Sermayenin Güvenliği

Sermayenin Güvenliği

Kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu ülkelerde ve doğaldır ki kapitalist-emperyalist sistemin içinde yer alan, her yönden bu sisteme bağımlı olan Türkiye’de de “erk” i elinde bulunduran sermaye, sistemi ayakta tutabilmek ve sürdürmek için – daha önceki yazılarımızda da söz ettiğimiz gibi – her türlü sistem ve kurumu, mekanizmayı kurmak ve yönetmekle birlikte, toplumsal tepkileri, muhalefeti bastırmak; grev ve direnişler karşısında köşeye sıkışıp kendini güvende hissetmediği dönemlerde, kendi yasalarını bile çiğneyip yasaklarla, sıkı yönetimlerle, gerekirse darbelerle erkini sürdürmenin derdine düşer.

Sermayenin ağır sancılar yaşadığı, sınıfsal çelişki ve çatışmaların yoğun yaşandığı ülkemizde, doksan yıldır cılız bir kapitalist demokrasi bile halka fazla görülmüş; yaklaşık her on yılda bir askeri darbelerle, sıkıyönetimlerle; açık ve gizli saldırılarla gerek ulusal, gerek demokratik, gerekse sınıfsal mücadeleler kanla, silahla bastırılmıştır. Günümüzde de bu baskı ve zulüm, gerek Kürdistan’ da, gerekse Türkiye’nin her bölgesinde işçilerin, emekçilerin, gençlerin ve kadınların her türlü demokratik ve ekonomik talepleri karşısında sürmektedir. Çünkü bütün mesele sermayenin kendini güvende hissetmemesidir.

Sermayenin en açık saldırılarından birini, yaklaşık iki yıl önce “Gezi eylemleri” sürecinde yaşadık. Halkın sıradan taleplerine bile acımasızca saldıran; kadınlara, çocuklara, gençlere karşı her türlü silahı kullanmayı mübah sayan bir iktidarın, bu süreçte canına kıydığı gençlerin ve çocukların ölümlerini sadece hükümete (AKP’ ye) bağlamak, “polis güçlerinin acımasız saldırıları sonucu Gezi Parkı’ nın yanı başındaki Divan Oteline sığınmak zorunda kalan direnişçilere sahip çıktı.” diyerek otel sahibi Ali Koç’ a methiyeler dizmek ahmaklıktan başka bir şey değildir.

Çünkü biz, Koç ailesinin ve grubunun neyi temsil ettiğini iyi biliyoruz. Vehbi Koç, 1940’lı yıllarda devlet eliyle palazlanmış, sistemin anahtarlarından biri durumuna gelerek Türkiye’de sermayenin yöneticisi ve sözcüsü olan, Kenan Evren’ e yazdığı mektupla faşist darbeyi destekleyip işçileri, devrimci sendikacıları bu faşist diktaya ihbar eden; kendi fabrikalarını ve sermayesini güvenlik altına almak adına, direnenlerin katledilmesini vatan-millet teranesiyle savunan en büyük sermayedardır. Onun torun Ali Koç’a -sadece seküler laik olduğu için- methiyeler dizenler, son iki ayda Divan Oteli’nden elli işçinin sendikalı oldukları için işten çıkarıldığını ve Ali Koç’un geçen ay iktidara ve Tayyip Erdoğan’ a methiyeler dizdiğini bilmiyorlar mı?

Sermayedarların, burjuvazinin dindar ya da seküler laik olması, onların işçi sınıfına karşı tavrını hiç ama hiç etkilemez. Çünkü onlar bilirler ki bu topraklarda temel çelişki “emek-sermaye” çelişkisidir ve “devlet” , sermayenin devletidir. Devletin bekası için her yol mübahtır dolayısıyla AKP iktidarının toplumsal muhalefeti bastırmak üzere çıkardığı yasalara, yaptığı saldırılara sermayedarların destek vermemesi mümkün değildir. Çünkü AKP, bu ülkede gerek uluslar arası finans sektörün gerekse onun yerli işbirlikçisi olan sermayenin temsilcisidir.

Daha on beş gün önce, yine sermaye dünyasının önemli (!) şahsiyeti Nejat Eczacıbaşı şöyle demişti: “Önemli olan sermayenin güvenliğidir; rejimin adının ne olacağı önemli değil.” Bu kısa cümle bile sermayenin karakterini ve anlayışını çok net açıklıyor. Eczacıbaşı, bu sözüyle diyor ki sermaye güvende olsun da istersen sen faşist bir yönetim kurabilirsin. Biz senin arkandayız. Kime diyor? Şu anda Cumhurbaşkanlığı elinde bulunduran ve başkanlık sistemini (o da Türk tipi) isteyen Tayyip Erdoğan’a…

Diğer yandan seçenek olarak Türkiye’ye Avrupa’yı gösterenler de şunu bilmelidir ki Avrupa coğrafyasındaki (AB emperyal sistemi) ülkelerde de sınıfsal çelişkiler arttıkça, toplumsal muhalefet harekete geçtikçe tıpkı mart ayında Frankfurt’ta olduğu gibi, sermaye kendini garantide hissetmediği anda, kendi yasalarını bile hiçe sayıp her türlü protestoya acımasızca saldırabiliyor; yüzlerce kişiyi yaralayabiliyor, yüzlercesini tutuklayabiliyor. Bütün bunlar gösteriyor ki burjuvazi, erki elinde tutmak için her türlü aracı -silahı bile- kitlelere karşı kullanacaktır.

Bütün bu gerçeklerden ve yaşananlardan hareketle politik örgütler, partiler ve sendikalar, gerçekten devrimci bir mücadeleyi gerekli görüyorlarsa hedef tahtasında “AKP” yazsa bile, asıl mücadelenin, o hedef tahtasını elinden tutan, onu istediği gibi yöneten uluslar arası sermayeye ve onun yerli işbirlikçisi tekelci burjuvaziye karşı yapılması gerektiğini bilmeli ve ona göre örgütlenip yeni mücadele alanları açabilmeli. Bunun yolu da bugün sistemle çelişkileri bulunan tüm toplumsal kesimlerden kişi ve örgütlerle birlikte, işçi sınıfının öncülüğünde “Demokratik Halk Cephesi”ni kurmaktır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler