Rusya’nın Suriye Angajmanının Arka Planı Üzerine (II)

Rusya’nın Suriye Angajmanının Arka Planı Üzerine (II)

Rusya’nın Suriye’de cihatçı terör gruplarıyla rejim karşıtlarına yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırması, özellikle Avrupa’da –gerek burjuva basınında, gerekse de muhalif kesimler ve barış hareketi içerisinde– Rusya’nın hangi hedefler peşinde olduğu konusunda farklı tartışmalara yol açtı. Bilhassa Almanya barış hareketi içerisinde Putin yönetimi ve genel olarak Rusya’nın politikaları üzerine birbirleriyle çelişen değerlendirmeler yapılmakta. Türkiye’deki farklı sol kesimlerin değerlendirmeleri için de benzer bir tespiti yapmak olanaklı. O nedenle yazımızın bu bölümünde Rusya’nın Suriye angajmanının hedeflerini değerlendireceğiz.

İzolasyonu kırma ve alternatif oluşturma çabaları

Rusya’nın Suriye’deki askeri angajmanı ile, salt Suriye ile sınırlı olmayan iki temel hedefe yönelmiş olduğunu söyleyebiliriz: “Wolfowitz Doktrinine” dayanan ve emperyalizmin dünya çapındaki yönlendirici stratejisinin gereği olan kuşatmanın yol açtığı izolasyonu kırmak ve uluslararası siyasette “nizam kurucu ve koruyucu” alternatif güç olarak kabul edilmek.

Özellikle güncel Ukrayna krizinin başlamasıyla sertleşen izolasyon koşullarından kurtulmak isteyen Rusya, stratejik hamlelerini sadece geleneksel-tarihsel Hinterlandına değil, aynı zamanda ABD emperyalizmi için yaşamsal önem arz eden Ortadoğu’ya da yönlendirdi. Suriye’de sürdürdüğü hava saldırılarıyla fiili bir durum yaratarak, bilhassa ABD ordu yönetiminin Rus ordu yönetimi ile koordinasyon görüşmelerine girmesini sağladı ve bir anda Suriye’ye yönelik tüm emperyalist stratejilerin yeniden düzenlenmesi zorunluluğuna yol açtı. Böylelikle ekonomik ambargolar ve dışındalanma (Exclusion) yaptırımlarıyla oluşturulan izolasyon koşullarını etkisiz bırakarak, uluslararası müzakerelerde belirleyici aktörlerden birisi hâline geldi.

Rusya’nın ikinci hedefi, yani alternatif güç olarak kabul edilme hedefi dış politika anlayışı ve uluslararası ilişkilerde bağımsız ulus devletlere verdiği önem ile doğrudan ilintilidir. ABD ve AB ulus devletler üstü kurum ve yapılanmalarla (G7/G20 Zirveleri, NATO kurulları, AB Komisyonu, Dünya Bankası, IMF gibi) ulus devlet hükümranlıklarını ve ulusal parlamentoların yasama yetkilerini, neoliberal dönüşüm politikalarını ve emperyalist stratejileri gerçekleştirmek amacıyla işlevsiz kılmaya çalışırlarken, Rusya, aynı Çin ve diğer BRICS ülkeleri gibi, ulus devlet iradesinin belirleyici faktör olarak kalmasını savunuyor. Bu savunu günümüzde emperyalizm karşıtı etkide bulunan bir alternatif konsept hâline gelmiştir.

Rusya Federasyonu devlet başkanı Wladimir Putin, 2015 Eylül’ünde eski SSCB ülkelerinin üye olduğu “Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü” ve BM Genel Kurulu önünde yaptığı iki konuşmada, bu alternatif konseptin ana hatlarını çizmişti: Rusya’ya göre, “ABD ve diğer Batılı ülkelerin uluslararası teröre karşı mücadeleleri tamamen yanlış. BM Şartı’na aykırı müdahaleler ve rejim değişikliği çabaları Ukrayna, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika’yı hem istikrarsızlaştırıyor, hem de terör örgütlerinin güçlenmesine yol açıyor.”

Emperyalizme meydan okuma mı?

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Putin’in yaptığı konuşmalara “Rusya özgür dünyaya meydan okuyor” sözleriyle reaksiyon gösterince, Avrupa barış hareketindeki bazı kesimler bunu “emperyalizme meydan okuma” olarak okudular. Bu görüşe katılmıyoruz. Putin’in çıkışının bir meydan okuma olduğu doğru, ama bu –her ne kadar sonuçları emperyalist stratejileri köstekleyen politikalara yol açsa da– bilinçli bir antiemperyalizm değil, tekelleşme eğilimi hızlanan Rusya kapitalizmini savunma çabası ve müttefiklere verilen bir mesajdır.

Bir kere Rusya, Suriye’deki rejime destek çıkarak, dış politikasının temel mantığı olan “sadece meşru ve bağımsız ulus devletler dünya çapında güvenliği sağlayabilir” anlayışının altını çizmektedir. Aynı zamanda kendi “terör” ve “terörist” tanımını ön plana çıkartmaktadır: “Ulus devletlerin bağımsızlığını tehdit eden her türlü eylem ve rejim değişikliği çabaları terördür; dış güçlerin girişimiyle kurulan veya desteklenen silahlı hareketler teröristtir.” Rusya bununla birlikte müttefiklerine ve müttefiki olabilecek ülkelere şu mesajı vermektedir: “Dara düştüğünüzde, istemeniz durumunda yardımınıza koşarız.” Bu sıradan bir mesaj değil, ABD öncülüğünde yürütülen sözde “kriz yönetiminin” alternatifsiz olmadığı vurgusudur.

Rusya, andığımız iki temel hedefe ulaşmak için 1990 sonrasında ilk kez kendi toprakları ve geleneksel-tarihsel Hinterlandı dışında bulunan bir bölgeye müdahalede bulunarak, her türlü riski göze aldığını da gösteriyor. Risk altına girme kararlılığının birincil adresi Washington’dur. Rusya ABD’ye, kendisine “uluslararası ilişkilerde eşit göz hizasında davranma” ve kendisini “dikkate almak zorunda olduğu” mesajını vermektedir.

Diğer yandan Suriye’deki askeri müdahale, Rusya ordusunun askeri yetilerini göstermek için de önemli bir fırsat olarak görülmektedir. Etkin hava saldırıları ve kusursuz lojistik nakil zinciri oluşturulması burjuva basınında büyük dikkatle not edilmektedir. Özellikle Almanya’daki burjuva basınında Rusya’nın, 2008 Kafkasya Savaşının hemen ardından başlattığı ordu reformunun başarısız olduğu ileri sürülmekteydi. Ancak Rusya’nın aynı anda hem Kırım ve Doğu Ukrayna’da asimetrik/hibrid savaş yürütebilme yeteneğini, hem Kafkasya’daki askeri varlığını zayıflatmadan koruyabildiğini, hem de kısa zamanda son derece karmaşık bir alanda, Suriye’de etkin operasyonlar gerçekleştirebileceğini göstermesi, sadece burjuva basınının iddialarını çürütmekle kalmadı, aynı zamanda emperyalist güçlerin Rusya’yı kuşatarak etkisizleştirme stratejilerinin zayıflığını kanıtladı. Özellikle Rusya donanmasının –aslında askeri stratejiler açısından pek büyük önemi olmamasına rağmen– Hazar Denizi’nden fırlattığı uzun menzilli roketlerle 1.500 kilometre uzaklıktaki hedefleri vurabileceğini kanıtlaması, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme politikasına ve ABD’nin Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği “Roketsavar sistemine” verilen ciddi bir yanıttı.

Kaldı ki Rusya’nın Suriye’deki Tartus üssünü kaybetmeme kararlılığı tek başına Suriye angajmanı için yeterli bir neden. O açıdan Ortadoğu’da geleneksel olarak en önemli müttefiki olan Suriye rejimine destek çıkması ve askeri savunmasına katılması, pek şaşırtıcı bir sonuç değil. Bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi sonucu ortaya çıkan krizi yönetme biçimi, Rusya’nın koyduğu hedeflerden şaşmayacağını da kanıtlamakta. Rus basınından izleyebildiğimiz kadarıyla, uçağın düşürülmesinin Obama’nın Suriye politikalarından hoşnut olmayan ABD’li Neocon kesimlerin girişimiyle ABD ordusunun bir komplosu olduğu kanısı, Rusya yönetimince en güçlü olasılık olarak görülüyor. Rusya yönetimi bu bağlamda “uçak düşürme komplosunun” ters teptiği görüşünde, çünkü uyguladıkları kriz yönetimi ve bu çerçevede atılan adımlarla hem Türkiye’nin Suriye politikalarını sınırlandırdılar, hem de Suriye’ye konuşlandırılan füze sistemleriyle Suriye hava sahasının büyük bir bölümünü kontrol altına alarak belirleyici aktörlerden birisi oldular.

