Karanlıklar Çağının Kapıları Açıldı - Süreklilik kazanan belirsizlikler-güvencesizlikler dönemi ve içerdiği çelişkiler üzerine

Karanlıklar Çağının Kapıları Açıldı - Süreklilik kazanan belirsizlikler-güvencesizlikler dönemi ve içerdiği çelişkiler üzerine

İnsanlık tarihi defalarca kez savaşlar, felaketler, salgınlar veya soykırımlar nedeniyle sonrasında »Karanlık Yıllar« veya Hıristiyanlık tarihindeki »Saeculum obscurum – Karanlık Yüzyıl« gibi tanımlamalarla adlandırılan ve medeniyet seviyesinin düştüğü, toplumsal ilerlemenin durduğu, kültürel gelişmenin gerilediği süreçlere tanık oldu. Karanlık yıllarda facialar ve yıkımlar yaşandı, on milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Ancak bu süreçler kimi coğrafyalar için hayli karanlık geçerlerken, başka coğrafyalar için aydınlık dönemler anlamına da geldi – aynı Orta Çağ Avrupası ve o dönemin İslam dünyasında olduğu gibi. Ve her defasında karanlık yıllar tanımı, aşıldığı düşünülen geçmiş yıllar için, kendi dönemlerini yüceltmek isteyenler tarafından kullanıldı.

Bugün, yani 1989/1990 karşı devriminin otuzuncu yılında ise, salt geçmiş yıllar ve belirli coğrafyalar için değil, tüm dünya açısından önümüzde duran on yılları karanlıklar çağına dönüştürebilecek koşullarla karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Karanlıklar çağı tanımlamasını kötümser olduğumuzdan veya umudumuzu yitirdiğimiz için değil, dünya çapındaki reel durumdan ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin içerdiği reel tehditlerden hareketle yapmaktayız. Bizce karanlıklar çağının kapıları açılmıştır ve o açıklıktan, başta ezilen ve sömürülen sınıflar olmak üzere, insanlığın büyük çoğunluğunu ne denli meşum bir geleceğin beklediği görülmektedir.

Günümüz dünyasına baktığımızda otuz yıldan beri mütemadiyen derinleşen çoklu kriz ortamının ihtilaflarının çözümsüz kaldığını, refah coğrafyaları da dahil olmak üzere dünya çapında toplumlar arasında güvencesizlik hissinin yaygınlaşarak kalıcılaştığını ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal sorunlarının belirsizlikleri süreklileştirdiğini görmekteyiz. Bunlarla birlikte iklim krizi ve Covid-19 Pandemisi başa çıkılamayan meydan okumalar olarak iktisadi, siyasi ve toplumsal krizler yaratan/derinleştiren tüm trendleri güçlendirmektedirler. Dahası kangrenleşmiş Filistin-İsrail sorunu; Ortadoğu sorunu hâline dönüşmüş Kürt sorununun çözümsüzlüğü; devam eden Suriye ve Libya iç savaşları; güncel Azerbaycan-Ermenistan savaşı; Orta Afrika’daki çatışmalar ve parçalanmalar; Lübnan’ın yapısal bozuklukları; Doğu Akdeniz’de yaşanan çoklu ihtilaf; Ukrayna, Belarus ve Hong Kong sorunları, hepsinden önemlisi ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında artan tehlikeli gerginlik, tek başlarına olmasa da bütünsellikleri içerisinde ve beraberinde getirdikleri etkileşimlerle tüm dünyayı yangın yerine, hatta nükleer bir çöplüğe dönüştürebilecek potansiyel taşımaktadırlar. Emperyalist güçler arasındaki kümeleşmeler, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin çelişkileri ve emperyalist yayılmacılık bu tehlikeli potansiyeli katlayarak artırmaktadır.

Burjuvazinin meydan okumalara yanıtı

2017’nin ilk günlerinde yayımlanan bir yazımızda ABD’nde Trump yönetimi örneğini vererek, siyasi elitleri ve devlet bürokrasisini »hizmetçi« statüsüne indirgeyen bir sermaye fraksiyonunun iktidarı bizzat kendi eline alarak devletin geleneksel kurumlarını ortadan kaldırmadan ve faşizme henüz gerek duymadan, parlamenter demokrasi – diktatörlük karışımı bir »Demokratörlük« oluşturduğunu belirtmiştik. Ve ABD’ndeki bu gelişmeyle birlikte Avrupa’da burjuva demokrasilerinin için oyulmasının, Polonya veya Macaristan gibi ülkelerdeki parlamentoların izafileştirilmesinin veya Türkiye’de başkanlık rejiminin dayatılmasının 2017’nin tam anlamıyla »Demokratörlük« döneminin başlangıcı olduğunu gösterdiğini tespit etmiştik. Nihayetinde otoriter neoliberal sermaye birikim süreçlerinin bu gelişmeyi gerekli kıldıklarını görmekteyiz. Nitekim bugün dünya çapında egemen sınıflar devasa meydan okumalara demokratik görünümlü parlamenter diktatörlükler oluşturarak yanıt vermektedirler. Ancak bunlar krizleri çözemedikleri gibi, daha da derinleşmesine neden olmaktadırlar.

Ona rağmen, bilhassa refah coğrafyalarındaki burjuva toplumlarının yılgınlığa kapılmış korku toplumlarına dönüşmüş olmaları, keza savaş sonrası Avrupa’sında üzerinde mutabakata varılmış olunan burjuva toplumu değerlerinin ırkçı-ayırımcı-milliyetçi söylemlerin kitlesel karşılık bulması sonucu atomize edilmeleri, toplumsal rıza üretimi için giderek daha kutuplaştırıcı siyasete başvuran egemen sınıfların işini kolaylaştırmakta ve parlamenter diktatörlüklere toplum nezdinde belirli bir meşruiyet kazandırmaktadır.

Ancak bunlarla birlikte dünya çapında insanlar arasında hoşnutsuzluk da artmaktadır. Refah coğrafyalarında dahi egemen siyasete duyulan güvensizlik derinleşmekte, gelir düzeyi ortalama üstü olan orta katmanlar arasında bile gelecekle ilgili kaygılar çoğalmaktadır. Her ne kadar egemen sınıfların başvurduğu kutuplaştırıcı siyaset toplumsal bölünmeleri artırsa da, emperyalist merkezlerden eşik ülkelerine ve yoksul coğrafyalara kadar hemen her ülkede farklı biçimlerde ve şiddette toplumsal protestoların, direnç ocaklarının yaygınlaştıklarını görmekteyiz. Dünya sokakları yapısal eşitsizlikleri, yoksulluk ve sefaleti, savaşları ve militarizmi, iklim krizine yol açan koşulları, ırkçı-ayırımcı saldırı ve cinayetleri, otoriter neoliberalizm uygulamalarını protesto eden, iş ve onur, barış ve sürdürülebilir sosyo-ekolojik dönüşüm talep eden insanlar tarafından işgal ediliyor. Bu gelişmeler karşısında egemen sınıflar sokaklara dökülen kitlelerin taleplerine otoriter tedbirleri artırarak, kimi toplumsal gruba belirli tavizler sunup, diğerlerini ise daha da baskı altına alarak yanıt veriyor ve toplumsal protesto hareketlerinin bölünmesini, oluşan direncin zayıflamasını sağlıyorlar.

Öte yandan burjuva medyasının protestoları kriminalize eden yayınlarının da desteğiyle süregiden protestoların belirgin ve görünen değişimlere yol açmadıkları hissinin yaygınlaşması, sınıf çıkarlarını savunmak yerine »sosyal partnerlik« ihanetini sürdüren sendikal bürokrasi ile parlamentarizm batağından çıkmak istemeyen reformist solun da katkılarıyla direnç mekanizmalarının parçalarına ayrılmasına ve etkisiz kalmalarına yol açıyor. O açıdan burjuvazinin verdiği yanıtlarla belirli bir başarı elde ettiği söylenebilir. Ancak bu tek başına burjuvazinin bir başarısı değil, büyük ölçüde devrimci-demokratik güçlerin başarısızlığının da bir sonucudur.

Çünkü dünya komünist hareketinin parçalı ve zayıf hâlinin yanı sıra, devrimci-demokratik güçlerin öncülük, yol göstericilik ve direniş ocaklarını birleştiricilik yapamayacak derecede basiretsiz ve burjuvazinin tepeden dayattığı sınıf savaşı karşısında hareketsiz kalışı, kitlelerde yılgınlığa yol açmakta, dolayısıyla toplumsal protesto hareketlerinin sistemi tehdit edebilecek bir ivme kazanmalarını engellemekte ve işçi sınıfının büyük bir kesimi ile yoksul kitlelerin kutuplaştırıcı siyasetin sihrine kapılıp, zihinlerinin ırkçı-ayırımcı-milliyetçi söylemler ile zehirlenmesine izin vermelerini kolaylaştırmaktadır. Bu tespitimiz hemen her ülke için aynen geçerlidir.

Burjuvazinin meydan okumalar karşısındaki baygınlığı

Emperyalist burjuvazilerin karşı-devrim sonrasındaki otuz yılda elde ettikleri mevkiler ve toplumsal rıza üretimi ile iktidarlarını sürdürmedeki başarıları, egemen sınıfların dünya çapındaki devasa meydan okumalar karşısında baygınlık geçirdikleri gerçeğinin üstünü örtmemelidir. Nitekim iklim krizi ve Covid-19 Pandemisi sayesinde emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal sorunlarının yarattığı krizlerin derinleştiğini ve emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin keskinleştiğini daha açık bir şekilde görebilmekteyiz. Egemen sınıflar dünya çapında iktidarları ellerinde tutmalarına, uluslararası kurumları işlevsizleştirmelerine, yerküre üzerinde yaratılan zenginlikleri daha pervasızca gasp etmelerine ve militarist aparatlarının üstün gücüne rağmen çoklu kriz ortamını aşamamakta, çözümsüzlükten kurtulamamaktadırlar. Ezilen ve sömürülen sınıflara, yani insanlığın ezici çoğunluğuna musallat olan tüm sorunlar, egemen sınıfları da kaygılandıran karaktere bürünmektedir.

Egemen sınıfları, emperyalist devletleri daha saldırgan, daha baskıcı, daha militarist ve daha pervasız kılan, dünya çapındaki iktisadi, siyasi ve toplumsal krizleri yaratan ve derinleştiren trendler karşısında çözümsüz kalıyor olmalarıdır. Bu trendleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

Kutuplaşma: Artan siyasi ve toplumsal kutuplaşma, her ne kadar bir egemenlik aracı olarak burjuvazinin iktidarını sürdürmeye yarıyor olsa da, hem ülkeler içerisindeki ekonomik ve toplumsal sorunların kapitalist üretim tarzını aksatmayacak derecedeki çözümünü zorlaştırmakta, hem de sermaye fraksiyonları ve emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin, yirminci yüzyılda olduğu gibi yumuşatılabilmesini engellemektedir. Kutuplaştırma siyaseti sermaye fraksiyonları ve siyasi temsilcileri arasında radikal kesimleri güçlendirdiğinden, gerek ülkeler içerisindeki egemen sınıflar arasında mutabakatı ve kurallı rekabeti sağlayan hukuku zedelemekte, gerekse de dış politikadaki çıkar farklılıklarını öne çıkararak emperyalist devletler arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte ve farklı coğrafyalardaki etki alanı çatışmalarını körüklemektedir. ABD emperyalizmi ve Avrupalı emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmaları ve stratejik farklar veya örneğin NATO ülkeleri arasında Akdeniz’de oluşan ihtilaf konjonktürü bu gelişmenin bir sonucudur.

Artan eşitsizlik ve toplumsal bölünmeler: Toplumsal rıza egemen sınıflar için, ister parlamenter isterse de doğrudan diktatörlük koşulları altında olsun, yaşamsal öneme sahiptir. Bilhassa 2008 krizinden bu yana ivmesi artarak devam eden gelir ve refah eşitsizliği süreçleri, sadece toplumsal bölünmeleri derinleştirmekle kalmamakta, aynı zamanda özellikle emperyalist merkezlerde siyasi ve ekonomik elitlere, yönetimlere ve devlet kurumlarına, yaygın medya ve sivil yapılanmalara karşı güvensizliği artırmakta ve dolayısıyla iç ve dış politika için zorunlu olan toplumsal destek temelinin altını oymaktadır. Egemen sınıflar her türlü politikaya toplumsal rızayı sağlamak için en azından toplumun yarısına refah, fırsat eşitliği ve zenginleşmeden pay alma gibi vaatler vermek zorundadırlar. Artan eşitsizlik ve toplumsal bölünmeler böylesi vaatlerin inandırıcılığını yitirmelerine ve böylelikle toplumsal rıza üretiminin zorlaşmasına neden olmaktadırlar.

Covid-19 Pandemisinin etkisiyle derinleşen krizler egemen sınıfların kriz yönetimini olumsuz etkilemekte ve hükümetlerin siyasi dikkatlerini ve mali kaynakları ülkelerindeki ivedi sorunların çözümüne yönlendirmek zorunda kalışları nedeniyle emperyalist ittifaklar ve tek tek ülkelerdeki farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çatlaklar genişlemektedir. Emperyalist devletlerin Pandemiyle başa çıkmak için parlamentoların onayını almadan karar altına aldıkları tedbirlerin burjuva özgürlüklerini kısıtlaması, toplumda olduğu kadar, siyasi ve ekonomik elitler arasında da hoşnutsuzluğa yol açmaktadır. Pandeminin ekonomik sonuçlarının hafifletilmesi için mobilize edilen mali kaynakların dağılımı üzerine sermaye fraksiyonları arasındaki rekabetin sertleşmesi, hem hükümet politikalarının karar altına alınma süreçlerini zorlaştırmakta hem de elitler arası tartışmaların kamuoyuna taşınması ile egemen siyasete yönelik güvensizlik ve toplumsal bölünmeler hızlanmaktadır.

İklim krizinin iktisadi ve siyasi yükleri: Doğal felaketlere ve kuraklıklar, yoğun yağışlar, orman yangınları, seller ve toprak kaymaları gibi sonuçları olan aşırı hava durumlarına yol açan iklim krizi dünya çapında tarımı, gıda maddeleri üretimini ve kritik alt yapıları olumsuz etkilemektedir. İklim krizine yönelik politikalar da şimdiye kadar görülmemiş ihtilaf potansiyellerini açığa çıkarmakta, kamuoyu tartışmalarında kutuplaşmalara neden olmaktadır. İklim krizinin neden olduğu değişimler, özellikle buzulların hızla erimesi, kutuplardaki doğal kaynaklar ve gemi seferlerine açılan deniz yolları üzerine uluslararası ihtilafları artırmakta, emperyalist güçler arasındaki güvenlik politikası çelişkilerini keskinleştirmektedir. İklim krizi istisnasız tüm ülkeleri iktisadi ve siyasi yükler altına sokmakta, uluslararası kurumlarda iklim korunması için gerekli olan harcamaların dağılımı konusunda ayrışmalar yaşanmaktadır.

Ekonomilerin yeniden yapılandırılması: Teknolojik gelişmeler, otomasyonun hızlanması ve dijitalleşme, bunlarla birlikte üretim süreçlerinin farklı coğrafyalara dağıtılması ve uluslararası tedarik zincirlerinin üretim için belirleyici rol oynaması, emperyalist ülkelerdeki sınai üretimi etkilemekte ve ekonomilerin giderek daha hızlı biçimde bir yeniden yapılandırılma süreçlerine girmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda özellikle sınai üretim ağırlıklı bölgelerde fabrika ve işletmelerin kapatılmasıyla ve yapay zekâ, üretim robotları ve çalışanların üretkenliğinin artırılmasıyla işsizlik ve yoksulluk hızla artmakta, sanayi ağırlıklı bölgelerin sosyal dokusu değişime uğramakta, gentrifikasyon süreçleri ile yoksul kesimler kent dışına itilmektedirler. Mali hacmi büyük bir ivmeyle büyüyen dijital sektörün birkaç büyük tekelin elinde yoğunlaşması emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin kızışmasına yol açmakta, bilhassa ABD’nin koruyucu gümrükler ve yasal yaptırımlarla müttefiklerine karşı bile ticaret savaşlarını körüklemesi, emperyalist cephedeki çıkar çatışmalarını sertleştirmektedir.

Transatlantik gerilimlerin artması: Emperyalizmin vurucu gücü olarak »Komünizm tehdidine« karşı kurulan NATO ile 2000 yılında karar altına alınan »Lizbon Stratejisiyle« bağımsız Avrupa savunma politikaları geliştirmeye çalışan AB arasında ayyuka çıkan koordinasyon ve iş birliği sorunları, transatlantik müttefikler arasında zaten ticaret çatışmalarıyla çeşitlenen gerilimlerin artmasına neden olmaktadır. 21 devletin hem NATO hem de AB üyesi olmasına rağmen, AB-NATO-Diyaloğu adı altına kurumsallaştırılmaya çalışılan »Stratejik İş Birliği« bu gerilimleri azaltamamakta ve ittifaklar içerisindeki, örneğin NATO üyeleri olan Türkiye ve Yunanistan ile AB üyesi Kıbrıs arasındaki gibi, farklı ihtilafları çözememektedir. Bu çerçevede Alman ve Fransız emperyalizmlerinin AB’ni uluslar üstü bir devlet aparatı hâline getirme çabaları da transatlantik müttefikler arasındaki gerilimleri artırmakta ve NATO üyeleri arasında çelişkilere neden olmaktadır.

Ara sonuç yerine

Yukarıda sıraladığımız trend listesini genişletmek ve somutlamak elbette mümkün. Kaldı ki gazetemizin bundan sonraki sayılarında bu soyut genel bakışı somut analizlerle detaylandıracağız. Ama bu noktada bir ara sonuç olarak tüm bu sorunların en önemli trendi, yani emperyalist saldırganlığın dizginsizleme trendini güçlendirmekte olduğunu vurgulamalıyız. Her ne kadar emperyalistler arası çelişkiler büyük bir hızla keskinleşiyor olsalar da emperyalist güçleri birleştiren ortak çıkarlar hâlen mevcudiyetlerini korumaktadırlar. Ve bunların en önemlisi dünya piyasalarını uluslararası tekellerin mutlak boyunduruğu altına sokmanın ve dünyanın tüm doğal kaynaklarına ulaşımı ellerine vermenin önünde duran engellerin ebediyen ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle emperyalist güçler ekonomik yaptırımlarının yetersiz kaldığı durumlarda, emperyalist saldırı mekanizmasını devreye sokmakta, vekalet savaşları, işgaller, etnik ve dinsel çatışmaların körüklenmesi, ihtilaf yaratılması, otoriter ve faşizan işbirlikçi rejimlerin siyasi, askeri ve mali araçlarla desteklenmesi ile olası direniş potansiyellerini bertaraf etmeye çalışmaktadırlar.

Savaşlar ve işgaller, yoksulluk ve sefalet, ekolojik felaketler, derinleşen krizler, militarizm ve faşizan gelişme günümüz emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal özellikleridir. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin belirsizlikleri ve güvencesizlikleri insanlığı tam anlamıyla uçurumun kenarına taşımıştır. İnsanlık, belki de yok olana dek sürecek karanlıklar çağının açılan kapılarından içeri adımını atmak üzeredir. Bunu engelleyecek, bu kapıları kapatıp, yeni bir kapı açabilecek olan yegâne alternatif sosyalist devrimdir. Başta komünistler olmak üzere, devrimci güçlerin ivedi görevi, kapitalizmin sivriliklerini törpülemekten vazgeçip, devrim mücadelesini örgütlemektir. Bu ise kendiliğinden olmayacaktır. Çünkü hiçbir şey yapmadan herhangi bir şeyin değişeceğini beklemek, tren garında vapur beklemek kadar anlamlıdır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler