Ne Yapmamalıyız, Ne Yapabiliriz?

Ne Yapmamalıyız, Ne Yapabiliriz?

Türkiye Cumhuriyeti devleti, 24 Haziran Seçimlerinin sonuçlanmasıyla birlikte yeni bir rejime, faşizme yöneldi. Parlamento, faşist rejime kılıf ve meşrutiyet kazandırmaktan başka bir şey ifade etmiyor. Sermaye sınıfı, yeni sistemle devlet aygıtını kendi çıkarları doğrultusunda daha rahat kullanacak, karşı çıkan, insanca yaşamak isteyen, onurlu bir duruş sergileyen herkese mızrağın ucu gösterilecek, baskı, şiddet ve korku dayatılacaktır. HDP yöneticilerinin ve seçmenlerinin tehdit edilmesi, Cumartesi Annelerinin 700. Haftası buluşmalarının yasaklanması, TL’nin değer kaybetmesinin dış mihrakların işi olduğunu söyleyerek gerçekleri halktan gizlemeye çalışması, … Bütün bunlar faşizmin ülkeyi, halkı kıskacına alması içindir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, hiç kuşkusuz darbeler,  katliamlar, soykırımlar ve sömürünün tarihidir. “Kurucu irade” olarak bilinen ve tarif edilen güç, kirli bir güçtür, eli kanlıdır ve suçludur. ‘Derin devlet’ dedikleri de bu güç de o kirli mirastan beslenmektedir. Türkiye geçmişiyle hesaplaşmadığı, ezilen ve sömürülenler katillerden hesap sormadığı müddetçe devran kirlilikten, suçlulardan ve sermayeden yana dönecektir. Ta ki,  toprağa can katan köylüler, çeliğe su veren işçiler, sevgi ile insan doğuran analar ve tazeliğiyle yaşama renk gençler iradelerini, yüreklerini, bileklerini ortaklaştırarak ve şahlanarak ‘yeter’ deninceye kadar.

 

Bu işin şakası yok; durum, çok kötü ve ciddi. Hal böyle iken kimi ilerici, devrimci, demokrat çevrelerin yerel seçimlere odaklanması ve oy hesabı yapması anlaşılacak şey değildir. Olsa olsa yeteneksizliğin, aymazlığın, parlamentarizm hastalığının bir sureti olabilir.

 

Yapılması gereken, seçimden seçime kolları sıvamak ve koşmak değil, insanca yaşayabilmek için “savaşsız, sömürüsüz bir dünya için” sürekli çaba sarf etmektir, elden geleni ardına kadar cesurca, özveriyle yapmaktır.

 

Devrimci kişi, bol keseden atan, ne söylediğini bilmeyen ve sorumsuzca hareket eden biri olmamalıdır.  Yaşama bir nitelik, bir zenginlik katmalı ve disiplin içinde, sorumluluk duygusuyla bir iş yapmalı, bir görevi yerine getirebilmelidir. Çalışmanın, mücadelenin sürekliliği içinde devrimci yenilenmeyi başarmalıdır. Bu olmazsa vasat olduğu bir durumda iken gün gelir durağanlaşır, geride kalır, devrimci atılımın ruhunu okuyamaz, onunla çelişkiye düşme tehlikesi yaşar, bireyselleşir. Hareket, zaman ve örgütlü güce karşı yalnızlaşır ve zaman içinde zavallı bir seyirci durumuna düşer.

    

Ülkemize, işçi sınıfına ve halklara bir katkımız olmalıdır. “ Nasıl katkı yapabilirim? Soru bu!

    

Sorumuzu bina örneğiyle açalım ve yanıtlayalım.

    

Hepimizin bildiği gibi bir bina temelden başlar, anahtar teslimi ile biter. Bu, lafın kısası!

    

Binanın sağlam olması için her şeyden evvel, temeli sağlam olmalıdır. Unutmayalım: Bina, inşaat malzemeleri, iş makineleri ve işçiler tarafından yapılır. Bina kendiliğinden yükselmez. İşin özünde emek vardır. Hazırlanan sağlam temel üzerinde iyi malzeme kullanılarak kalıpçı kalıbını iyi bağlarsa, betoncular iyi beton dökerse, duvarcı duvarları iyi örerse, sıvacı iyi ve pürüzsüz sıva yaparsa, elektrikçi ve sıhhi tesisatçı malzemelerini iyi çeker ve döşerlerse ve çatı ustası çatıyı sağlam bağlarsa bina gerçekten sağlam olur. Mimarın hazırladığı ideal ve estetik projesiyle bina kullanışlı, kapı, pencere, dolaplar iyi ve sağlam olur. Binanın boyaması renk uyumu sağlandığında içten ve dıştan güzel görünür. Herkes işini iyi, tam ve zamanında yaptığında bina değerli olur. Temizliği de unutmayalım. Binanın temizliği yapılmadan içinde oturulmaz ve yaşanmaz.

    

Demek ki, güzel bir bina yapmak için iyi bir ekip gereklidir.

