Kapitalizmin “yeşillendirilmiş” modernizasyonu

Kapitalizmin “yeşillendirilmiş” modernizasyonu

Almanya’da 26 Eylül’de yapılacak Federal Parlamento Seçimleri üzerine

“Eğer seçimle bir şeyler değiştirilebilseydi, o zaman seçimler çoktan yasaklanmış olurdu” – bu, Kurt Tucholsky’ye atfedilen, ancak muhtemelen 1970’li yıllarda anonim bir Grafitti sanatçısının duvar yazısı olan tespitin günümüz kapitalizmi açısından pek haksız olduğu söylenemez. Gene de sınıflı toplumlardaki gelişmeleri ve parlamento seçimlerinin burjuvazinin sınıfsal tahakkümü için olan önemini açıklamaya yeterli değil.

Elbette kusursuz işleyen burjuva demokrasilerinde dahi egemen siyasetin salt seçimlerle değiştirilebileceğine inanmak bir illüzyondan ibarettir. Parlamento dışı toplumsal mücadele, bilhassa işçi sınıfının mücadelesi olmaksızın herhangi bir değişim olanaklı değildir. Ancak seçim süreçleri sosyal, iktisadi ve siyasi güç dengelerini irdelemek, iktidar ilişkilerini ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin koşullarını analiz etmek için de birer fırsattırlar.

O açıdan bu yazımızda 26 Eylül 2021’de yapılacak olan Federal Parlamento Seçimlerini değerlendirmeye ve bazı öngörülerde bulunmaya çalışacağız. Yazı seçim tarihinden kısa bir süre önce kaleme alınması ve gazetemizde muhtemelen tam seçim döneminde yayımlanacak olması nedeniyle, öngörülerimizin doğruluğu veya yanılgılarımız hemen tespit edilebileceklerdir.

Asimetrik demobilizasyon

2021 seçimleri ile sona ermekte olan 16 yıllık Angela Merkel döneminin en önemli sonuçlarından birisinin, Almanya’daki toplumsal hareketlerin demobilize edilmeleri olduğu söylenebilir. 1980’li yılların “yeni sosyal hareketlerinin” iklim sorunu ve nükleer enerjiden vazgeçme gibi, tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşen taleplerini soğurup, içlerini boşaltarak programatik söylemine aldığı partisi CDU’yu modernize eden Merkel, orta katmanların büyük bir oranını seçmen olarak kazanabildi. Güçlü çekirdek seçmen potansiyeline güvenerek kutuplaştırıcı bir siyasetten feragat eden Merkel, bu şekilde 1990’lı yıllardan bu yana parti üyelerinin yarısını kaybeden SPD seçmeninin oy verme motivasyonunu tüketebildi.

Muhafazakâr kesimler arasında, özellikle küçük ve orta ölçekli sermaye temsilcileri tarafından Merkel’in CDU’yu “sosyal demokratlaştırdığı” eleştirileri yükseltildi. Nitekim Euro Krizi ve 2015 mülteci sorunu neticesinde CDU içinden kopan bazı isimlerin öncülüğünde neoliberal-ırkçı-faşist formasyon olarak “Almanya için Alternatif” (AfD) kuruldu ve parlamenter sistemde yerleşiklik kazandı.

Bununla birlikte Merkel’in asimetrik demobilizasyon stratejisi, 1998-2005 döneminde Yugoslavya savaşı ve Ajanda 2010’a verdikleri onay ile neoliberal-NATO’cu parti olarak rüştünü ispatlayan Yeşillerin CDU’ya yakınlaşmasını ve bazı eyaletlerde CDU-Yeşiller koalisyonlarının kurulmasına yol açtı. 2005-2009 döneminde SPD ile ve 2009-2013 döneminde FDP ile koalisyon kuran Merkel, 2013 seçimlerinden sonra tekrar SPD ile “Büyük Koalisyon” kurulmasına ön ayak oldu. 2017 seçimlerinden sonra ise Yeşiller ve FDP ile koalisyon görüşmeleri neticesiz kalınca, Merkel “istikrar” gerekçesiyle yeniden “Büyük Koalisyonun” kurulmasını sağladı. Partiler sisteminde değişimi sağlayan Merkel, son hükümetini de muhafazakâr-liberal bir hükümet için köprü hâline getirdi.

Nüans farklılıları

Partiler sistemine baktığımızda programatik içerik konusunda CDU/CSU, SPD, Yeşiller ve FDP arasında sadece nüans farklılıklarının olduğunu görebiliriz, özellikle dış politikada. Hepsi NATO’nun güçlendirilmesinden ve silahlanmanın artırılarak devamından yana. CDU/CSU ve FDP silahlanma giderlerinin NATO çapında GSMH’nin yüzde ikisine artırılmasını isterlerken, Yeşiller Federal Ordunun ihtiyaç durumunda güçlendirilmesinden, SPD ise yüzde ikilik meblağ içerisinde kalkınma yardımlarının sayılmasından yana. AB’nin Almanya’nın dünya gücü olmasına yardımcı bir araç olduğu konusunda hepsi hem fikir. Birlikte Rusya ve Çin’i düşman ilân ediyor, emperyalist saldırganlığı, üçüncü ülkelerin içişlerine karışmayı ve iktisadi yaptırımların çıkarlarının kollanması için silah olarak kullanılmasını savunuyorlar.

Aralarındaki temel farklar (!) ise iklim politikalarında ortaya çıkıyor – o da sadece ekolojik dönüşümün hızı ve giderlerinin kimin cebinden çıkacağı konusunda. CDU/CSU ve FDP kamusal altyapı yatırımları ile ekolojik dönüşümün özel sermayenin çıkarları temelinde gerçekleşmesini isterlerken, Yeşiller ve SPD kamusal yatırımların yetersiz kaldıklarını ve dönüşümün bir nevi “sosyal süspansiyon” ile yumuşatılmasını savunuyorlar.

Yeşiller ve SPD sosyal politikalar konusunda her ne kadar CDU/CSU ve FDP’nin kabul etmedikleri talepleri sıralıyor olsalar da özellikle Pandemi sürecinde ayyuka çıkan temel sorunların çözülmesi konusunda kozmetik rötuşların ötesinde bir öneride bulunmuyorlar. Yukarıdan aşağıya dağılımın örgütlenmesi, krizlerin ve borçlanmanın yükleri ile vergilerin adil dağılımının sağlanması veya sağlık alanında özelleştirmelerin durdurulması ve kiralara üst limit getirilmesi konusunda gerçekçi tek bir vaat dahi söz konusu değil.

Sermayenin beklentileri

SPD ve Yeşiller dahil parlamentodaki burjuva partilerinin politikaları doğal olarak sermayenin beklentilerini yükseltiyor. Zaten egemen sınıflar açısından Şansölyenin kim olacağı belli. Allensbach Enstitüsü’nün iktisat, siyaset ve idaredeki “elitler” arasında yaptırdığı bir ankete göre, 501 üst düzey yöneticisinin yüzde 63’ü Armin Laschet’in Şansölye olmasını istiyor. Bu yöneticilerin yüzde 70’i sermaye temsilcisi, yüzde 21’i siyaset ve yüzde 9’u idare temsilcisi. Yani söz konusu olan, tekelci oligarşinin temsili bir kesiti.

Başlangıçta Laschet’e karşı Friedrich Merz’i destekleyen bu kesimler, sosyal söylem kullanan Bavyera Eyalet Başbakanı Markus Söder’e karşı Laschet’i desteklemek zorunda kaldılar. Laschet de Merz’i kurulacak yeni hükümetin “iktisat ve mali politikalar sözcüsü” ilân ederek borcunu ödedi. Ancak buna rağmen sermaye temsilcileri para bağışlarında önceliği liberallere verdiler ve FDP’nin oy oranlarını artırmasını sağladılar. Ağustos ayı itibariyle bu yıl FDP 3,2 milyon Euro bağış alırken, CDU’ya 2,8 milyon Euro bağış yapıldı. Sermayenin para bağışlarından Yeşillere de 1,9 milyon Euro’luk pay düştü.

Böylelikle sermaye kesimlerinin nasıl bir hükümet istedikleri de ortaya çıkmış oldu. Burjuva medyası da sürekli olarak farklı hükümet varyantlarının olanaklı olduğunu ve SPD ile Yeşillerin Sol Parti ile koalisyon kurabileceklerini propaganda ederek, gerçekte var olmayan siyasi çeşitlilik demagojisini yaydı, yaymaya da devam ediyor. Gerçekte var olan ise, tüm bu boyalı propagandanın ardında tekelci burjuvazinin doğrudan temsilcileri olan CDU/CSU ve FDP ile siyaseti belirlemekte olduğudur. SPD ve Yeşillere düşen görev ise, işçi sınıfının üst gelir seviyesindekiler ile orta katmanları toplumsal rıza üretiminde tekelci burjuvazinin yanına çekmektir. Hepsi birlikte ve asli görevi hoşnutsuzları milliyetçi kümede toplamak olan ırkçı-faşist AfD ile tekelci burjuvazinin siyasi egemenliğinin garantörüdürler.

Peki, ya sol?

Almanya tekelci burjuvazisi SPD ve Yeşiller ile yedeklediği siyasi temsilciliğine, yaşamın her alanına ve her şeye egemen olmasına rağmen, olası bir sol hükümetten korkmaktadır. Devlet aparatının olabildiğince gericileştiği, demokratik ve sosyal hakların budandığı, akademide ve bilim dünyasında eleştirel bilimsel düşüncenin zerresinin kalmadığı ve sendikal hareket ile reformist solun nötrleştirildiği bir ortamda dahi kadim düşmanından korkan bir sınıftır Alman burjuvazisi. O nedenle belki de tarihlerinin en zayıf konumunda olan Alman komünistlerine bir nebze dahi tahammül edememektedir. Alman Komünist Partisi’ne (DKP) bürokratik üç kâğıtçılıkla fiili yasak getirmeye ve seçimlere katılımını engellemeye çalışmalarının nedeni budur aslında.

Böylesi engellerle, demokratik güçlere ve antifaşist örgütlere karşı hukuksal yaptırımlarla ve polis devleti uygulamalarıyla olası en ufak direnişi daha başlamadan boğmaya çalışan Alman burjuvazisinin tüm bunları, başta sisteme entegre edilmiş ve parlamenter yapılara alınmış reformist sol olmak üzere, her türlü demokratik, sosyal, ekolojik ve kimlik mücadelesi yürütenlerin tepesinde sallanan bir “Demokles Kılıcı” olarak kullandığı bilinmesine rağmen, Almanya toplumsal ve siyasi solu hâlâ illüzyonların peşinde koşmaktadır.

Özellikle Sol Parti matematiksel olarak olanaklı gözüken, ancak siyaseten olanaksız olan bir “sol ittifak” veya “Ortanın Solu Reform Hükümeti” propagandası yürütmektedir. SPD ile Yeşillerin, hatta muhafazakâr Söder’in dahi güncel seçim kampanyalarında “sosyal” bir söylem kullanmaları ve anketlerde beliren toplumsal öncelikler bu illüzyonun temelini oluşturmaktadırlar.

Sahiden de güncel toplumsal önceliklere bakarsak “daha sosyal bir politikanın” seçmen tarafından istenildiği görebiliriz. Son araştırmalara göre seçmenlerin yüzde 51’i sosyal adaletin sağlanmasını birincil önemde görmekte. Aynı şekilde seçmenlerin yüzde 39’u iklim korumasının “çok önemli bir konu” olduğunu düşünüyor. Bu özellikle genç seçmenler için birincil öncelik. Seçmenlerin yüzde 23’ü Corona Pandemisi ile mücadeleyi önemserken, daha önceki seçimlerde “günah keçisi” rolü oynatılan mülteci ve göç politikaları – şimdilik – seçmenlerin yüzde 21’i için önem taşıyor.

Bu gerçekten hareket eden Sol Parti, dış politika için hemen hiçbir şey söylemeden sosyal politikaları merkezine alan bir “Acil Siyaset Programı” yayınlayarak SPD ve Yeşiller ile hükümet ortağı olmak istediklerini gösteriyorlar. Hatta böylesi muğlak bir koalisyonun oluşması için programatik temellerinden uzaklaşıp, NATO’dan çıkılması gibi taleplerden vazgeçeceği sinyallerini veriyor.

Sonuç yerine

“Ortanın Solu” bir reform hükümetinin oluşturulması için belirleyici olan, Sol Parti’nin var oluş nedenleri olan taleplerden vazgeçmek değildir. Almanya toplumsal ve siyasi solu, bilhassa parlamenter kretenizm batağından kurtulamayan reformist Sol Parti, içinde hareket ettiği burjuva toplumundaki en önemli ve belirleyici güç kaynağının çok küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşan mülkiyet olduğu gerçeğini ısrarla görmek istemiyor. Aynı şekilde Almanya’daki çoğunluk toplumunun, tüm sosyal iyileştirme beklentilerine rağmen, verili sermaye egemenliğinin kozmetik rötuşlarla “Yeşillendirilmiş” modernizasyonu ile tatmin olduğunu da.

SPD, Yeşiller ve Sol Parti içerisinde böylesi bir reform hükümetinin olanaklı olduğunu söyleyenler, sürekli olarak pürüzsüz bir şekilde sosyal ve ekolojik dönüşümleri gerçekleştirebileceklerini iddia etmektedirler. Halbuki 20’nci Yüzyılın deneyimleri her türlü demokratik, sosyal veya ekolojik reformların ancak ve ancak sermayenin özgürlüklerinin sınırlandırılmasıyla gerçekleştirildiğini kanıtlamaktadır. Tarihsel olarak baktığımızda, günümüzde toplumsal ve demokratik kazanımlar olarak adlandırdığımız her türlü reformun burjuva iktidarlarının ve sermaye gücünün rağmına, toplumsal ve sınıfsal mücadeleler ile elde edilmiş haklar olduklarını görebiliriz. Eğer günümüz Almanya’sında “Ortanın Solu” da olsa, herhangi bir solcu reform hükümeti, şüphesiz gerekli olan demokratik, sosyal ve ekolojik reformları gerçekleştirmek istiyorsa, o zaman işe egemen mülkiyet ilişkilerini değiştirmek ve sermayenin “özgürlüklerini” kısıtlamakla başlamak zorundadır. Bunu yapabilmek içinse, parlamento dışında işçi sınıfının bölünmüşlüğünü aşan, her türlü sosyal hareketi ve sendikal mücadeleyi birleştiren kitlesel ve antifaşist toplumsal direnç mekanizması gereklidir.

Gerçekçi olursak; Almanya’da hâlihazırda böylesi bir toplumsal hareket bulunmamaktadır. Aksine “solun” toplumsal desteği azalmakta, müttefik olarak görülen SPD ve Yeşiller olası bir sol ittifaktan uzak durmakta, Sol Parti’yi “ehlileştirmeye” çalışmaktadırlar. O açıdan siyasi güç ilişkilerini, çoğunluk toplumundaki yaklaşımları ve siyasi temsilciler ile burjuva medyasındaki tandansları temel alarak bakarsak: Yeni Federal Hükümetin ya CDU/CSU, Yeşiller ve FDP veyahut da SPD, Yeşiller ve FDP koalisyonlarından oluşacağını öngörebiliriz. SPD’nin öncülüğündeki bir “Büyük Koalisyon” veya Sol Parti’nin içinde yer alacağı bir Federal Hükümetin olanaksız olduğunu da söyleyebiliriz. Kaldı ki Sol Parti açısından dünyanın önde gelen bir emperyalist ülkesinde yüzde 6 gibi bir oy oranıyla hükümet ortağı olmak, kurultayda kabul edilen parti programından vazgeçmekle ve emperyalist yayılmacılığın kolaylaştırıcısı olmakla eş anlamlı olacaktır.

Öyle ya da böyle; CDU/CSU, SPD, Yeşiller ve FDP hem sınıfsal olarak birbirlerine yakın durmaktadırlar, hem de neoliberal uygulamalar ve NATO’cu, militarist-yayılmacı politikalar açısından herhangi bir doku uyuşmazlığının olmadığı bir çizgiyi paylaşmaktadırlar. Almanya tekelci burjuvazisi, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin meydan okumaları karşısında çıkarlarını kollayacak ve kendisi için biçilmiş bir zırh anlamına gelecek bir hükümet için rayları çoktan döşemiştir. 26 Eylül 2021 akşamı seçimi hangi burjuva partisi kazanırsa kazansın, asıl iktidar tekelci burjuvazinin elinde kalmaya devam edecektir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler