Kemalizm ve Korporatizm

Kemalizm ve Korporatizm

Ülkemizin ve Doğu toplumlarının ekonomik gelişim tarihinin birbirinden farklı açılardan inceleyen bir dizi tarih tezi vardır. İbni Haldun’un ‘‘Mukaddeme’’sini saymazsak, Türkiye dahil, doğu toplumlarındaki ekonomik ve toplumsal gelişimi Batı Avrupa’nın klasik kategorilerine sokamayınca onları ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) olarak daha sonra incelemek üzere bir yana bırakan Karl Marx’ın yüzeysel çalışması kadar bile isabetli etkiler yaratan bir eser yoktur. 19. yy’ın başındaki öngörülerin isabetini şimdilik bir yana bırakarak şöyle bir tespit yapmak büyük bir zorlama sayılmasa gerek, ekonomik ve sosyal gelişmemizin bizi getirdiği bu günün Türkiyesi’nin emperyalist-kapitalist pazar ilişkileriyle kuşatılmış bir ülke olduğu konusunda çok derin fakir ayrılıkları yoktur. Yani Cumhuriyet vagonunun bizi nereye getirdiği konusunda aşağı yukarı herkes hemfikirdir. Bizim bu yazıyla dikkat çekmek istediğimiz konuysa, feudal ilişkilerin egemen olduğu Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Cumhuriyet Türkiyesi’nin kapitalist ilişkilerine geçiş sürecinde egemen sınıfların ve Kemalist ideolojinin temel modellerinin ne olduğu ile sınırlıdır. Ne olduğu ve günümüze ne miras bıraktığıdır. Bu sorunun cevabını Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze kadar egemen sınıflar mevzilenmesinin bir kurumsal merkezi durumunda olan ve Cumhuriyet’in kurucu iradesi kimliğini ve iddiasını devam ettiren CHP üzerinden tartışalım.

CHF (CHP) ve cumhuriyetin can simidi Korporatizm

Bütün dünya emekçilerine ve ezilen halklarına yeni bir umut ışığı olarak doğan Sovyetler Birliği iktidarı 1917 Kasım’ından itibaren, kapitalistler açısından pazarları daraltmıştı. Bu nedenle kapitalist borsalar yeni bir krizle (resesyonla) (1) çatırdamaya başladı. Savaş, kapitalist krizi iyileştirmemiş; daha da derinleştirmişti. Klasik deyişle, ‘‘yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyordu’’. Kapitalizmin finans ve endüstri merkezlerinin üzerinde ‘‘işçi sınıfının’’ ve ‘‘devrimin’’ hayaleti dolaşmaya başlamıştı. Avrupa ve Amerika metropollerini genel grev ve direniş dalgaları sarıyordu... Hep öyle olur; Devrim karşı devrimle beraber yükselir. Avrupanın sanayi mahallelerinde ‘‘Kara Gömlekli’’, ‘‘Gamalı Haç’’lı işçi düşmanı grev kırıcı örgütlenmeler de yerden mantar gibi bitmeye başlıyordu. Yeni pazarlar. yeni kaynaklar, daha çok para, daha çok hammadde ihtiyacı tekrar ve kanlı bir emperyalist hesaplaşmanın kaçınılmazlığını hissettiriyordu. İşte korporatizm, bu siyasal ortam içinde, faşizmin yükseldiği ülkelerde ama özellikle Alman ve İtalyan faşizminin iktidara yürürken kullandığı ancak Türkiye dışındaki ülkelerde balonu erken sönen bu ütopya, işçi sınıfının siyasal kavgasının yoluna bariyer olarak konmaya çalşılıyordu..

Alman toplumunda da denenen ama başarılı olduğu yerin aslında İtalya ve Fransa olduğu bu faşist toplumsal örgütlenme modeli korporatizm, toplumun bütün sınıf ve meslek gruplarını devletin denetiminde geniş tabanlı bir çıkar ortaklığı etrafında; tek bir örgütlenmede, tek bir sendikal yapıda ya da tek bir partide birleştirecekti. Gözetilmesi gereken yegane çıkar, her şeyin üzerinde tutulan ‘‘ulusal çıkarlar’’ olacaktı. Her zaman Batı uygarlığını kendimize hedef olarak alsak da, burada kastedilenin işçilerin Avrupası olmadığı açıktır. Sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesi yerine yüce ‘‘Ulusal çıkarlarımız’’ konacaktı. Devlet de kapitalistlerin devleti olduğu için, ulusal çıkar denen şeyin kendiliğinden kapitalistlerin çıkarına hizmet edeceği açıktı. Faşistlerin bu parlak (!) ütopyasının işçi sınıfı içinde çok taraftar bulduğu söylenemez. İşçi sınıfının sınıf mücadelesini, kapitalistlerin ve devlet görevlilerin yönetimini oluşturduğu sendikalarda ya da kooperatiflerde veremeyeceğini anlaması çok uzun sürmedi. Bu faşist-kapitalist ütopya işçiler tarafından benimsenmese de yıkılması emperyalist tekellerin kendi marifetleriyle gerçekleşti. Bir tek ülke hariç; Türkiye Cumhuriyeti...

1920’lerde Anadolu’da kurulan ‘‘Cumhuriyet’’, bir idari sistem olarak batıdaki korporatist modellerin aynısını Türkiye’de uygulamaya çalıştı. Model aynı olmasına aynıydı ancak dayandığı sınıfsal temeller çok başkaydı. Çünkü 1923’te Cumhuriyeti oluşturan sınıfların, yani ticaret ve sanayi burjuvazisinin, tefeci-bezirgan sermayesinin ve feodal mütegallibenin hiç birinin örgütlülüğü Osmanlı asker bürokrasi kadar değildi. Osmanlının asker bürokrasisi, rantiyeleri, ticaret burjuvazisi ve feodal mütegallibesi, birinci dünya savaşında işgalci İngiliz Emperyalizmine yaptıkları hizmetler karşılığında mutlaka bir ödül bekliyorlardı ama doğrusu kendilerine bütün bir ülkenin yönetiminin verileceğini hiç beklemiyorlardı (2). Bunun bir sürpriz olduğu, böylesi bir sürprize hazır olmadıkları her kararlarından anlaşılıyordu. Bir modele acilen ihtiyaç vardı, önlerindeki seçenekleriyse sınırlıydı, seçme şansları çok geniş olsaydı bile daha demokratik olanı seçeceklerine dair bir kanıt ne yazık ki yoktur. Faşist İtalya’nın korporatist modeli imdatlarına yetişti, her konuda olduğu gibi bu konuda da demokratik secenekleri ıskaladılar. Kuruluşu izleyen yıllarda özü aynı olan biribirinden totaliter korporatist reformları ve toplumsal modelleri acemice ve başarısızca ama ısrarla deneyip durdular. Bu bilinçsiz yaz-bozların ortaya çıkardığı sıkıntıların bedelini tabiidir ki her zaman olduğu gibi halk ödedi, ne cehalet ortadan kalktı ne de kendileri dışında kimsenin refahı yüksedi. İşçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız bir sınıf olarak çıkmasını engelleyemedilerse de geciktirebildiler. Kendileri açısından bir başarı olarak görülebilir.

Cumhuriyet’in Korporatist modelinin temelleri nelerdi?

Cumhuriyet sonrası iktidar ve toplumsal örgütlenme biçimleri siyasal örgütlenme ve sendikal hareketler bazında çok farklılıklar taşır gibi görünse de birbirine korporatist ilkelerle bağlı bir dizi benzer toplumsal modelleri ve programları içerir. Bu modeller için Kemalzimin kurucu ideologları olduğu söylenen - zaman zaman birbirleriyle farklılaşsalar da- Ziya Gökalp, Tekin Alp (Moiz Kohen) ve Esat Mahmut Bozkurt’un başta devlet, partiler ve toplumsal sınıflara ortak yaklaşımlarını ve Cumhuriyet’in ideolojisinin şekillenmesine ve kök salmasına kısaca göz atalım.

Kızıl Elma Ütopyası

‘‘Kızıl Elma’’ bu gün bile Doğu Perinçek’ten (3) 68 solunun bir kısmına kadar uzanan ve dar bir yelpezade olmakla birlikte her zaman en yüksek fiyattan alıcı bulan korporatist bir ütopyadır. Teslim etmek gerekir ki, Ziya Gökalpin Kızıl Elma’sı, Siyonistlerin ‘‘Arzı Mevut’’ (Vaat Edilen Topraklar) benzeri hayali bir toplumsal örgütlenme modeliyle Türkiye toplumuna belki de hastalık ne olursa olsun formülü değişmeyen bir ilaç reçetesi yazmıştır... Kızılelma. Bu reçete Cumhuriyet öncesi bütün üst yapı kurumlarının reforme edilerek bu günkü Türk-İslam sentezine benzer bir siyasal yapıya dönüştürülmesini önerir. Gökalp ve Kızılelmacılar, Kızılelma adı altında destanlaştırdıkları toplumsal simulasyonda, Lozan kenti yakınlarında bir Türk Kenti, içinde de ideal bir üniversite kurarlar. Lozan’daki bu üniversitede yetitşirdiği ideal insanlarla Adriyatik’ten Çindenizi’ne aydınlanma götürür. Amacı sadece Türkiye’yi değil bütün Türk dünyasını karanlıktan kurtarmaktır....

KIZIL ELMA DESTANI

Lozan’ın yanında bir Türk beldesi
şenlendi her fennin bir medresesi.
Ziraat ticaret sanat evleri
yapılıp oldu bir umran meşheri,
kız erkek çocuklar gelip doldular.
Yeni Adem yeni Havva oldular.

Gökalp, İsviçre’de yetiştirdiği bilim adamlarını engin Türk coğrafyasının bütün kentlerine dağıtır. Lozan’daki Türk Üniversitesi’nden dünyaya bir aydınlanma dağıtarak tezlerini adeta ‘‘megalomaniye’’ dönüştürür. Ziya Gökalp, bu ‘‘Yaratıcı Zeka’’sıyla Cumhuriyetin bütün Kemalist projelerinde vardır, Ermeni katliamlarından tutuklu bulunduğu Malta sürgününden döner dönmez önce Türk Milletini ‘‘eğitmek’’ üzere ‘‘Talim ve Terbiye’’ dairesinin başına sonra da, ‘‘Milli İktisat’’ projelerini oluşturmak üzere Ankara garında fersude bir vagonda Atatürk’ün emriyle kurulan yeni iktisat programını belirleme komitesinin başına getirilir M. Kemal tarafından. Kemalizmin dağarcığında burada da özgün ve yeni bir şey yoktur, İttihat ve Terakkicilerin planlarına ve etnik tekçilik üzerine oturmuş bir ekonomik modelde karar kılınır. Gökalp başkanlığındaki komite devletçi ve liberal görüşler arasında kendince denge kurarak Cumhuriyet’in 50 yıllık ekonomi politikalarına iyi kötü bir ‘‘Belge’’ hizmeti gören ‘‘Karma Ekonomi’’ sisteminin seçilmesini sağlar. Kurulun bir bölümü liberalizmi savunur. Kurulun öteki üyeleri ise, devletin iktisadi yaşama bütün haklarıyla karışması anlamında katı bir devletçiliği savunur. Başkan Ziya Gökalp, her iki görüşü uzlaştırarak, siyaset dilimizdeki deyimiyle “Karma iktisat” modelini oluşturmuştur. Atatürk’ün de “olur”unu alan “Karma iktisat” modeli, yeni iktisat literatüründe “Eklektik Model” olarak geçecektir. (4) Ütopyasında sınıflar, çıkar gurupları hiç geçmez. ‘‘Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz’’ tekerlemeleri tesbih edilir. Öngördüğü model, cennet standartlarında kurulmuş beş yıldızlı tatil köyleri gibidir ve ‘‘ırmaklarından yağ ve bal’’ akar. Çünkü ‘‘sınıflar yoktur...’’

Türkiye’de Korporatizm adlı kitabında Gökalp,

...Zengin olsun fakir olsun herkes halktandır. Halkın içinde sınıf imtiyazları yoktur...İhtimal ki eski kanunnamelerimizdeki hukuki kaideler müsavat umdesine muvafık değildir. Bunları hakka ve adalete muvafık bir şekle ifrağ etmek için Büyük Millet Meclisi’nin birkaç celsesi kafi değil midir.? (5)

Yukarıdaki paragrafı açarsak ‘‘bizim toplumumuz birbirinden derin sınıf çıkarlarıyla ayrılmış ya da ileride ayrılabilecek partilerden oluşmaz; yürürlükteki yasalarımızda tersine maddeler varsa da bunları değiştirmek meclisin birkaç oturumluk çalışmasıyla halledilir’’ diyerek gelecekte ortaya çıkması muhtemel sınıflar çatışmasının da önüne geçme hayallerini kuruyor.

Ziya Gökalp, Esnaf adlı destanında:          

Kimimiz Çiftçiyiz Tohum Ekeriz,
Yazda, Kışta pek çok zahmet çekeriz.
Sulh vakti rençberiz, harpte askeriz
Hem süngümüz hem de sapanımız var
(6)

Korporatist Kemalizm, sadece soyut bir halk kavramında çatışan sınıfların tek bir örgütte birleştirmeyi hedeflemiyor aynı zamanda devletle tek partiyi de bir iradede birleştirerek işçileri ve esnafları bu faşist yapının bir karşıtı değil bir askeri yapmayı hedefleyerek çıtayı gittikçe büyütüyor. ‘‘Asker millet’’ hayallerindeki Prusya faşizminin etkileri rahatça gözlenebiliyor.

Korporatist Kemalist ideolojinin bir başka dehası (!) Moiz Kohen

Cumhuriyetin bu dahi sosyologlarından Moiz Kohen (Tekin Alp) de işçi sınıfının yükselen mücadele trendi karşısında Cumhuriyet egemenlerinin, I. Dünya Savaşında paylarına düşen savaş ganimetlerini korumadaki fikir parlaklığında hiç diğerlerinden aşağı kalmıyordu.

‘‘O tarihten beri, Halk Partisi, devletle bütünüyle birleştirilmiş, Parti (CHP) ve devlet bir tek vucut durumuna gelmiştir. Devlet’in ve Parti’nin görevleri ve yetkileri biribirini bütünler. Geminin dümeni devletin, fakat pusulası Parti’nin (CHP) elindedir. İçinde yüzlerce seçkin üyesi bulunan Parti, bu üyeleri aracılığıyla Türk toplumunun her kesimi ile sıkı ve sürekli bir biçimde ilişkide olup; ulusun arzularını incelemekte ve saptamakta, gereksinimlerini anlamaktadır.’’ (7)

Neymiş!... Devletimiz halkın bütün ihiyacını Parti (CHP) aracılığı ile anladığı için başka parti ve örgütler gereksizmiş (!) Tek tipçiliğin en azıttığı dönemde, 1930’lu yıllarda İstanbul başta olmak üzere birçok kentte, CHP il başkanı, şehrin valisi ve belediye başkanı tek bir şahıstan oluşmaktaydı. Tek partili yapı birbirinden uzlaşmaz çelişkilerle ayrılmış sınıfları, toplumsal zümreleri tek tip bir elbise içinde görmeye çalışıyor, o elbiseye uymayanlar çıplak gezmek zorunda bırakıyordu. Cumhuriyet kadrolarının olumlu ya da olumsuz hiç bir projesi Anadolu insanı tarafından destek görmemiş bütün - Kendileri bunları devrim olarak tanımlasalar da- projeleri halkın direnci ile karşılaşmıştır. Halktan gerekli desteği göremeyen devletçi tek tipleştirme, giderek zorbalık halini alacak, örneğin yeni model melon şapkaları giymeyi reddeden insanlar kasaba meydanlarında darağacına gönderileceklerdir. Uygulamalar Yunan mitolojisindeki Prokurustes (8) adlı haydutun uygulamasına benzemekteydi. Avrupada faşizm, toplumsal tabanını genişlettikçe, Türkiyede Korporatist faşist kadroların cesareti artacak, toplum tek partiye, tek parti tek devlete, tek devlet de ‘‘bizim için tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmiş bir ulu öndere’’ sarsılmaz bir sadakatle bağlanacaktır. 2000’li yıllarda bile kışla duvarlarına ‘‘Orduya Sadakat Şerefimizdir’’ yazdıran generallerin kafası işte bu anlayışın mirasçılarıdır.

Mahmut Esat Bozkurt

İzmir İktisat Kongresi, Mahmut Esat’ın İktisat Bakanı olduğu dönemde 1924’te toplanmıştır. Kapitalist bunalımın derinleşmeye başladığı dönemler, Kemalizm’in yaklaşan krizden egemen sınıfların en az biçimde etkilenmesi amacıyla şekerden, tütüne, tütünden, çaya ve akaryakıta kadar bütün ürünler üzerinde bir devlet tekeli kurarak bu ürünleri burjuvaziye en uygun fiyatlarla sunma dönemine denk gelmektedir. 1924’te İzmirde toplanan ‘‘İktisat’’ kongresi delege yapısı itibarıyla kongrenin tam bir korporatist bileşimi vardı. Kongreye Mahmut Esat tarafından korporatist bir ekonomik düzen tasarısı öne sürüldü. Bu tasarının öne çıkan unsurlarından biri, kongrenin sonraki yıllarda da düzenli olarak toplanması ve ekonomik kararları meslek örgütleriyle ortaklaşa alma fikriydi.

Cumhurit Gazetesi küpürü

İzmir İktisat Kongresi’nde işçiler ve meslek erbabı, içeriği önceden parti bürokratları tarafından hazırlanmış bir öneri sunacaklardı. İşçi grubunun sunduğu beklenmedik başka bir önerge oyunu bozdu, korporatistleri ve onların arkasındaki kapitalistleri ürküttü. İstekleri ‘‘her işçi senede bir ay izin ve iş başında sakatlanması sonucu, hayatının sanayiciler tarafından emniyet altına alınması’’ (9) şeklinde özetlenebilir. Mahmut Esat Bozkurt başkanlığındaki kongre işçi temsilcilerinden gelen bu somut öneriye “Türkler hangi sınıf ve meslekte olursa olsunlar candan sevişirler, meslek zümre itibariyle el ele vererek birlikler, memleketini ve birbirini tanımak anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.” (10) şeklinde muğlak hatta gülünç bir üslupla yanıt vermiştir. (11)

Recep Peker... Faşizm Turizmi

Faşist korporatist grubun seçkin bir üyesi daha var ki adı ve düşünceleri burada zikredilmezse gerçekten hata olurdu... Recep Peker... Recep Peker, tam bir kıyamcı, işçi düşmanı zalim bir faşistti. Şeyh Sait ayaklanması sırasında içişleri bakanı olan Ali Fethi Okyar’ın, Şeyh Sait ayaklanmasındaki zorba tutumu bile kesmiyordu onu, hep daha çok kan hep daha çok kıyım istiyordu... Cumhuriyet Halk Fırkası’nı 1935 kurultayına hazırlayan Başbakan İsmet İnönü, CHP genel sekreteri Recep Peker’i iktidardaki faşist partilerin tüzüklerini araştırmak üzere Musolini İtalya’sına ve Hitler Almanyası’na gönderdi. Faşist ve Nazi partilerinin tüzüklerini inceleyen Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü meşhur 1935 kurultayı için yeni parti tüzüğü hazırladı. Atatürk’ün bile Kabul etmekte zorlandığı faşist bir programı CHP’kurultayına kabul ettirmeye çalıştı, Partinin kurultayının, parti il ve ilçe kongrelerinin vs. üzerinde doğrudan İsmet Paşa’ya bağlı faşist bir konsey örgütlenmesiydi. Avrupadaki faşist partilerde meclisin, parti örgütlerinin ve parti merkez organının da üzerinde bulunan ve doğrudan parti başkanına bağlı “Yüksek Faşist Konsey” benzeri bir organdı. İsmet İnönü’nün büyük bir iştahla kabul etmeye hazırlandığı bu yasa İsmet İnönü-Mustafa Kemal rekabeti yüzünden 1935 kurultayında kabul görmemişti.

Atilla İlhan, 22 Mart 2003’te verdiği bir röportajda İnönü-Peker ikilisinin bu girişimini değerlendirirken şöyle diyordu:

‘‘Yani, Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani ‘‘Cumhuriyet’’ fikri, halk hakimiyeti hepsi gümbürtüye gidiyor. Tüzüğün bir kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya’da da İtalya’da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi.’’

Bu kongreden sonra Recep Peker, Kemalizm’in sol çizgide ilerlemesini sağlamaya çalışan “Kadro Hareketi”ni ve liberal açılımları savunan öteki kanadı büyük ölçüde tasfiye sürecini başlattı. Dönek Marxistlerden oluşmuş Kadro Hareketi bu kongreden sonra tasfiye edildi.

1935 yılındaki parti programında bu yönde adımlar atılacağını Recep Peker özellikle belirtmiştir. Recep Peker, parti programını açıklarken iş dünyasına verdiği mesajda;

“İşçi sınıfının patronlarla münasebeti noktasını bütün parti programının baştan aşağıya yazılışında ve anlaşılışında ruh olan ahenk, anlaşma, uyuşma haline irca ediyor. Aralarındaki uyuşma yolu yetmezse devletin koyacağı hakem yolu, çatışmaları önliyecektir. Programa göre Türkiye’de grev ve lokavt ve sınıf çatışması yasak edilecektir. Bunun için grev ve lokavtı yasak eden yeni programımız onun yanında işçi ile işverenin münasebetlerinde, anlaşmalarını esas olarak koyuyor.“

İnönü, Recep Peker aracılığı ile 1935’te hayata geçiremediği demokrasi dışı planlarını, 1960 darbesi sonrasında başardı. Adına “Yüksek Faşist Konsey” diyemedi ama ‘‘Anayasa Mahkemesi’’ dedi. Böylece gerektiğinde meclisi tamamen by-pas edebilecekleri Yargıtay gibi, Danıştay gibi kurumları yarattılar. 1935 kurultayında kursaklarında kalan planlarını daha sonraki askeri darbelerde adım adım gerçekleştirdiler.

Mustafa Kemal, ‘‘Bu milletin siyasal partilerden canı çok yanmıştır’’

Hemen söyleyelim. Ulu önderin kendisi de korporist ideolojinin bu harika (!) çocuklarından farklı düşnmez. Türkiyede çok partili rejimin kendisi ile başladığını iddia eden CHP’nin ve Cumhuriyet’in lideri ‘‘Ulu Önder’’ bir konuşmasında,

“Bu milletin siyasal partilerden çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, diğer memleketlerde partiler mutlaka iktisadi amaçlar üzerine kurulmuş ve kurulmaktadır. Çünkü o memleketlerde çeşitli sınıflar vardır. Bir sınıfın çıkarlarını korumak için oluşan siyasî bir partiye karşı diğer bir sınıfın çıkarlarını koruma amacıyla bir parti oluşur. Bu çok doğaldır. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi oluşan siyasî partiler yüzünden şahit olduğumuz sonuçlar bilinmektedir. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet girmektedir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim. Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri hatıra gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Bu arazinin miktarı nedir? Araştırılırsa görülür ki, memleketimizin genişliğine bakarak hiç kimsenin büyük arazisi yoktur. Bundan dolayı bu arazi sahipleri de korunacak insanlardır.” (12)

Görüleceği gibi Kemalizmin parlamenter sisteme karşı yıkıcı düşmanlığı sadece askeri darbelerle sınırlı değildir. Kendi dar oligarşileri dışında bütün toplumsal ve etnik yapıları ve onların siyasal örgütlerini baştan beri ontolojik bir tehdit olarak algılamıştırdır. Öte yandan, hep sınıfların ‘‘kardeşliğinden’’, ‘‘sevişmesinden’’ bahsediliyordu ama işçi sınıfının temsilcileri bir tek gaz odalarına gönderilmiyordu. CHP dışında kurulan bütün partilerin ve yöneticilerinin ne kadar kapitalist ne kadar işbirlikçi olurlarsa olsunlar başlarına bin bir türlü bela geliyor ve liderleri kolayca idam sehpalarında sallandırılıyordu. 1921 Mustafa Suphilerin katliamı ile başlayan süreç ve devamında; 1926, 1946, 1951, 1960 katliam ve tutuklamaları en bilinenleridir. 1970’te Cumhuriyet’in gerici yasalarına dayanarak DİSK’i kapatmak istemeleri de belleklerimizden kolay silinecek saldırılar değildir.

Bütün sınıfların çıkarlarının tek bir partide savunulması iddiası Kemalist bir mirastır...

Başlangıçta baskıyla, günümüzde ise belki kimse itiraz etmediğinden sosyal örgütlenmesi çok sınırlı bir iki komünist parti dışında bütün siyasal partiler şaşılacak bir kararlılıkla korporatist geleneği devam ettiriyorlar. Devlet partilerinin seçim deklerasyonları tek elden çıkmış ve toplumun bütün sınıfları için huzur ve refah vaat eden yalanlarla doludur. Türkiye solunda SİP ‘‘KP’’sinin örtülü (13); Vatan Partisi’nin ayan beyan savunduğu devletçi, militarist programlarını saymazsak, korporatist programa sahip olan bir sol sosyalist parti hemen yok gibidir. Oysa dikkatle incelendiğinde ‘‘Devlet’’ partilerinin tamamı Cumhuriyet tarihi boyunca, bütün sınıfsal çıkarları tek bir partied eritebildikleri ve tek bir programda bütün bir toplumu kavrayabildikleri iddiasını dile getiriyorlar...

Düzen ve devlet partilerinin program kitaplarına açıkça hangi sınıfın ya da sınıfların çıkarlarını savunduklarını yazmalarının tehlikelerini (!) biliyoruz. Ancak ortalama kapitalist bir ülkenin parti programlarına biraz yakından baktığınızda, çıkarlarını doğrudan temsil ettikleri sınıfların izlerini ve önceliklerini görmek kolayca mümkün olabilir. Türkiye’deki devlet partilerinin programlarını istediğinizde görebileceğiniz tek şey kutsal devleti koruma refleksidir. On üç yıldır iktidarda olan AKP’nin, ekonomi politikalarının çerçevesini Dünya Bankası’ndan Kemalistlerin ithal ettiği Kemal Derviş’in çizdiği programı hiç değiştirmeden, şikayet etmeden uyguladığına hepimiz tanık değil miyiz.. Gerçekte CHP’nin programıyla AKP’nin programında ortak noktalar, farklı noktalardan çok daha fazladır.

Paramiliter örgütlerle, kendilerine ‘‘Ulusalcı’’ denen bazı 68’lilerin ‘‘Kızılelmacı’’ bir koalisyonda hemen buluşabilmesi de başka açılardan dikkatle incelenmesi gereken bir fenomendir.

Türkiye’deki korporatist yapılanmanın en kapsamlı bir çözümlemesini yapan Taha Parla:

’’... Türkiye’deki aşırı ve ılımlı sağ akımlar ve partiler, silahlı kuvvetler, klasik Kemalistler, ‘Kemalist sol’ ve sosyal demokratlar, hatta belli ölçülerde bazı sol gruplar, ayrıntılardaki farklılıkların ötesinde, son tahlilde sahip oldukları temel düşünsel kategoriler bakımından bu korporatist şemsiyenin altındadır...’’ (14) diyerek durumun kısa ama vurucu bir tanımlamasını yapmıştır.

Kemalizmin korporatist anlayışı devlet partileri vasıtasıyla bütün toplumu tek tip ideolojiye ve devletin ‘‘hepimizi temsil eden’’ kusursuz yapısının kutsallığına öylesine şartlandırmıştır ki, Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde ya da her türlü hak direnişinde ortaya çıkan çok sıradan bir trafik sıkışıklığının bile devletin organlarından önce halkın önemli bir kısmının gerici tepkilere yol açmasına neden olmaktadır. Korporatizm faşist örgütlenmenin toplumun damarlarına kadar işleyen, tek sesçilik tek tipçilik ve kutsal devlet yaratılması, halkın devleti eleştiren ve ona karşı çıkan her türlü düşünceyi nefretle karşılamasına sebep olmaktadır. Seksen yıldır aşamadığımız yarıfaşist yapının sürekliliği belki de bu yapının kırılmamasına bağlıdır.

Burada Kürt siyasal hareketinin de dışa yansıyan modernite ve heyecan verici özgürlükçü söylemine haksızlık etmeden, programatik bir açıdan baktığımızda, toplumunun bütününe vaat edilen parlak bir sınıflar üstü projenin gözümüze çarptığını ifade etmek zorundayız. Kürt hareketinin özel şartlarının onları bu noktaya getirdiği, ya da çok daha ikna edici başka argümanlar öne sürülebilirse de, Marksistlere düşen görev, ‘‘Bütün sınıfları kucaklama illüzyon’’unun ileride her şeyden önce Kürt emekçi sınıflarında yaratacağı hayal kırıklığı konusunda gereken uyanıklığı göstermek ve Kürt özgürlük hareketi içindeki yol arkadaşlarımızı ve yoldaşlarımız uyarmaktır.

(1) Kapitalizmin savaş getiren krizleri, ağır bunalım...

(2) Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatına bakarak hizmetinde oldukları Alman emperyalizminden çark eden Osmanlı paşaları daha savaş bitmeden İngiliz emperyalizminin hizmetine girerek bir taşla iki kuş vurdular. Bir yandan Ermeni katliamlarındaki rolleri yüzünden ceza almaktan kurtulurken öte yandan tamamen aklanmış ve kahramanlaştırılmış olarak yeni kurulan cumhuriyetin başına geçirildiler.

(3) Doğu Perinçek, 18 Temmuz 2015 Tarihli Aydınlık Gazetesi’ndeki köşesinde, ‘‘Kuşkusuz millî cephede yer alan sınıflar arasında da çelişmeler bulunuyor. Vatanın bütünleşmesi ve üretim ekonomisi için birleşenler arasındaki çelişmeler düşmanca (antagonist) türden değildir. İşçi sınıfının hareketlerine bakarsak, sanayicinin fabrikasına el koymak gibi bir programa rastlamıyoruz. İşçiler, daha iyi koşullarda çalışmak ve yaşamak istiyorlar. Bu talepler, hem demokrasinin gereğidir, hem de millî cepheyi güçlendirir. En büyük üretici, emekçinin kendisidir. Dün bu köşede belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının sanayiciye karşı tutumu, stratejik düzlemde dostluk ve aradaki çelişmeleri çözmek için taktik düzlemde mücadeledir. Özetlersek, vatanımız ve üretim ekonomisi için birlikteyiz, ancak demokratik haklarımızı elde etmek ve daha iyi yaþamak için mücadele edeceğiz.’’ Diyerek sınıflı toplum ve sınıf mücadelelerinin toplumu götüreceği nihai hedeften tamamen ayrıldığını yerine korporatist hedefler koyduğunu açıkça itiraf ediyor.

(4) (Prof. Dr. A. Mumcu. Atatürk ilke ve inkılâpları tarihi II, s:236)

(5) Aktaran: Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm, Türkiye’de Korporatizm. Deniz Yay. 2009

(6) Ziya Gökalp, Kızılelma, ‘‘Esnaf’’, Bilge Karınca 2013

(7) Tekinalp, Kemalizm adlı kitabı.

(8) Atatürk’ün Paşa camiinde yaptığı konuşmadan, aktaran http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-

ve-demecleri/balikesirde-halkla-konusma

(9) Gündüz Ökçün, İktisat Tarihi Yazıları, Sermaye Piyasası Kurulu, Ankara, 1997

(10) Age.

(11) Burada ve genel olarak Kemalist metinlerde dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak ortak ve çocuksu-masalsı bir üslup kullanılmaktadır. Bu, Kemalizmin, Anadolu insanına ‘‘onun anlayacağı bir dilden’’ konuşmanın dikkatli ve saygılı tezahüründen çok, Afrika’da ‘‘sıtmayla’’ mücade eden kolonyal din görevlilerin yapmacık üslubuna benzemektedir.

(12) Atatürk’ün Paşa camiinde yaptığı konuşmadan, aktaran http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-

ve-demecleri/balikesirde-halkla-konusma

(13) Henüz kapitalist toplumdayken bile ‘‘Ulusal’ bir silah sanayii kurulabileceğini söylemesiyle ünlü SİP KP yöneticisi, “sosyalist Türkiye’nin daha ilk günden uçabilen savaş uçaklarına, elektronik şifreleri pentagon’daki bilgisayarlara kayıtlı olmayan hava savunma sistemlerine, güvenle yüzebilen gemilere, ateşleme sistemleri Almanya’dan gelmeyen zırhlı araçlara gereksinimi olacaktır. Bu nedenle şimdiden yerli silah sanayi!” Kemal Okuyan, Sol Portal, 2013

(14) Aktaran: Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm, Türkiye’de Korporatizm. Deniz Yay. 2009


Konuyla ilişkili diğer makaleler