Hesaplar, Olasılıklar...

Rusya’nın Suriye özelinde son derece soğukkanlı hesaplara göre hareket ettiğini tespit edebiliriz. Atılan ve atılacak her adımda belirleyici olan Rusya’nın uzun vadeli hedefleridir. Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir: Rusya’nın Esad rejimini ilelebet ve her koşulda destekleyecek olması söz konusu değildir. Esad rejiminin ayakta kalabilmesi için ödenecek bedelin uzun vadeli hedeflere zarar vermesi durumunda Rusya’nın tavrının hemen değişeceğini öngörebiliriz. Gerçi önümüzdeki dönem için böylesi bir şey söz konusu değil, ama Rusya’nın Suriye’de kara kuvvetlerini oyuna sokmak zorunda kalması, Suriye angajmanında değişikliğe gitmesini gerektirecektir. Çünkü hâlâ “Afganistan travmasını” yaşayan Rusya toplumunda kara kuvvetlerinin Suriye’ye gönderilmesi konusunda yüzde 70’e varan bir karşıtlık söz konusu. Kamuoyu desteğine ihtiyacı olan Putin yönetimi için kara operasyonları bir nevi kırmızı çizgiye dönüşebilir.

Ama diğer tarafta Rusya Federasyonu içinde yaşayan Müslüman nüfus arasında, özellikle Kafkasya ve Merkez Asya’da farklı cihatçı örgütlere katılanların sayısı artmakta ve bu durum iç politikada bir tehdit unsuru olarak algılanmaktadır. Aslına bakılırsa Rusya cihatçı terör tehdidini uzun zamandır dikkatle izlemekte. Sadece Rusya içerisinde değil. Örneğin Arap dünyasında 2011 sonrasında meydana gelen devinimler Rusya yönetimi tarafından başından itibaren “olumsuz gelişmeler” olarak değerlendiriliyordu. Rusya, Arap dünyasındaki ülkelerin çoğunluğunun örgütsellikleri zayıf toplumlara sahip olmalarının, tarihsel gelişimlerinin ve büyük ekonomik sorunlarla cebelleşmelerinin bir sonucu olarak burjuva demokrasilerine geçiş yapamayacaklarını ve ayaklanmalar sonrası yapılan seçimlerde İslamist rejimlerin oluşma fırsatlarının ortaya çıkacağı görüşünü savunuyordu. Böylesi bir gelişmenin Rusya içerisinde de olumsuz etkileri olacağından hareket eden Rusya yönetimi, son yıllardaki gelişmelerle 2011’de yaptıkları tespitin teyit edildiği görüşünde.

Putin bu nedenle gerek 15 Eylül 2015’de Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de yapılan “Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü” toplantısında, gerekse de 28 Eylül 2015’de New York’ta BM Genel Kurulu önünde, İslam Devletinin “dünya çapında bir tehdit oluşturduğunu” ve “bu nedenle uluslararası anti-terör işbirliğinin Suriye’de harekete geçmesi gerektiğini” söylemişti. Cihatçı teröre karşı verilecek mücadelede ne denli ciddi olduklarını kanıtlamak içinse, Dışişleri Bakanlığında terörizmle mücadeleden sorumlu bir Bakan yardımcısı makamı oluşturuldu ve bu makama Rusya gizli servisi FSB’nin bir generali getirildi.

Wladimiz PutinEl Kaide gibi cihatçı örgütlerin bilhassa Kafkasya’da uzun zamandan beri örgütlendikleri biliniyor. Örneğin 2007’de El Kaide’ye bağlı olan bir “Kafkasya Emirliği” kurulmuş ve bilhassa Dağıstan’da terör eylemleri artmıştı. Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte Kafkasya’daki cihatçı kadroların Suriye’ye gitmesiyle terör faaliyetlerinde azalma kaydedildi. DAİŞ’in güçlenmesiyle bu gruplar El Kaide’den ayrılıp El-Bağdadi’ye bağlandıklarını ilân ettiler. 2015 başından itibaren ise, cihatçı grupların Rusya’daki örgütlenme faaliyetleri hızlandı. Örneğin DAİŞ sözcüsü Muhammed El-Adnani 23 Haziran 2015’de İslam Devletinin parçası olan “Kafkas Vilayetinin” kurulduğunu ilân etti. Böylelikle Kafkasya’da, daha önce Kuzey Afrika, Yemen, Pakistan ve Afganistan’da olduğu gibi, El-Bağdadi “Halifeliğine” biat etme trendi başlamış oldu.

Rusya, her ne kadar Rusya Federasyonu içerisinde cihatçı terör olaylarında olağanüstü bir artış görülmese de, bu gelişmeyi kaygıyla izliyor. Çeçenistan’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’nın farklı bölgelerinden ve Azerbaycan’dan, Tacikistan’a, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a kadar geniş bir coğrafyadan Suriye iç savaşına katılmaya giden cihatçı kadroların tekrar geri döndüklerinde Rusya için büyük bir tehlike oluşturabileceklerinden hareket ediliyor. Son yıllarda CIA’nin kontrolünde olan veya ABD yönetimine yakın duran kimi “STK’nın” Kafkasya ve Merkez Asya’da faaliyetlerini artırmaları, dış kuşatmanın yanı sıra, ülke içerisinde de bir istikrarsızlaştırma çabası olarak değerlendiriliyor. Bu açıdan başta DAİŞ olmak üzere, Suriye ve Irak’taki cihatçı terör gruplarının geri püskürtülmesi, Rusya’nın iç güvenlik politikaları açısından da büyük önem taşıyor. Zaten Rusya’nın Suriye’deki hava saldırılarının askeri hedeflerinden bir tanesi de, geriye dönmesi muhtemel cihatçı kadroların yok edilmeleridir. Ancak Rusya’nın kendi Müslüman nüfusu içerisinde cihatçı akımların yayılmasını engelleme hedefine böyle ulaşabileceği pek belli değil. Çünkü emperyalist güçlerin bilinçli bir şekilde mezhepçiliği körükledikleri bir dönemde Rusya’nın Esad rejimine destek olarak gerçekleştirdiği hava saldırılarının, Rusya Federasyonu içinde yaşayan ve çoğunluğu Sünni olan Müslüman nüfus arasında antipatiyle karşılanma olasılığı da bulunuyor.

Tüm bu olasılıklara rağmen Rusya yönetiminin Suriye’deki angajmanı, yazının başında andığımız iki temel hedef ile gerekçelendirdiğini söyleyebiliriz. Rusya elbette kendi Müslüman nüfusunun belirli bir kesiminin sempatisini kaybedebilir ve böylelikle cihatçı akımların bu nüfus arasında taraftar bulmalarına neden olabilir. Böylesi bir risk var. Ancak bu da, Rusya yönetiminin her türlü riski göze alma kararlılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Angajman belirleyici diğer etmenler

Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını değerlendirirken, genellikle Rusya’nın tarihsel deneyimlerinin toplum ve karar vericiler üzerinde bıraktığı etkiler gözardı edilmektedir. Bilhassa Fransa’nın Napolyon dönemindeki saldırısı ve özellikle Alman faşizminin İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndaki işgal denemesinin toplumsal hafızada bıraktığı travmatik izler unutulmamalıdır. Alman faşizminin, diğer emperyalist güçlerin göz yumması ile gerçekleştirdiği saldırılar, Sovyetler Birliği’nde 27 milyondan fazla insanın yaşamına mal olmuş, kitlesel bir yıkıma yol açmıştı. O açıdan böylesi bir deneyimin “bir daha asla tekrarlanmaması” yaklaşımının, bugün dahi geniş toplumsal kesimleri ve farklı sınıflardan siyasetçileri ortak paydada birleştiren bir faktör olduğunu söyleyebiliriz.

Bu nedenle Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yer alan, ama bugün Rusya Federasyonu’na ait olmayan bölge ve ülkeler, Rusya tarafından özel “güvenlik ilgi alanı” olarak görülmektedirler. Bu bölge ve ülkelerde Rus milliyetine mensup küçümsenemeyecek sayıda bir nüfusun yaşaması ve NATO’nun doğrudan bu ülkelere yönelik genişleme politikası, özellikle güncel Ukrayna krizi, Rusya yönetiminin savunma ve silahlanma politikalarına geniş toplumsal destek bulmasına neden olmaktadır. Rusya’nın 2008’de bağımsız devletler olarak tanıdığı Güney Osetya ve Abhazya ile Kırım’ın doğrudan, Doğu Ukrayna’nın ise dolaylı olarak Rusya’nın parçası olarak görülme politikaları toplumsal meşruiyete sahiptir.

Emperyalist güçlerin sistematik bir biçimde sürdürdükleri kuşatma politikasına gösterilen temel reaksiyon, savunma bütçelerinin mütemadiyen artırılması olmuştur. Stockholm’deki SIPRI enstitüsünün verilerine göre Rusya 2014 yılında 84,5 milyar Dolar ile, ABD (610 milyar Dolar) ve Çin’in (216 milyar Dolar) ardından yeniden savunmaya en fazla bütçe ayıran üçüncü ülke oldu. Rusya diğer taraftan 15,7 milyar Dolar (2013) ile ABD’nin ardında en fazla silah ihraç eden ikinci ülke konumunu korumaktadır. Dünya çapındaki silah ihracatında ABD’nin payı yüzde 39 iken, Rusya’nın payı yüzde 14’dür.

Rusya’nın dış ve güvenlik politikalarını tüm dış etmenler olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal gelişmeler de doğrudan etkilemektedir. 1989/1990 karşı devriminden sonraki kapitalist gelişme, hiç bir sosyal ve yasal kısıtlama olmaksızın eski devlet ticari teşekküllerinin çok kısa bir süre içerisinde korsanvari talanına dayanmaktadır. Gene çok kısa bir süre içerisinde sosyal güvencesizlik devasa boyutlara ulaşmış ve zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum son derece derinleşmiştir. Oligarşik yapılar ve yolsuzluk ekonomisi, muhalif kesimlerin baskı altına alınması, yasama-yargı ve yürütmenin tek elde toplanması ve devlet ile Ortodoks Kilisesinin iç içe geçmişliği, günümüz Rusya kapitalizminin emarelerindendir. Tekelci devlet kapitalizminin koşulları, Putin şahsında milyarlarca Dolar’a sahip oligarkları “kontrol altına alan” güçlü lider görünümü, doğal gaz ve petrol satışından elde edilen gelirlerle hissedilen refah düzeyinin artması ve bağımsız ulus devlet hükümranlığı savunusu, emperyalist kuşatma politikalarıyla birleşince, güncel dış ve güvenlik politikalarına geniş toplumsal destek sağlanabilmektedir.

Sağlanan bu geniş toplumsal destek ve gerçekleştirilen ordu reformuyla askeri yeteneklerin artırılması, Rusya’nın kendi etki alanını korumaya yönelik reaktif jeostratejik politikaları daha büyük bir özgüvenle yürütmesini teşvik etmektedir. Bunun yanı sıra Putin ve Medwedjew gibi yöneticiler üzerinden uluslararası toplantılarda “Ortak Avrupa Güvenlik Mimarisi” veya “BM Şartı temelinde çok kutuplu dünya düzeni” gibi önerilerle emperyalist stratejilerin karşısına siyasal alternatifler çıkartılarak, uluslararası siyasette destek bulma ve “oyun kurucu” olma çabaları yürütülmektedir. Rusya’nın NATO karşıtlığı, gerilimleri azaltmaya yönelik yaklaşımları ve işbirliğini önceleyen dış politika girişimleri, silahsızlanma talepleri, “Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar” ortak iktisat ve güvenlik alanı yaratma önerisi ve dünya çapındaki ihtilafların çözümü için sadece BM, AGİT ve Avrupa Konseyi gibi kurumların sorumlu olması savunusu, Rusya’ya Avrupa barış hareketleri içerisinde sempati kazandırmaktadır. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen, Rusya’nın, değil sosyalist, anti-emperyalist bir ülke dahi olmadığı unutulmamalıdır. Rusya’nın dış ve güvenlik politikaları ile Suriye’deki askeri angajmanının her ne kadar emperyalist stratejileri köstekleyici etkileri olsa da, Rusya Federasyonu kapitalist bir devlettir ve Rus burjuvazisinin tahakküm aracıdır. Ama aynı zamanda da barış ve silahsızlanma politikalarının gerçekleştirilmesi için dikkate alınması gereken bir ülkedir. Çünkü “barış sorunu günümüzün en güncel, herkesi etkileyen sorunudur” (Lenin). Rusya’nın Suriye angajmanını değerlendirirken, temel alınması gereken perspektif, barış sorunu olmalıdır.

Gelecek sayıda Rusya’nın askeri doktrinini ve Suriye politikalarıyla bağlantısını irdeleyeceğiz.


Konuyla ilişkili diğer makaleler