Nasıl Bir Türkiye İçin Mücadele ?

Nasıl Bir Türkiye İçin Mücadele ?

Yazılarımızda genellikle eleştirdiğimiz konulara yer veriyoruz. İktidarın uygulamalarını, devletin kodlarını eleştiriyoruz. Geçtiğimiz sayıda Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmelerinin 100. yıl dönümü vesilesiyle Mustafa Suphi’lerin TKP kuruluşunda ortaya koydukları görüşler değinerek, günümüzde o programatik ve politik görüşlerin ne kadar önemli olduğunu vurguladık. Bu yazımızda konuya biraz daha yakından bakalım.

Türkiye’de köklü olarak çözülmesi gereken bir konu var. O da bütün değerleri yaratan işçi sınıfının ve emekçilerin, üretilen değerlerden paylarına düşen kısmı alabilmeleri sorunudur. Bu nasıl olacak? Kestirmeden söylersek bu sorunun çözümünün tek ve temel konusu, üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorununun çözümüdür. Ne zaman ki, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ilişkisine son verilir ve toplumsal mülkiyet ile devlet mülkiyeti sağlanır, o zaman bu ülkenin bütün sorunlarının çözümü konusunda en belirleyici adım atılmıştır demektir.

Şimdi klasik bir itiraza değinelim. Bu görüşü çürütmek isteyen sermaye sahibi sınıfın, yani burjuvazinin temsilcileri, sermayedar ve işveren olmazsa bu kadar fabrika, işyeri, şirket nasıl kurulacak? İşçiler, emekçiler nerede çalışacak demagojisini ortaya koyuyorlar. Biz de diyoruz ki bu fabrikalar, işyeri ve şirketler tüm toplumun sahipliğinde olsun, stratejik sektörler ve işletmeler de devletin kontrol ve sahipliğinde olsun. Öyle bir kanı uyandırıyorlar ki, sanki kendileri olmasa bu işletmeler kurulamayacak. Halbuki hiç bir sermayedar elini cebine sokup, cüzdanına uzanıp o sermaye ile işletme kurmuyor. Sermayedarlar, devlet bankalarından aldıkları kredilerle işletmelerini kuruyorlar. Sonra, devlet ihaleleriyle iş alıp yapıyorlar. Veya çalıştırıp sömürdükleri işçi, emekçi ve memurları kendi tüketicileri olarak görerek, ürettikleri malları yine onlara, yani bizlere satarak geçiniyorlar. Biz de diyoruz ki, tabiri caizse, kulağı tersten göstermeye hiç gerek yok. Madem ki bu sermayenin ana kaynağı yine devlet, o zaman biz bu asalak sermayedarları aradan çıkaralım. Devlet yine işletmelerini, fabrikalarını kursun, çalışan işçi ve emekçilerin ürettikleri artı değer asalak sermayedarların cebine gireceğine devlete kalsın, devlet de o artı değeri tekrar sosyal ve ekonomik destek olarak tüm toplumun hizmetine sunsun. Böylece sağlık hizmetleri ve eğitim ücretsiz olsun. Ulaşım hizmetleri maliyetine sunulsun. İşsizlik olgusu ortadan kalksın. Açlık sınırında belirlenen asgari ücret herkesin normal geçinebileceği normal bir ücret haline gelsin. Emekliler yoksulluk maaşı yerine geçinme standartlarına uygun bir emekli maaşı alsın. Konut sorunu bir sosyal sorun olmaktan çıksın. Herkes kendi evinde, dairesinde aidat ve elektrik, su, doğalgaz masrafları karşılığında yaşasın. Kısacası gençlerin gelecek korkusu olmasın, yaşlılar da yaşamlarının sonuna kadar insan gibi yaşasın. Yetişkinlerin de iş, aş ve çocuklarının geleceği bibi kaygıları olmasın. Bu mümkün mü? Evet. Bunun mümkün olduğunu Sosyalist Devletler Topluluğu sürecinde yaşadık.

Şimdi diyeceksiniz ki; o ülkelerde de sorunlar vardı, bazı temel tüketim maddelerinde sıkıntı hatta yokluk yaşanıyordu… Doğrudur, bu tür sorunlar yaşandı ve bizler de o deneylerden sonuçlar çıkararak sosyalist merkezi planlamanın bu sorunları yaratmadan da işleyebileceğinin yöntemlerini ürettik. Yetmiş yıllık Reel Sosyalizm deneyinden ve karşı-devrimin üstün gelmesinden bir dizi sonuç çıkardık. Demek ki üretim araçlarının toplumsallaştırılması yetmiyor, doğru bir merkezi sosyalist ekonomik planlama da gerçekleştirmeyi başarmak gerekiyor.

Bu olguları yaşama geçirmek için de işçi sınıfının devletinin oluşturulması gerekiyor. Toplum nüfusunun çoğunluğunun ve aynı zamanda işgücünü satmak kaydıyla yaşamını sürdüren bu ezici çoğunluğun siyasal düzenini oluşturmak gerekiyor. Yani, devleti sermaye değil, bütün değerleri üreten sınıf yönetecek.

Tüm zenginliklerin ve üretilen artı değerin işçi sınıfının, tüm emekçilerilerin, hatta tüm nüfusun hizmetine sunulduğu bir düzende, bilimsel teknolojik gelişmelerin toplum ve insanlık yararına çok daha nitelikli olarak gerçekleştirilip değerlendirileceği herhalde tartışma götürmeyen bir gerçektir.

Burada ortaya iki itiraz çıkıyor: Birincisi; rekabetin olmadığı yerde nasıl çeşitlilik, gelişme ve kalitenin sürekli artırılması sağlanır sorusu. İkincisi ise; bugüne kadar sermaye sahibi olanların, şirketleri kuran, yöneten, işleten sermayedarların ne olacağı sorusu. Birincisi konusunda, Reel Sosyalizm deneylerinden edinilen deneyler temelinde değerlendirildiğinde, toplumsallaştırılmış işletmeler arasında kontrollü bir yaratıcı rekabetin oluşturulmasının ve bunu  sosyalist ekonominin başarılarının bir kıstası olarak ele alınmasının mümkün olduğu söylenebilir. Bu konuda detaylı değerlendirmelerin, araştırmaların ve çıkarılan sonuçların varlığını söyleyebiliriz. İkincisi ile ilgili de; bugüne kadar işçi ve emekçilerin iş gücünü sömürme temelinde yaşamlarını sürdürenlerin, sisteme entegre olarak eğer ülkelerini bugün her gün tekrarladıkları gibi çok seviyorlarsa, yetenek ve bilgilerini toplumun hizmetine sunarak yeni ekonomik sistemin başarısı için çalışmaları olacaktır. Biz onlara yine yaşam kalitelerini normal olarak sürdürecekleri bir seviyeyi tüm işçi ve emekçilere öngördüğümüz gibi sunacağız. Tek fark, onlar artık başkalarının işgücünü sömürerek, toplumun ve dünyanın tüm nimetlerinden tek başlarına, hele de başkaları yatağa aç girerken faydalanamayacaklardır.

Bütün bunları gerçekleştirmek için emperyalizmle olan tüm askeri, ekonomik ve politik kölelik anlaşmalarına son verilmesi ve ülkenin kendi doğal kaynaklarına, kendi varlıklarına ve kapasitelerine dönmesi gerekiyor. Tarımın, hayvancılığın yeniden örgütlenmesi, kooperatifleşmenin temel alınarak tarım sanayii komplekslerinin kuruluşunun gerçekleştirilmesi gerekiyor. Sanayinin üretime yönelik yeniden örgütlenmesi ve uluslararası ilişkilerin de dikkate alınarak sanayii üretiminin yeniden temelden yapılandırılması gerekiyor. Sanayinin yeniden kurulması varolan koşullarda uluslararası işbirliklerini ve ilişkileri gerektirebilir, ancak bunlar baştan itibaren orta ve uzun vadeli perspektifler ile şekillendirilebilir. Ülke ekonomisi önce kendine yetecek ve aynı zamanda ihracata yönelik bir ekonomik yapılanmaya yönelecektir.

Türkiye’nin en önemli toplumsal sorunlarından biri de farklı milliyetler, dinler ve mezheplerin varlığıdır. Bu nedenle ülkenin politik yapılanması yeniden örgütlenecek ve tüm milliyetlerin, din ve mezheplerin eşit haklı ve özgür koşulları yaratılacaktır. Bu da federatif ve sosyalist bir politik yapılanma ile mümkün olacaktır. O zaman milliyetçilik ırkçı ve kafatasçı niteliğinden arındırılmış olarak milliyetler arasında dayanışmacı, dostluk içinde yaratıcı bir rekabetine dönüşecektir. Milliyetlerin kültürü desteklenecek, ana dilde eğitim ve devlet hizmetleri sağlanacak, dil farklılıkları kültür alanında her kültürün muazzam gelişmesi avantajına sahip olacaktır. Laiklik adına yüz yıla yakındır oluşturulan çarpık sistem yerine din ile devlet işlerinin  gerçekten ayrıldığı ve her dini topluluğun kendi finansmanını kendi cemaati vasıtasıyla sağlayacağı bir modele yönelecektir. Kadının özgür yaşamı, eşit hakları ve pozitif ayrımcılık temel ilkelerin başında gelecektir. Kapitalizmin toplumda özellikle kadınlar ve farklı tercihleri olanların üzerinde yarattığı tahribat sebepleriyle birlikte ortadan kaldırılacaktır. Toplumda tek ayrıcalıklı “sınıf” çocuklar olacak ve çocukların geleceği garanti altına alınacaktır.

Bütün bunların gerçekleştirilmesi gerçekten demokratik bir yönetim ile mümkün olabilecek. Bunun için ülkenin politik yapılanması işçi sınıfının politik örgütünün öncülüğünde, işçi sınıfının ve tüm emekçi halkların çıkarları en ön planda tutularak yeniden inşa edilecektir. Tüm devrimci, demokratik güçlerin işçi sınıfının politik öncü örgütü Türkiye Komünist Partisi öncülüğünde oluşacak devrimci cephesi bu kuruluşun teminatı olacaktır.

Milliyetler sorunun çözümü, ülkedeki tüm milliyetleri içerirken, özellikle nicelik ve nitelik olarak önemli bir yer tutan ve bugüne değin en acımasız baskı ve imha politikaları ile karşı karşıya kalan Kürt halkının özgür iradesinin de belirlenmesini içerecektir. Ermeni ve Rumlara, Kürt, Süryani, Keldani, Laz ve Yahudilere uygulanan geçmiş tüm haksızlık ve soykırımların telafisi sağlanacak açık bir duruş sergilenecektir.

Bugüne kadar haksız temelde talan edilen ülke varlıkları ve kaynakları yerine, işçi, köylü ve emekçilerin devletine iade edilecektir. Yaratılan tüm değerler ve varlıklar tüm toplumun kullanımına sunulacaktır. Kimsenin, kimsenin malında, parasında gözü yok. Ancak, haksız ve yasadışı yollardan elde edilen tüm mal, mülk ve kazançlar ülkenin ekonomik ve politik kalkınmasının  hizmetine alınacaktır. Hiç bir ülke yurttaşının da buna itiraz edecek nedeni olduğunu sanmamaktayız. Bugün milliyetçilik adına bu ülkeye sahip çıktığını iddia edenler asıl o zaman gerçek yurtseverlik sınavlarını vereceklerdir.

Bu ülke, komşularıyla iyi ilişkiler içinde olan, dünya barışının korunmasına hizmet edecek bir dış politika izleyecek, uluslararası alanda parmakla örnek ülke olarak gösterilecek bir yapıya sahip olabilir. Gerek Balkanlar, gerekse de Ortadoğu ve Kafkaslar’da barışın, toplumsal ilerlemenin, demokratikleşmenin örnek ülkesi ve bölge ülkelerinde aynı niteliğin sağlanmasında ilham kaynağı rolü oynayabilir. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, AB’nin yönetici emperyalist devletleri ve ABD ile bağımsız ve mesafeli bir ilişki oturtabilir. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da karşılıklı dostluğa ve dayanışmaya dayanan ekonomik ve politik ilişkiler sürdürebilir.

Kendiyle barışık, kimseye haksız yere saldırmayan bir devlet aynı zamanda kendisine karşı kurulacak olumsuz oyunlara ve planlara da en sert yanıtı verebilecek öz güvene ve güce de sahip olacaktır.

Bütün bu sıraladıklarımız mümkündür. Bunlar hoş ve boş hayaller değil gerçeklerdir. Şimdi soralım: Böyle bir Türkiye’ye kim hayır der?


Konuyla ilişkili diğer makaleler