     

İşte, politik mücadele de böyledir. Kişi, yetenek, motivasyon ve özverisine göre çalıştığında, görev ve sorumluluk aldığında başarılı olur. Aksi halde bocalar, isteksiz ve verimsiz olur. Çok yol yürümeden tükenir, ayrı kalır ve küser. Omuzundaki küfe inince de kendini Kaf Dağı’nda hayal eder, kahraman olarak görür ve herkesin gözleri üzerindeymiş gibi bir komplekse kapılır. Ne yazık ki, kendi çürüdüğünün farkına bile değildir.

    

Türkiyeli solcular, devrimciler 12 Eylül faşizmini yaşadılar. Kadrolar bir sınama geçirdiler. Çoğu direnmedi, erozyona, tahribata uğradı. Kimileri de devrimci morallerini on yıllar korudular ama örgütsüz, direnişsiz kaldılar, devrimci yenilenmeyi yapamadıklarından bireyselleştiler, dinamizmden ve mücadeleden uzaklaştılar. Yaşamın akışı kimilerini bir tarafa savururken kimilerinin de bünyeleri kangren oldu. Bir türlü ayağa kalkamadılar, hep hastalıklı kaldılar.

     

Bugün her şey açık ve net ortadadır. Parlamentoda demokratik siyaset yapmanın olanağı yoktur. İşçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin TBMM’den bir zerre kadar bir beklentisi yoktur, olmamalıdır. Ve bugüne kadar hiç bir hak meclis yoluyla kazanılmamıştır. Sokaklarda verilen mücadelelerin, yükselen seslerin etkisi sonucu meclise geri adım attırılmıştır. Meclisteki demokratik bloğun gücü, sokağın devrimci-direnişçi gücüyle buluştuğu zaman parlamenter olmak bir anlam taşır. Aksi halde biçimsel çıkış ve duruşlar, insanları yanıltan, duygularını sömüren içi kof davranışlardan başka bir şey değildir. 

   

Bugün faşizme karşı çıkan, demokrasi, barış ve ilerlemeden yana olan çok geniş bir halk potansiyeli vardır. Ya örgütlü kitlesel çıkışlar, sermaye devletine geri adımlar attırarak ekmek, demokrasi, özgürlük ve barış temelinde kazanımlar elde edecek ya da sermayenin devleti potansiyelleri eriterek çürümüşlüğü, açlığı, baskıyı, şiddeti halka dayatmaya devam edecektir. Yığınlar kendiliğinden demokratik kazanımlara yönelemez. Yığınlar demokratik yığın örgütleri aracılığıyla, demokratik partilerinin yönlendirmesiyle harekete geçerler. Hedefi ve yönü belli olmayan, kararlı bir irade ortaya koymayan yığınsal çıkışlar ne kadar büyük olursa olsun kendi gürültüsünde boğulurlar. Yığınsal çıkışların başarısızlığa uğrayarak karşılıksız kalması ardından büyük bir yılgınlığı, umutsuzluğu ve dağınıklığı getirir.

 

Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu mevcut gidişattan hoşnut değildir. Bunalımdan bir çıkış yolu arıyor. Bir ferah nefes istiyor. Borçsuz, prangasız, endişesiz bir yaşam istiyor. Kötü gidişata karşı herkes karşısındaki insanın gözünün içine bakıyor, ondan bir tepki bekliyor. Bireysel çıkışların çare olmadığını bildiği için bütün bireysel enerjilerin, güçlerin birleşerek patlayan bir volkan gibi ses getirmesini umut ediyor. İşte, burada güvenin, özgüvenin ve karşılıklı birbirine güvenmenin önemi ortaya çıkıyor. Söz, devrimcinin onurudur. Verilen söz yerine getirilmelidir.  Söz verip de yerine getirmemek ya da başlatılan bir çalışmayı tamamlamadan sekteye uğratmak, savaş cephesinde  yoldaşını terk etmek, düşmana satmak gibidir. Bu olumsuzluklar, yanlışlıklar kolay telafi olmuyor. Bırakın politik mücadeleyi, sıradan insani ilişkilerde ve esnaf ilişkilerinde bile yaşanan olumsuzluğun etkisi yıllarca sürebiliyor. Örneğin bir terzi, bir marangoz veya her hangi bir sanatkar verdiğiniz işi zamanında yapmadığında, dürüstlüğünde veya iş yapma becerisinde bir olumsuzluk gördüğünüz zaman bir daha kendisine gitmezsiniz. Eğer eksiklik tezgahının eksikliğinde ise onu yenilediği, tamamladığını gördüğünüzde bir daha kendisine ancak dönersiniz ve uzun bir zamandan sonra. Politik mücadele, ne kişisel bir ilişkidir nede esnaf işlerine benzer. Onlardan çok farklı, önemli ve hassas bir konudur.

      

Nasıl ki bir bebek yaşamak için memeye dört elle sımsıkı sarılıyorsa ve memesinden koparıldığı zaman amansız bir çığlık atıyorsa emekçi halk yığınları da ekmeğine, aşına, temel haklarına, kazanımlarına dört elle sarılmak zorundadır. Ya ezilenler, emekçiler, halk yığınları dini ve milli hassasiyetleri kendi kişisel çıkarları için kullananların peşinde sürüklenerek açlığın, sefaletin, kaosun içinde debelenmeye devam edecek, ya da günlük yaşamlarından yola çıkarak, somut düşünerek emek ile sömürünün, demokrasi ile faşizmin arasındaki çelişkinin farkına vararak kaostan aydınlığa yönelecektir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler