, Kafkasya’da kendisini evinde saklayan Azeri yurtsever Mehmet Emin Resulzade, önce birlikte olduğu Marksistlere sonra karşı çıkmış, devrimin ertesinde “önce Azerbaycan bağımsızlığı” diyerek milliyetçi bir çizgiye yönelince, eski arkadaşı ve o zamanki rakibi komünist önder Neriman Nerimanov tarafından tutuklanmıştır. O sırada Bolşevik Parti Genel Sekreteri olan Stalin Azerbaycan’a gitmiş, yaptığı politik hataya rağmen hapishanede Resulzade ile görüşmüş, ve onu hapisten çıkarıp özgür kılarak Moskova’ya gelmesini sağlamıştır. Daha sonra Resulzade Rusya’dan kaçmış, ama Stalin de ona olan vefa borcunu ödemiştir (21)

Ancak asıl sarsıcı örnek, Moskova Duruşmaları esnasında Buharin’e karşı aldığı tavırdır. Stalin, Buharin’in entelektüel formasyonuna, zekâ ve bilgisine büyük saygı duymaktadır ve Sol Muhalefet’e karşı birlikte verdikleri mücadelede onun sonuç alıcı çıkışlarını “sevgili Buharçik” ifadesiyle başlayan övgülerle selamlamaktadır. O sıralar Stalin ile ailece görüşen, birbirini evinde ziyaret eden, hatta birbirinin evinde yatıya kalan yegâne lider Buharin’dir.

1929 ve sonrasında, izlenecek politika konusunda yolları ayrılmış, Buharin Stalin’e karşı azınlığa düşmüş, ancak Stalin’in sanayileşme politikası başarı kazanınca hatasını kabul etmiştir. Bu geçmiş ihtilafa rağmen, 1936’da hazırlanan ve insanlık tarihinde işçi sınıfından yana ilk anayasa olan SSCB Anayasasının “Hazırlama Komisyonu”nun başına getirilmiştir.

Meşhur Moskova duruşmaları başladığında, aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz siyasi komplolarla ilişkili görülerek siyasi polis tarafından gözaltına alınmıştır. Her türlü bağlantıyı kesin olarak reddeden Buharin, içeriden Stalin’e yazdığı mektupta izlediği politikayı benimsediğini yazar. Buharin’in de bir hain olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilmesi önerisini Stalin kesinlikle reddeder. (22) 

Ancak davalar derinleşip gerek Troçki ekibi, gerekse askeri darbe peşinde olan Tukaçevski ekibinin komploları içinde giderek daha sık Buharin’in adı ortaya çıkmaktadır. Yeni deliller ışığında, ilk sorgusunda “haberim yok” dediği gelişmelerin bizzat içinde olduğu ortaya çıkınca “özür diler”. Bu sefer Bolşevik parti Merkez Komitesi’nde Buharin’in kurşuna dizilmesi önerisi ikinci defa gündeme gelir. Stalin bu konuda MK’nın oylamaya gitmesine karşı çıkar ve işi “komisyona havale eder”. Kendisin de bulunduğu 36 kişilik bir komisyon durumu inceleyerek MK’ya öneri sunacaktır. Komisyon çalışmasını bitirir ve az bir oy çoğunluğuyla “Buharin’in kurşuna dizilmesi önerisini reddetme” kararı alır. Red oyu verenlerden biri de Stalin’dir. Burada “uyanık” bazı anti-sovyetik tarihçiler başlarda bu komisyon meselesini Stalin’in kurnazca bir taktiği olarak, “bakalım kimler Buharin’e sempati duyuyor”u öğrenmek ve daha sonra da onları tasfiye etmek için başvurduğu bir hile olarak yorumladılar; ama hevesleri kursaklarında kaldı. Zira tam tersine, Buharin’in kurşuna dizilmesine karşı çıkanlar (Kruşçev, Litvinov, Petrovski, Şkiriyatov) ömür boyu Stalin’in çevresinde kaldılar; tam tersine “idam edilsin” diyenlerden bir kısmı (Yezov, Yakir, Kosarev) daha sonra (aşağıda ele alacağımız farklı ve haklı gerekçelerle) idam edildiler.(23) Komisyonun pratikteki yegâne işlevi, işi “yokuşa sürmek” oldu; muhtemelen de Stalin’in de beklentisi bu idi.

Ancak 1939’da ortaya çıkan yeni deliller Buharin’in sürekli yalan söylediğini, ve geliştirilen her komplonun içinde yer aldığını ortaya koydu. Bu noktada Stalin’in 3. defa müdahale etmesi ne doğru, ne de mümkün oldu. Buharin, ölmeden önce Stalin’e hitaben bir mektup yazdı. Şimdiye değin içeriği hakkında birçok melo-dramatik yalan atılan, neredeyse teatral içerikler atfedilen bu mektup, gerçek haliyle SSCB arşivlerinden gün ışığına çıkarıldı. Mektup, baştan aşağı suça bulandığı belli olan birinin pişmanlık dolu ve af dileyen ifadeleriyle doludur.  “… Yurt dışına çıkmama izin ver; sana söz veriyorum Troçkinin işini bitireceğim. Yanıma gözlemci olarak bir Çekacı da verebilirsin…Ama bunun olacağına pek de umudum yok…. Senden son defa af diliyorum(24). Buharin, güvenilme ve fırsat tanınma şansını çoktan yitirmiştir.

“Mutlak otorite” iddiasına gelince, aşağıda değil sadece Stalin’in, Parti Merkez Komitesinin dahi parti örgütleri üzerinde “mutlak otorite”si olmadığını net örneklerle göstereceğiz. Bu bölümde amacımız esas olarak her yönüyle kötülük timsali” olarak gösterilen Stalin’in kişisel stili hakkında “ezber bozucu” olgulara dikkat çekmektir. Elbette ki “şeytan Stalin” imajı yerine hayali bir “melek Stalin” görüntüsü koymayı amaçlamıyoruz, zira o zor koşullarda SSCB’yi yöneten hiç kimsenin ”melek” olması, ya da “melek” olarak kalması mümkün değildir. Stalin de zor, kırıcı, bazen hatalı ya da insanın içini sızlatan kararlar almış olabilir ve almıştır. Mesele şudur: Onun “şeytanlaştırılması” bir kez kabul edilince, o döneme ilişkin en aşırı ve gerçekdışı negatif iddialar dahi otomatikman “kabul edilebilir” olmaktadır (“Zaten o adamdan her şey beklenir” mantığıyla). Ancak onun kişisel plandaki çalışkan, kararlı, cesur, arkadaşlarına ve ekip çalışmasına sadık ve tutarlı kimliği göz önünde alınırsa, o zaman sorgulama başlamaktadır: Bu söylenenler doğru mu? Olan gerçekte bu muydu? Bu mümkün müydü?

İhtiyacımız tam da bu sorgulamanın başlamasını ve yayılmasını sağlamaktır. Bu bölümün amacı da buydu.

Beşinci İddia: “Mahkemeler ve tasfiyelerin gerekçesi tamamıyla uydurmaydı. Ortada kesinlikle suç yoktu, sadece düzmece iftiralar vardı”

Meselenin kalbine gelmiş bulunuyoruz. Konuyu 3 farklı noktadan aydınlatmaya çalışacağız:

  • Sovyet toplumundaki durum
  • Parti ve devlet aygıtlarındaki kadroların durumu
  • Gerçekte olanlar.

Önce geçirilen büyük dönüşümler ertesinde Sovyet toplumunun durumuna değinelim.

Büyük bir eser başarılmış, SSCB gelişkin bir sanayi toplumu olmuştur. Ancak toplumda ciddi bir altüst oluş gündeme gelmiştir:

  • Yüzbinlerce kulak (orta ve büyük toprak sahibi köylü ailesi) zorla toprağına el konulmuş, evinden edilmiş, ve sürgüne yollanmıştır
  • 1930-31 açlığında (yukarda anlattığımız gibi esas olarak doğal sebeplerle) ciddi sayıda açlıktan ölümler yaşanmıştır.

Bütün bunlar, oluşan gelişmelerden memnun olan halk kesimlerinin (esas olarak işçiler ve şehirlerin ahalisi) yanı sıra, memnuniyetsiz ve muhalefet etmeye hazır bir kesimin de varlığını göstermektedir. Rejim ciddi bir başarı kazanmıştır; ancak ilk tökezlemede sesini yükseltecek kesimler de hazırdır.

Bu resmi tamamlayan olgu ise, Parti ve devlet kademelerinde oluşan resimdir. Her ne kadar parti kongrelerinde MK çizgisine büyük destek çıkmışsa da, özellikle hükümet organlarında, sendikalarda ve bürokraside 1920-1929 arası uygulanan NEP politikasına angaje olmuş çok sayıda kadro mevcuttur. Dahası, devrim esnasında Lenin’in yanında ve halk nezdinde ön planda olan Zinovyev, Kamenev, Buharin, Tomski, Radek gibi kadrolar ikinci plana düşmüş, o dönemde çok da bilinmeyen bir unsur, Stalin, kendine yakın duran ve yeni yükselen kadrolardan oluşan bir ekiple (Molotov, Kaganoviç, Orjonikidze, Beria) iktidara geçmekle kalmamış, gitgide büyüyen bir prestije kavuşmuştur. Bu durumun “devrimi biz yapmıştık” mantığıyla kendinde tarihsel hak ve haklılık gören eski lider kadrolarda burukluk ve gerilim yaratması kaçınılmazdır.

Bu halet-i ruhiyeyi daha iyi anlamak için ülkemizde mükemmel bir örnek mevcuttur. 1923 sonrasında ülkede kalmış olan seçkin İttihat ve Terakki yöneticileri (Doktor Nazım, Şükrü Kaya, Kara Kemal, Cavit Bey), aslında tamamıyla aynı toplumsal ve siyasal programı savunmakla birlikte, eski İttihat ve Terakki’de kendilerinde çok daha geride olan Mustafa Kemal’in (kendi deyimleriyle “Sarı Paşa”nın) yüksek bir prestijle iktidara gelmesini kabullenemediler. İnkılap sürecini kendilerinin başlattığını, bütün Kurtuluş Savaşı’nı İttihat ve Terakki’li kadroların yürüttüğünü, buna karşılık bütün şan ve şöhreti kendi “çömez”leri olarak gördükleri M.Kemal, İsmet İnönü gibi kadroların kaptığını gördüler ve buna tepki duydular. Halkta da o dönem var olduğunu bildikleri huzursuzluk, onlara cesaret verdi ve onları “İzmir Suikastı” adlı maceraya sevketti. Sonuçlar bilinmektedir.

SSCB örneğinde ise, sadece yeni bir ekibin öne çıkması değil, “program farklılığı” da söz konusudur. Devrimi yapan ve Lenin’in etrafındaki ekipten sadece 1 tek kişi, Stalin,  mevcut tüm ön kabulleri (“Avrupa devrimi olmazsa yıkılırız” ya da “köylülükle iyi geçinmek zorundayız”) elinin tersiyle iterek bu “parlak” ekipteki herkesi karşısında almış, farklı bir yol denemiş ve başarılı olmuştur!. Burada “Eski Muhafızlar” için sadece örgütsel değil, programatik bir yenilgi de söz konusudur. Üstelik, bu liderlerin her birinin kendine sadık bir çevresi ve partinin en ücra köşelerine kadar uzanan bir ilişki ağı mevcuttur.

Yukarda değindiğimiz iki unsur, yani halkta var olan huzursuzluk ile, siyasi kadrolardaki gerilim ve hınç hissi, bir araya geldiğinde son derece tehlikeli bir karışımdır. En basit haliyle “bakalım ve bekleyelim; bunlar ne zaman çuvallayacak. O zaman devreye gireriz” şeklinde, ellerini taşın altına koymayıp fırsat bekleyen bir tavrı beraberinde getirir. Daha tehlikelisi ise, beklenen “çuvallama”yı iradi olarak yaratmayı hedefler. SSCB’de olan ise her ikisidir.

Bu aşamada üçüncü inceleme noktasına, “neler oldu” noktasına geliyoruz.

Gitgide daralan bir siyaset zemininde muhalefeti, iktidara ne götürebilirdi?

Burada önce, günümüzde “moda” olan bir kavramı kullanalım ve Stalin karşısında muhalefete düşen liderler için “empati” yapalım. Şayet “Meğerse Stalin %100 haklıymış; bundan sonra onun kayıtsız şartsız takipçisi olacağım” demiyorlarsa (ki geçmişleri, profilleri ve şöhretlerinin böylesi bir tavra uygun olmadığı açıktır) yeniden iktidara geçmek için önlerinde hangi yollar vardır?

Burada öncelikle muhalefetin, ve ona karşı tavır alacak olan iktidarın davranış ve olaylara müdahale mantığını ortaya koymaya çalışacağız. Ama öncelikle görmemiz gereken ve bu mantığa damgasını vuracak olan çok önemli bir faktör var: SSCB’de siyasi karar alma mekanizmalarının giderek darlaşması. Aşağıda özetlediğimiz bu durumun “en doğru, olması gereken en ideal, ya da sorunsuz” seçenek olduğunu söylemek istemiyoruz. Sadece verili durumu bilmek ve anlamak gerekir: Sıralarsak:

  • Ülkede tek parti (Bolşevik Partisi) vardır. Ekim Devrimi sonrası iktidara ortak olan diğer 2 parti (Sol SR’ler ve Enternasyonalist Menşevikler), devrime karşı tavır aldıkları için kapatılmıştır. Dolayısıyla Bolşevik Parti dışında “siyaset yapma”nın olanağı yoktur.
  • Parti içindeki tartışmayı, dışarıya ve kitlelerin önüne taşıma kanalları kapalıdır. Troçki-Zinovyev Sol Bloğu’nun 1927’de 7 Kasım günü kendi yandaşlarıyla ayrı bir kitle mitingi yapma (alternatif Ekim Devrimi kutlama) çabası, “iktidardaki partiyi bölme” olarak algılanmış ve tüm parti kitlesi tarafından nefretle karşılanmıştır. Tartışmalar tümüyle parti içinde yapılmak durumundadır.
  • 1924’den beri 10 yıldır süregelen tartışmalar, bunu yarattığı belirsizlik, öte yandan bu tartışmaların sonunda benimsenen çizginin elde ettiği başarı, partideki monolitik (yekpare) yapıyı ve merkezci refleksi üst seviyede güçlendirmiştir. Parti tabanında “yeterince tartıştık, yolumuz belli; artık işimize bakalım” tavrı hâkimdir.
  • Gerek tabanın kültürel yapısı, gerekse oluşan somut gelişmenin sonucu olan “merkeze kayıtsız şartsız bağlılık” göz önüne alındığında, anlamlı bir siyasi değişiklik ancak MK’yi yönlendiren  (ve ordu, istihbarat, hükümet, sendikalar gibi belirli aygıtların başında olan) 10-15 kişilik bir ekibin içinden, buradaki ilişki ve dengelerin değişmesiyle gelebilirdi.

Bu resim göz önüne alındığında, muhalefetin önündeki alternatifleri sıralayalım:

  • 1900’lerdeki gibi sil baştan başlayıp fabrika önlerinde Parti liderliği aleyhine bildiri dağıtmak, işçi sınıfını “Stalin aleyhine bilinçlendirmek”? Komik olurdu ve başlamadan biterdi.
  • Parti içinde meşru eleştiri ve muhalefet yapmak? Geçmişte yeterince yapılmıştı. Bütün tartışmaların sonuncunda ortaya çıkan başarıyı herkes alkışladı. 1924’den beri iç tartışma yaşayan ve tartışmadan bıkan parti tabanı karşısında, eski muhaliflerin (“müzmin hastalıklı muhalefet” durumuna düşüp tecrit olmak” dışında) ne şansı vardı? Hiç..
  • Parti içinde gizli “ekip” ve “hizip” ilişkileri kurmak ve geliştirmek? Adı geçen liderlerin 1917’den beri sahip oldukları büyük popülerlik ve geniş ilişki ağı göz önüne alındığında yapılabilecek tek şey budur ve bu yapılmıştır.

Burada muhalefetin beklentisi ve kafasındaki “senaryo” ne olabilirdi? Adı geçen muhalefet liderlerinin hepsi Bolşeviktir ve 20 sene önce (1917’de) iktidarı ele geçirme formülleri kafalarında hala canlıdır. Hatırlanacağı gibi 1917 Şubat’ında Bolşevikler, Rusya solu içinde dahi 3.partiydi ve üye sayıları sınırlıydı. İktidara ulaştıran şey, toplumda derinleşen kriz, ve egemen siyasi güçlerin bu krizi yönetmedeki yetersizliği oldu. Kendi içinde anlaşmış ve disiplinli bir parti, doğru politik mesajlarla iktidarın yolunu kendine açtı.

Bir ekip olarak varlığını sürdürmenin de mantığı ve beklentisi farklı olamaz: “Yenilmiş bir ekip” olarak bir arada kalmak, olayları birlikte izlemek, günü gelince de birlikte tavır almak. Yukarda değindiğimiz gibi, Rusya ve diğer cumhuriyetlerde, yaşanan büyük altüst oluşların sonucunda çok sayıda “canı yanmış” insan vardır. Köylerden şehirlere yığılan milyonlarca emekçi, şehir ve fabrika yaşantısına adapte olmanın sancılarını yaşamaktadır. Fabrikalarda maddi koşullar oldukça çetindir ve 1950’lerin “kreşli, bahçeli, dinlenme tesisli” fabrikalarına daha çok vardır.

Bu gerilimli ortamda, iktidara yeniden gelmeyi uman en makul muhalefet politikası şu olabilirdi: Yerinde kalmak, açık muhalefet etmemek, ancak “taşın altına elini koymayıp” izlemek, MK çizgisine güç katacak her adım ve fedakârlıktan bilinçli olarak kaçınmak, kriz yaratabilecek hataları ses çıkarmadan izlemek ve göz yummak, ve toplumdaki sorunların yönetici ekibin meşruiyetini de sorgulatacak bir krize dönüşmesini ummak; bu noktada üst seviyedeki liderler arasında tasfiyeyi ve yeni kombinasyonları zorlamak. Aşağıda bunu somut bir örneğini göreceğiz.

Öte yandan, iktidarın fazlasıyla merkezileştiği, “kitlelere hesap verme” yaklaşımının mekanizmalarının oturmadığı, SSCB emekçilerinin de ülkedeki demokratik geleneklerin zayıflığı sonucu bu reflekse yeterince sahip olmadığı bir ortamda, çok büyük gücün az sayıda insanın elinde toplandığı kurumlar da (özellikle ordu ve istihbarat) başka bir risk kaynağıydı. Özellikle 15 kişilik Politbüro’da birkaç kişinin (başta Stalin olmak üzere) fiziksel olarak devreden çıkarılmasının, yeni bir lider kadronun başa geçmesinin önünü açacağı aşikârdı.  Bu durum da “üst çemberlerde” bir komplo peşinde olanların iştahını yeterince kabartıyordu.

Muhalefetin sahip olabileceği, ve gerçekten de sahip olduğunu göreceğimiz, iktidara yeniden gelme senaryosunun çerçevesi budur.

Muhalafetin komploları: Buharin’in Stalin’e karşı düzenlediği suikast

J.Humbert Droz, İsviçreli bir komünisttir ve Komünist Enternasyonal’de 1920-31 arası aktif çalışmıştır. Komintern’in “sol” döneminde, sosyal-demokrasiyi “sosyal-faşist” olarak niteleyen ve işbirliğini reddeden politikalara mesafeli durmuş ve onları eleştirmiştir. Bolşevik Parti önderliği içinde Buharin’e yakın olduğu bilinmektedir. Daha sonra 1942’de komünist hareketten ayrılmıştır.

Humbert Droz, 1971 yılında yayınladığı anılarda sarsıcı bir ifşaatta bulunmuştur: Buna göre Buharin, 1929’da Stalin’e karşı bir suikast planlandığını kendisine açıklamış ve (bu gerçekleştiği takdirde oluşacak yeni dönemde) desteğini istemiştir. H.Droz bu teklifi reddederek Buharin’le de bağını koparmıştır. Bu eser de sonuçta bir anıdır ve diğer anılar gibi şüpheyle yaklaşmak doğru gözükebilir. Ancak her şey olup bittikten sonra, 1971’de, eski bir Buharin sempatizanının bu konuda yalan söylemesi için bir sebep bulunmamaktadır. İşin ilginç tarafı, o zamanlar Stalin ve lider ekip tarafından dahi bu komplonun farkına varılmamış, 1939 mahkemesinde Buharin’e yöneltilen suçlamalar arasında bu konu yer almamıştır.

Humbert Droz’un makul gözüken bu ifşaatını doğrulayan 2 olgu mevcuttur. Birincisi, belirtilen tarihe ilişkindir. Gerçekten de 1929 yılı, devrim sonrası Parti tarihinde en ciddi dönemeç olup, Stalin’in kırsal kesimde kollektivizasyon dalgasına karar verdiği ve MK’yı bu konuda ikna ettiği yıldır. Stalin’e eleştirel yaklaşan yazar Michael Reimann “Stalinizmin Doğuşu” adlı detaylı çalışmasında, çok yoğun tartışmalarla geçen ve ibrenin ağır ağır Stalin’den yana kaydığı, Kalinin ve Voroşilov’un dahi Stalin’in bu tavrına sonradan ikna olduğu bu süreci ayrıntılı bir biçimde aktarır. Yazar bu eserinde bu noktada hala Parti yönetiminin etkili birer lideri olan Buharin ve ekibinin (Rikov, Tomski) Stalin’in bu kararına Politbüro seviyesinde şiddetle muhalefet ettikleri, Politbüro toplantılarında işin karşılıklı küfürleşmelere kadar vardığını iletmektedir (25). Dolayısıyla, orta ve zengin köylülükle ”iyi geçinme” yanlısı olan Sağ Muhalefet açısından, 1929 yılı gerçekten “Stalin’den kurtulmanın zorunlu” gözükebileceği yıldır.

Diğer olgu, Molotov’un ilettiği bir bilgidir. Feliks Çuyev’in kendisiyle yaptığı sözlü tarih çalışmasında Molotov, “1928’le birlikte suikastler başladı” demektedir. Eski bir Bolşevik olarak Molotov hala ketumdur ve hangi suikastlardan bahsettiğini belirtmemiştir. Ancak kollektivizasyona doğru yerel parti liderlerine (zengin köylüler tarafından) suikastların başladığını, parti sekreterlerinin evlerinde ya da dışarda pusuya düşürülerek öldürüldüğünü aktaran çok sayıda tanıklık mevcuttur. Elimizde, partinin cumhuriyet ya da birlik liderlerine de suikast girişimleri hakkında yaygınlaşmış bir bilgi yoktur. Ancak, kollektifleştirmeye muhalif Parti liderleri tarafından Stalin’e yapılacak bir suikastın, tabandaki zengin köylü (kulak) suikastçılar tarafından destekleneceği ve birbirlerini tamamlayacakları açıktır.

Troçki: Politbüro’ya ültimatom

Ekim Devrimi’nin liderlerinden ve Kızıl Ordu’nun kurucusu Troçki, muhalefete düşüp sürgüne yollandığı dönemde de, Parti liderliği ile yazışmaya devam etmiştir (bir iddiaya göre, Alma Ata’da sürgündeyken Stalin kendisiyle gizlice görüşmüştür). Yurt dışına çıktığı zaman Politbüro’ya sık sık mektup yollayarak görüşlerini iletmiştir.

Yurt dışında SSCB’ye nazaran daha fazla hareket serbestliğine kavuşan Troçki, bir yandan kendine taraftar toplamaya çalışırken, bir yandan da hem Bolşevik Parti önderliğini, hem de komünist Enternasyonal’i giderek şiddetlenen bir biçimde eleştirmeye devam etmiştir. 1932 tarihinde Politbüro’ya yolladığı mektupta, ültimatom tarzında bir üslupla “ya benimle uzlaşın, ya da tabanda direkt kendi örgütlenmemi yapmaya başlayacağım” demiştir (26) Politbüro’nun doğal olarak umursamadığı bu mektup sonrasında Troçki, gerçekten de Parti ve Komintern aleyhine harekete geçmiştir.

Troçki 2 seviyede kavgasını sürdürmüştür: Uluslararası hareket seviyesinde ve SSCB içi muhalefetle ilişki seviyesinde. Bunları inceleyelim.

Hala kapalı tutulan Troçki arşivlerinin sırrı?

Troçki bu aşamada SSCB ile çok sayıda gizli mektuplaşma gerçekleştirmiştir. Bu süreçte, kendisine SSCB içinden gelen çok sayıda mektup mevcuttur ve bu mektupların “alındı” belgesi, halihazırdaki Troçki arşivlerinde mevcuttur. Buna karşılık bu mektupların kendisi, arşivde mevcut olmakla birlikte, hala her türlü dış erişime kapalı tutulmaktadır. Bu kapatma işlemi, Troçki ailesinin talebi ve emektar Troçkist tarihçi İsaac Deutscher tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bu çok ciddi bir soru işaretidir. SSCB’de KP iktidardayken, bu mektupların kapalı tutulması anlamlıdır; zira “birilerine zarar gelir” kaygısı bu noktada geçerlidir. Ancak SSCB’nin yıkıldığı, komünistlerin muhalefete düştüğü, dolayısıyla “kimin bir zamanlar Troçki’ye destek verdiği” olgusunun kimse için bir risk (hatta bir anlam!) taşımadığı bir dönemde hala ısrarla kapalı tutulması son derece şüpheli bir durumdur. Burada “kapalı tutulmayı gerektirecek ne olabilir ?” sorusuna yegâne cevap (şayet “Troçki’nin mahremiyeti ve aşk hayatı” değilse) onun “kurban edilen masum ve silahsız muhalif” imajına ters düşecek çirkin gerçekler olabilir. Ünlü Fransız Troçkist tarihçi Pierre Broué, 1980’de bu olguyu ilk olarak fark eden araştırmacı olmuş, özellikle “SSCB içindeki muhalefetle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını” iddia eden Troçki’nin bu konuda yalan söylediğini itiraf etmiştir.

Gerçekten de SSCB’de siyasi muhalefetin gelişimine bakıldığında, Troçki’nin sadece kendi “Sol Blok”u için değil, Buharin dahil tüm muhalefet akımları için bir tür “Kutup Yıldızı” haline geldiği açıktır. Yurt dışında hareket serbestliği olan yegâne muhalif lider odur ve şartlar elverdiğinde her türlü yabancı parti ya da hükümet ile diyalog kurma ve bir güç oluşturma şansına sahiptir. Yukarda değindiğimiz “daralan muhalefet zemininde” gitgide umutsuz ve keskin çıkışlara yönelen siyasi muhalefetin, Troçki’yi, bir müttefik olmasa bile bir olanak olarak gördüğü açıktır. Acil hedefin ”Stalin ve ekibinden kurtulmak” olarak algılandığı bir dönemde, tüm muhalifler için ellerindeki sınırlı hareket olanaklarını birleştirmek, kendi aralarında paslaşmak, ve aralarındaki eski ihtilafları bu hedefin gerçekleşmesinin sonrasına ertelemekten daha doğal bir şey olamaz. Dolayısıyla, sağ ya da sol, tüm muhalefet gruplarının kurduğu planlarda Troçki’nin yurt dışından ülkeye gelmesi adımı, Stalin sonrası senaryonun tamamlayıcı parçası olmuştur. Bu en net Tukaçevski komplosunun kurgusunda görülmektedir. Başka bir deyişle Troçki’nin yurt dışındaki varlığı ve faaliyetleri, ülke içindeki tüm muhalif planlara umut veren ve onları canlı tutan önemli bir faktör haline gelmiştir.

4. Enternasyonal’in kurulması: Yıkıcı ve provokatif bir adım

1938 tarihinde Troçki 3.Enternasyonal’in (aynı 2.Enternasyonal misali) devrimci kimliğini yitirdiğini belirterek yeni bir Enternasyonal’e ihtiyaç olduğunu söylemiş ve “3.Enternasyonal öldü, yaşasın 4.Enternasyonal!” diyerek bu örgütü kurmuştur. Bu hareket, komünist hareket açısından tam bir provokasyon olmuştur, zira çoğu daha yeni kurulmuş ve 2.Enternasyonal’den kopma sürecinin sancılarını, tepkilerini, çıkmazlarını yaşayan ve daha yeni yeni bir çizgi ve kimlik oluşturmaya çalışan Komünist Parti’leri yeni bir bölünme gerçeğiyle karşı karşıya getirmiştir. Bir yandan Avrupa’da yükselen faşizme ve gericiliğe karşı var olma savaşı veren, bir yandan içinden çıktıkları sosyal-demokrasiyle hem (kaçınılmaz) kavga ve ayrışmayı hem de zorunlu hale gelen işbirliği ihtiyacını aynı anda  tecrübe eden, bu durumun karmaşası içinde politik olarak yalpalayan, çok farklı bir ülkede, Rusya’da başarıya ulaşmış bir modeli kendi ülkelerine uyarlamanın sancılarını yaşayan Komünist Partiler, bu sefer de kendi tabanlarından güç koparmaya çalışan yeni bir oluşumla karşı karşıya geldiler. Kemikleri yeni oluşmaya başlayan bir çocuktan organ nakli yapmak kadar sorumsuz ve ahmakça bir adım olan 4.Enternasyonalin kuruluşu, haklı olarak büyük bir tepki ve nefret yarattı. (Troçki’nin muhafızı olan Jan van Heijenoort, Avrupa’da katıldıkları KP toplantılarda nasıl her defasında kavga çıktığını anılarında anlatır). Her yeni siyasi oluşum gibi 4.Enternasyonal’ın da, varlığına anlamlı kılmasının yegâne yolu diğerlerinin yanlış, kendilerinin en doğru olduğunu ortaya koymak, SSCB ve KP’leri gözden düşürmek, dolayısıyla SSCB’nin sosyalizm açısından, Komünist Parti’lerin ise devrim açısından asla bir umut olamayacakları fikrini ilerici saflara yaymaktı. Bu tavır, özellikle 2.Dünya Savaşı’nın habercisi ve küçük bir provası olan İspanya İç Savaşı’nda büyük tahribat yaratmış, Troçkistlerin (Anarşistleri de yanlarına alarak) “Stalinist” dedikleri Komünist Partisi’ne karşı giriştikleri eylemler, anti-faşist mücadeleye büyük zarar vermiştir. Tarihsel olarak Komintern’in (hataları ne olursa olsun) yarattığı devrimci ruhun ve milyonları ayağa kaldıran muhteşem enerjisinin yanında 4.Enternasyonal’in esamesi bile okunmamış, o günden bu yana bölüne bölüne atomize olmuş, belirli liderler ve kararlı unsurlar hariç reformist ya da sağ politikalara kaymanın “bekleme odası”na dönüşen bir tarikat olarak varlığını sürdürmüştür.

Troçki’nin öldürülmesi

Stalin’in burjuva ve “sol” eleştirmenleri, 1940’da Troçki’nin Meksika’da öldürülmesini “Stalin’in bitmeyen kini, şahsi nefreti, kan dökücülüğü..vs” gibi melodramatik saiklerle açıklayageldiler. Birçok devrimci de “Troçki yanılmış olabilir; ama zaten adamı sürgün etmişsin, bir de öldürtmeye ne gerek vardı? diyerek bu olayı Stalin’in bir tür kişisel saplantısı olarak algılamaktadır. Halbuki Stalin’in bir çok kararında olduğu gibi bunda da net ve berrak bir mantık söz konusudur. Suikastı planlayan P. Sudoplatov anılarında işin gelişimini şöyle özetler: Stalin, İstihbarat örgütü NKVD’nin şefi Beria’yı çağırır ve Troçki için bir suikast düzenlenmesini ister. Beria “buna gerek olmadığını, Troçkinin şahsi sekreteri dahil çevresine çok sayıda NKVD mensubu yerleştirildiğini, nefes alışının bile takip edildiğini, zaten siyasi bir mevtaya dönüştüğünü ve suikastın gereksiz olduğunu” belirtir. Stalin ise verdiği cevapta kısaca şunları vurgular:

  • “Siyasi mevta olmadığını, bizim için yeterince sorun yaratabildiğini İspanya İç Savaşı’nda gördük.”
  • Avrupa’da kapımızda bir savaş var. Bu savaşta SSCB olarak sırf komünistlere değil, Avrupa’nın tüm demokrat ve ilerici güçlerinin desteğine ihtiyacımız var.
  • SSCB ve komünistlerle diğer aydın ve demokrat güçlerin arasındaki ilişkiyi bozabilecek tek unsur Troçki. (Ekim Devriminin bir lideri olarak Ekim Devrimi adına konuşma meşruiyetine sahip olduğu için – SD) Bize yönelebilecek tüm sempatiyi zehirleme ve durdurma olanağına sahiptir.
  • Troçki olmazsa Troçkizm biter; zira etrafındaki kadroların hepsi işe yaramaz tiplerdir ve uluslararası bir hareketi sürdürebilecek çapta değildir. (27)

Mantık kesin, varılan sonuç serttir; ama net ve doğrudur. 2.Dünya Savaşı’nda gerçekten de Filipinler’den Kore’ye, Bulgaristan’dan Fransa’ya kadar bütün ülkelerde komünistler, diğer demokrat ve ilerici güçlerle etkin bir işbirliğine girmiş, burada sağlanan başarı birçok ülkede komünistleri iktidara taşımıştır. İspanya’da, örneğin Barselona’da Troçkistlerin körüklediği türde iç çatışmaların bütün bu ülkelerde teker teker yaşandığını düşünmek bile bir kâbustur ve bertaraf edilen tehlike hakkında yeterince fikir vermektedir.

Troçki’nin Ekim Devrimi’ne yaptığı tüm hizmetler ve İç Savaşın zaferine yaptığı tüm katkılar ne denli doğru ve gerçekse, bu konuda alınan ve uygulanan karar da, sonuçta o denli doğru ve isabetli olmuştur.

Tukaçevski: Politbüro’ya karşı askeri darbe

Tukaçevski, İç Savaş yıllarında parlamış ve mareşalliğe yükselmiş yetenekli bir askerdi. Özellikle yenilenen savaş teknikleri ve teknolojileriyle yakından ilgilendiği belirtilmektedir. Ordu kademelerinde kiminle ve nasıl bir çatışma içinde olduğunu bilemeyiz. Bildiğimiz, Stalin’in tüm askeri aygıtın başına hem şahsen güvendiği, hem de Tukaçevski’den daha kıdemli bir başka İç Savaş kahramanını, Voroşilov’u getirdiğidir. Tukaçevski’nin Voroşilov’u eski kafalı ve liyakatsiz bulduğu iddia edilir. Bu iddia doğruysa, o ve yakın arkadaşlarının Voroşilov’a ve onu atayan siyasi iradeye (Stalin ve Politbüro’ya) en azından mesleki planda tepki duymaları doğaldır. Bu tepki, yukarda detaylarını verdiğimiz “zehirli hava” içinde, Tukaçevski ve ekibini de “küskünler ve memnuniyetsizler” safına konumlandırmıştır.

Haziran 1937 tarihinde Tukaçevski, kendisine yakın olan generallerden Egorov, Blyukher, Yakir ile birlikte “Parti yönetimine karşı askeri darbe hazırlama” suçundan tutuklanır ve idam edilirler. Tukaçevski davası belgeleri, bugün hala Rus devlet arşivlerinde “kısmen kapalı” olmaya devam eden belgeler arasındadır. Ancak SSCB’nin dağılmasında sonra Rusya Parlamentosu Duma 1990 yılında bu belgelere erişim için 1 kişiye izin verdi. O da bu davada yargılanıp idam edilen Korgeneral Yakov Alksnis’in torunu Albay Viktor Alksnis idi. Viktor Alksnis, bu belgeleri inceledikten sonra 2000 yılında milliyetçi bir Rus gazetesine verdiği röportajda şunları söyledi:

“(Gorbaçov dönemi) Gazete kayıtları, sanıkların suçlarını tamamen reddettiğini söylüyor. Halbuki okuduğum kayıtlara göre hepsi suçlarını itiraf etmiş. Bir suçun itirafının işkence sonucu olmuş olabileceğinin farkındayım. Ancak kayıtlardaki durum bundan çok farklı. Çok fazla sayıda detay, uzun diyalog, karşılıklı suçlama, ve büyük miktarda ince hassas bilgi. Bu türden bir şeyin tertip edilip sahnede yönetilmesi en basit anlamda imkânsız. Komplonun doğasına ilişkin hiçbir şey bilmiyorum. Ancak Kızıl Ordu içerisinde böylesine bir komplonun düzenlendiğine ve Tukaçevski’nin de buna dahil olduğuna bugün tamamıyla ikna olmuş durumdayım. (28)

Öte yandan burada, çok sayıda bilginin bulunduğu Rus arşivleri kadar önemli bir diğer belge söz konusudur: O da o yıllarda ABD’nin Moskova büyükelçisi olan Joseph E.Davies’in anı-günlüğüdür. Davies doğaldır ki bir “Stalinci” hatta bir “solcu” değildir. Sadece o yıllarda bir Amerikalı olarak SSCB ile dostluk ilişkilerinin sürmesinden yana olan bir Amerikan politikacısıdır; ve Stalin’i “aklamak” konusunda çaba gösterecek en son kişilerden biridir. Anı-günlüğünde şunu yazmıştır Davies:

“28 Haziran 1937

Saygıdeğer Sumner Welles (ABD Dışişleri Bakanı – SD)

Burada koşullar her zamanki gibi çok karmaşık. Burada çok uzun bir süredir kalmış olanların yargısına göre durum çok, çok ciddi.  Her türlü ihtimalde ordu tarafından bir coup detat yapmaya yönelik – özel olarak Stalin’e karşı değil, ama anti-politik ve anti-parti- kesin bir komplonun  hazırlandığına ve buna karşı Stalin’in tipik bir hız, gözüpeklik ve güç ile bir karşı darbe vurduğuna inanmak en mükemmel yargı gibi gözüküyor…. Bu konuyu tartıştığım son derece iyi bilgilendirilmiş 2 büyükelçi ile yaptığım görüşmede, bana suçlamalarda ciddi bir gerçek payı olduğunu aktardılar.” (29)

Tukaçevski’nin elindeki askeri gücün, onu tüm muhalefetin, sadece Buharin ve Rikov’un Sağ Muhalefetinin değil, Zinovyev ve yurt dışındaki Troçki’nin de ortak umudu haline getirdiği ortadadır. Stalin ve birkaç ek liderin (Molotov?, Kaganoviç?..) devreden zor yoluyla çıkarılması, Sovyet siyasetinde yepyeni bir dizi siyasi imkânı bir arada ortaya çıkaracaktı. Mahkemede ortaya çıkan belgeler, bu askeri darbe karşısında tüm tarafların bir “geçiş dönemi” mantığı içinde kendi hesaplarını yaptığı, Troçki’nin yurda dönmeyi, Buharin ve ekibinin Politbüro’da yeniden güç kazanmayı, Tukaçevski’nin bir tür “askeri lider” olmayı umduğu, ama ilk adım konusunda tüm tarafların ortak beklenti içinde olduklarını ortaya koymaktadır.     

Sorgulamalarda işkence faktörü

Burada şu kritik soruları sormak ve dürüstçe cevap vermek zorundayız:

  • SSCBdeki siyasi mahkemelerde, parti üyesi komünistlere işkence yapıldı mı ?

Evet, var olan binlerce tanıklığa göre işkence yapıldığı, yani sorgu esnasında sanıklara fiziksel şiddet uygulandığı doğrudur. Bu arada, net bir Buharin taraftarı olan ve yaşayan en büyük Buharin biyograficisi ve uzmanı olan Stephen Cohen, Buharin’e asla fiziki şiddet uygulanmadığını teyit etmektedir. Benzer bir teyidi, Zinovyev kendisi için yapmıştır. Doğal olarak bu tanıklıklar tüm siyasi tutuklular için geçerli olmamıştır.

  • Bu kabul edilebilir, ya da hoş görülebilir mi?”

Hayır, bu uygulama kabul edilemez ve hoş görülemez. Bunun reddedilmesi ve mahkûm edilmesi gerekir.

  • Bu ifadelerin işkence ile alınması, yanlış olduklarını ya da geçersiz olduklarını göstermez mi?”

Hayır, kesinlikle göstermez!. Yapılan demagojinin en çürük, ama dayandığı duygusallık dolayısıyla da en aldatıcı kısmı tam bu noktadır. “Teşbihte hata olmaz” diyelim ve sevimsiz bir örneği, 12 Eylül’ü hatırlayalım: Devrimciler, yapılan işkenceler sonucunda ya ifade vermediler, ya da konuşmak zorunda kaldılar. Ancak konuşmak zorunda kalanların HİÇBİRİ yalan ya da yanlış ifade vermedi!. Kendilerinden istenen bilgi neydi? Örgüt ilişkileri, bağlı oldukları sorumlu, buluşma saati ve yeri, evlerin adresi, silahların saklandığı yer..vs idi ve bunların hepsine verilen cevaplar (ne yazık ki!) %100 doğru idi. Hiçbir “düzmece suçlama” gündeme dahi gelmedi. Gündeme gelseydi (örneğin insanlar “örgütümüzün gerçek lideri Bülent Ecevit’tir” gibi bir saçma ve kasıtlı bir ifadeye zorlansalardı), 2-3 zavallı dışında buradan “dava” yaratacak hiçbir malzeme çıkmazdı. Türkiyeli devrimcilerden çıkmayacağına göre, bir kısmı Ekim Devrimi’ni yaşamış ve hepsi Bolşevik Parti üyesi kadrolardan çıkan ifade niye o zaman ”baştan aşağı düzmece ve saçma” olsun? Düşünelim: Yüzlerce sanığı kapsayan bu davalarda HERKES Troçki, Zinovyev, ya da Buharin hakkında “yalan ifade” veriyor, işin ilginç tarafı bu ifade sonucunda ceza indirimi almadıkları gibi ifadeyi verenler de hakkında ifade verdikleri sanık gibi kurşuna diziliyorlar! Böylesi bir iddianın hiçbir mantığı olmadığı açıktır. Davalardaki haksız kimi hükümleri aşağıda ele alacağız; ancak tüm bir davayı baştan aşağı ve tümüyle “düzmece”, “yalan ifadeye zorlama” sonucu olarak açıklama ya komünizmi vicdanından atmaya yönelik bilinçli bir düşünce tembelliğinin, ya da gözü dönmüş bir anti-komünizmin ürünü olabilir.

Buna karşılık, işkencenin asla uygulanmadığı ve şok edici sabotaj senaryolarının ortaya çıkarıldığı bir vakadan bahsetmek istiyoruz.

Vavilov soruşturması: Örnek vaka

Nikolay Vavilov, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarındaki en parlak biyologlardandı. Uzun yıllar Parti ve Sovyet devletine büyük hizmetler sunan ve ödüllendirilen Vavilov, 1931’de keskin bir bilimsel-felsefi bir tartışmanın ortasında kendini buldu. Çevreye uyum için canlıların zaman içinde kazandıkları özelliklerin kalıtsal olduğu (anne-babadan çocuğa geçtiği) konusunda yeni bir tez getiren Miçurin ve Lissenko adlı iki biyoloğa karşı, bunun imkânsız olduğunu, Mendel kanunları ışığında, kalıtsal özellikleri belirleyen genlerin çevre koşullarından direkt etkilenmediğini ve etkilenemeyeceğini savundu. Lissenko, soğuk bir ortamda elde edilen buğday tohumlarının ekildiği zaman soğuğa dayanıklı bir buğday türü yarattığını iddia etti ve bir şekilde bunu pratikte ispatladı. Parti ise bu konuya felsefi açıdan yaklaştı ve “çevrenin değil de değişmez biyolojik şifrelerin canlıyı belirlediği” tezini, o dönem dünyada yükselmekte olan ırkçılığa prim veren bir tez olarak değerlendirdi ve Lissenko’dan yana tavır aldı. Vavilov’un yaklaşımı, ırkçılığa kapı açtığı gerekçesiyle felsefi olarak mahkum edildi ve Vavilov bir anlamda gözden düştü. Bugün, bilimsel olarak Vavilov’un haklı olduğunu, Partinin salt siyasal kaygılarla ve kaba kavranılmış bir felsefi yaklaşım üzerinden bilime çarpık bir müdahale ettiğini biliyoruz.

Buradan bir siyasi davaya nasıl varılır? Gelişmeler şu şekilde olmuştur: Vavilov, felsefi ve siyasi olarak gözden düşmekle beraber görevine devam eder, hatta SSCB Tarım Bakanlığında Bakan Yardımcısı konumuna getirilir. Fakat 1938’de tutuklanır. Gerekçe “hükümete karşı tarımda sabotaj yapmak”tır. O sırada 52 yaşında olan Vavilov’un sorgusu 240 seans ve toplam 1000 saat sürer ve dosyalar dolusu ifade verir! Burada açık olan şudur: 52 yaşında yaşlı bir profesöre “gerçek dışı ifade verdirmek için işkenceli sorgu yapma” 1000 saat sürmez! Sorgu bu yöntemle yapılsa, 5 saat sonunda en fantastik iddialar dahi kabul ettirilirdi. Ancak Vavilov’un günler süren sorgusunda yaptığı itiraflarda ortaya çıkan olgular şunlardır:

  • Vavilov, eski bir Buharinci olan Tarım Bakanı Yakovlev ile birlikte tarımı sabote edici bir planı devreye soktuğunu itiraf etmiştir.
  • Planın bir adımı, tarımda yeni kurulan ve eğitilmiş iş gücü yetiştirdiği için büyük önem taşıyan bilim araştırma enstitülerini sayısını suni olarak artırmaktı. Kadro ve kaynak kısıtları dolayısıyla, düzgün çalışan belli sayıda istasyon yerine işlevini tam yerine getirmeyen çok sayıda istasyon olacaktı.
  • Bir diğer adım, 5 yıllık plan için konulacak hasat hedeflerini şişirmekti. “Gerçekçi” olarak sunulan hedefler, asla ulaşılamayacak ve buna angaje olan herkesi başarısız gösterecek hedeflerdi.
  • Vavilov, Buharinci Tarım Bakanı’nın azmettirmesiyle, esas olarak da Lissenko ile giriştiği tartışmada kendisine yapılan haksızlık dolayısıyla içten içe taşıdığı tepki yüzünden bu işe girişmiştir. Mantık bellidir: “Madem her şeyi biliyorsunuz; gelin düzeltin o zaman!”. Maksat, hükümet ve partinin başarısızlık içinde debelenmesini sağlamak ve bunu kenardan seyretmekti.

Mahkeme, bu deliller ışığında N.Vavilov’u idama mahkûm eder. İçişleri Halk Komiserliği (NKVD)nin başında olan L.Beria, bu kararı Stalin’e aktarır ve Vavilov’un, yaptığı hata ne olursa olsun geçmişte büyük hizmetler vermiş değerli bir bilim adamı olduğunu hatırlatarak idamdan affını talep eder. Stalin bu talebi kabul eder ve Vavilov’un cezası sürgüne çevrilir (30)

O yıllarda, Parti liderliğini hedef alan siyasi/askeri komploların yanı sıra, hatta onlardan daha da önemli olarak, daha geniş çaplı olan tehlike sabotajlardı. Sanayi kültürü olmayan bir ülkede yepyeni kurulmuş ve köyden yeni gelmiş “sıfır kilometre” işçilere teslim edilmiş bir sanayi, gene yepyeni ve dünyada ilk defa denenen bir düzende (kollektif çiftlikler) çalışmaya başlayan bir tarım, gerek tabandan, gerekse devlet kademelerinden her yönden müdahaleye açıktı. Vavilov gibi yüksek kültür düzeyinde ve teknokrat olan biri, salt felsefi bir tartışma dolayısıyla kendini “mağdur” hissettiği için böyle bir kumpasa girişiyorsa, Partinin politikalarından bir şekilde “canı yanmış” birkaç milyon vatandaşın; ya da fikirleri siyaseten “mahkum” edildiği için ikinci plana düşmüş ve devlet kademesinde göreve devam eden on binlerce (eski) muhalif partilinin fırsat geçtiğinde neler yapabileceğini düşünmek anlamlıdır. “Aşağıdaki”lerin ufak ve gizli darbeleri, “yukardaki”lerin bilinçli vurdumduymazlığı ile birleştiğinde Sovyet ekonomisinde başarısızlığın bir çığ gibi büyümesi kaçınılmazdı.

1937-39 tasfiyeleri bu açıdan bakıldığında bir silkinmedir. Parti ve devletin tüm kademelerinde sadece yönetime karşı olan unsurların değil, ilgisiz, kararsız, vurdumduymaz kadroları da ayıklayıp, ülkenin içine girdiği yeni rotayı yürekten benimseyen ve onun için yüksek bir uyanıklık ve motivasyonla çalışmaya hazır kadroları tüm yönetim organlarına egemen kılmayı amaçlayan bir siyasi kampanyadır. Süreç içinde oluşan (ve ilerki bölümlerde ele alacağımız) haksızlıklar ne olursa olsun, her kademeden bürokratın görevinden alınıp cezalandırılabileceğini gören kitlelerde de, bu sebeple büyük bir heyecan uyandırmış, bir tür yenilenme, uyuşukluğa son verme ve atılım süreci olarak algılanmıştır. Bu süreci yöneten ekibin en önemli mensuplarından Molotov, yıllar sonra yaptığı açıklamada “bizim için mühim olan kime güvenebileceğimizi ve kiminle yürüyeceğimizi bilmek ve onlarla yürümekti. Savaş gündemdeydi ve bunu yapmak zorundaydık” demiştir.

“Yönetici olan biri için bunu söylemek kolay” denebilir. Ancak “masanın öbür tarafında olan”, yani o dönem kamplara yollanmış birinin tanıklığının da benzer bir vurguyu içerdiğini duymak ilginçtir. 1939’da  Stalin’a karşı suikast planlayıp yakalanan ve çalışma kampına yollanan Alexandr Zinovyev (Ekim’in liderlerinden Grigori Zinovyev ile bir ilgisi yoktur) Kruşçev döneminde serbest kalmış, fakat rejim muhalifliğine devam edince kendi isteği ve SSCB hükümetinin onayıyla Avrupa’ya giderek anti-komünist bir akademik faaliyet yürütmeye devam etmiştir. SSCB’nin yıkılışı akabinde ülkesine dönüp yaşanan yıkıma tanık olan A.Zinovyev, 180 derece dönüş yaparak ateşli bir komünizm ve Stalin savunucusu haline gelmiştir. Şunları demiştir Zinovyev:

“Bir mahkum olarak, çalışma kampında -20 derecede ayağımda sadece bir terlikle saatler boyu ormanda ağaç kesmek zorunda bırakıldım. Gerçekten zor zamanlardı…… Buna rağmen bugün söylüyorum: Stalin haklıydı. O tasfiyeler olmasaydı savaşı asla kazanamazdık!” (31)

 

Dipnotlar:

11. The Fourteenth Congress of the C.P.S.U.(B.); speech by J. V. Stalin; Works, Vol.7, 1925 Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1954

12.Molotov Anlatıyor, Feliks Çuyev, Yordam Yayınları, 2007, s.280

13.The Road to Terror”, ”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.78

14.   a.g.e,    s. 63

15.Özel Görevler” Pavel Sudoplatov, Ayrıntı Yayınları, 2015, s.75. O dönem SSCB yönetim çevresine yakın yaşayan ,Berianın oğlu Sergo Beria da anılarında aynı iddiayı tekrarlamaktadır. (bkz. Beria, My Father: Inside Stalins Kremlin”, Duckworth Press, 2001, s.39). Elbette bunlar da hala ispatlanmamış iddialardır.

16. Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=2bcmGnygysU

17.  Stalin şahsen bu tür dalkavukluk örneklerine yer yer şahsi tepkiler göstermekten geri durmamıştır. Ermitaj Müzesinde her odaya kendi büstünün konulmasına Bu bir provokasyon !” diyerek öfkeyle karşı çıkmış ve kaldırtmış (Kruşçevin Yalanları”, s.305); anlamsız övgülerle dolu bir biyografisinin ise piyasadan toplatılıp yakılmasını” istemiştir (Origin of Great Purges, s.205)

18.Kruşçevin Anıları, N.Kruşçev, Milliyet Yayınları, cilt 1,

19. Conversations with Stalin”, Milovan Djilas, Penguin Books, 1963, s.64

20.  “Experiment in Autobiography, H.G.Wells, New York, s.684

21.  Tarih ve Toplum, cilt 21, s.124 

22. The Road to Terror, s.133, s.160

23. The Road to Terror, s.161

24. “The Road to Terror”, s. 223

25. Stalinizmin Doğuşu, Michael Reimann, Metis Yayınları, 1998

26. “The Road to Terror, s.39

27. “Özel Görevler”, s.89, ve Beria My Father, s.56

28. Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, s.137

29. Mission to Moscow, Joseph E.Davies, Pocket Books, New York, 1941 s.141,170

30. “Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, G.Furr, s.128

31. A.Zinovyevden aktaran (Sovyet Mirası ve Sovyet Sonrası Toplumsal Mücadeleler”, Li Shen Ming, Canut Yayınları, c II, s.182, s.412)

(Devam edecek)


Konuyla ilişkili diğer makaleler