Her yeni gelen, eskisini kötülemekle başlardı işe…

Her yeni gelen, eskisini kötülemekle başlardı işe…

Şişhane’deki Tarihi Çay Bahçesi’ne on dakika erken gidip Haliç’e bakan masalardan birine ilişti. Çırak, gelecek olanı iyi tanıdığını söylemişti. Oturur oturmaz yaşlı garson çayı masaya sürmüştü bile. Etrafla fazla ilgilenmeden garsonun getirdiği çayı yudumlayarak Haliç’i seyre koyuldu. İstanbul’a göç ettiklerinde Fener’de bir bodrum kata taşınmışlardı. Kaleyi andıran kırmızı tuğlalı Fener Rum Okulu’nun hemen alt tarafındaki bu evde çok kalamamışlardı. Gece oldu mu, evi böcek ve fareler teslim alıyordu. Daha bir ay dolmadan aynı sokakta cumbalı bir eve çıkmışlardı. Üçüncü kattaki evin penceresinden Taşkızak Tersanesi ve Haliç’in karanlık suları bile görülebiliyordu.  

Kimin geleceğini çok merak ediyordu doğrusu. Aklı başında biri olsa da ne olup bittiğini etraflıca konuşsalar ne iyi olurdu. Tam zamanında masasına yaklaşan Adem’le göz göze geldi. Tokalaşıp sarıldılar. Ama yıllar önceki sıcaklık yoktu kucaklaşmalarında. Karşılıklı oturdular. İlişkilerin gerginliğinden olsa gerek, hava ağırdı. Oysa başka zaman, başka bir yerde olsaydı... Söze Adem başladı. “O, sen miydin?” diye sordu sırıtarak. Ahmet içinden, “sanki bilmiyor muydun” diye geçirdi. “Ne olmuş” diye yanıtladı. O, önce partinin bu “kafa tutmaya” pabuç bırakmayacağını, “böylesi zor koşullarda” yapılanın partiye zarar verdiğini, “parti düşmanları”nın da istediğinin bu olduğunu, bir an önce elindeki ilişkileri devretmesini istedi emreden bir ses tonuyla. “Aksi taktirde...”, diye yine uzun ve ezberlenmiş bir cümleye başlayacaktı ki, araya girdi Ahmet.

- Ne olur aksi taktirde?
- Neler olabileceğini kestiremezsin bile.
- Ne yani, tehdit mi ediyorsun?
- Nasıl anlarsan. Elindeki ilişkileri ver, bitsin bu iş, çok uzadı...
- Bak Adem, neler olup bittiğini öğreninceye kadar hiçbir ilişkiyi devretmem. Partiden atacaksanız buyrun atın.
- Buna sen karar veremezsin. Partiden atılmana da parti karar verir. Biz bu sorunu iyilikle halledelim diyoruz.
- Peki bu kadar iyi niyetliyseniz Radyo’daki anonsları nasıl açıklayacaksın?

Adem sesini çıkarmadı. Bir hafta sonra Aksaray’da buluşalım dedi. Ayrılırken iyi düşünmesini ve “sorunu” daha fazla büyütmemesini hatırlatmayı unutmadı.

Birkaç gün sonra arada bir görüştüğü başka birisi acele Karaköy Geçit Kafe’de buluşalım demişti. Söylenilen saatte Geçit Kafe’ye gidip cam kenarında boş bir masaya oturdu. Bir çay söyledi. Beklemeye koyuldu. Karaköy’de sağa sola koşuşturan insanları seyre dalmışken omzuna dokunulunca irkildi. Antepli, gülerek “amma da derine dalmışsın” dedi. Oturdu, kendine yiyecek birşeyler söyledi. Sana da söyleyeyim bir şeyler dedi. “Yok, ben çay içerim” dedi Ahmet. Antepli bir taraftan gelen yemeğini atıştırırken, “başkan aradı, sana çok kızgın” diye söze başladı. Nedenini bilse de Ahmet, “hayırdır hangi dağda kurt ölmüş ki bana seni gönderdi” diye yanıt verdi. “Valla ses tonu iyi değildi. Aynen söylediğini söylüyorum sana; Parti üç kıçı kırığa pabuç bırakmaz. Elindeki ilişkileri devredip çekilsin kenara” diyor.

Akşam, her zamanki gibi radyonun başındaydı. Parti Marşı’nın ardından yayın yine aynı anonsla başladı. Üç kez vuran gongun ardından, “dikkat dikkat ... yoldaş. Şu an bağlı bulunduğun ilişki partiye zarar veriyor. Doğru ilişki ... yoldaştır. Dikkat dikkat ...”

Eşinin hazırladığı akşam yemeğini atıştırırken Adem’le görüşmesinin ayrıntılarını hatırlamaya çalışıyordu. Dalgınlığını gözleyen eşi, “gelen beklediğin adam mıydı?” diye sordu. Hayır anlamında başını salladı Ahmet. Konuşmak istemiyor, diye düşündü eşi. Bu yüzden fazla üstüne gitmedi.

O gece sabaha dek düşündü. Yatakta bir o yana, bir bu yana dönmesinden, Aysel’de uyuyamamıştı. Tehditlere pabuç bırakmayacaktı. Bunu elbet onlar da biliyor olmalıydı. “Gönderdikleri adama bak” diye söylendi bağırırcasına. Aysel, dürttü Ahmet’i. “Hadi kalk. Bir şeyler ye, çıkmadan.”

Adem’in “düşünüp, taşınıp gelmesini” söylediği randevuya gitmeden, ilişkide olduğu yoldaşlarıyla oturup durum değerlendirmesi yapması gerekiyordu. Selim’le öğle üzeri görüşmesi vardı. Ama ona fazla güvenemiyordu. Selim, konuşmalarında mangalda kül bırakmıyordu. Çalışkandı. Parti yayınlarının çoğaltılması işinde de epey deneyimli ve hepsinden önemlisi de ekonomik olarak rahattı. Ancak insanı rahatsız eden bir tarzı vardı. Parti yönetimine “bayrak” açmaktan, kaleme aldığı sert metni imzalatıp, “ültimatom” vermeye kadar götürüyordu işi. Yurtdışına çıkanların yerine kendisinin işlerin başına getirilmemesine de içerlemişti belli ki. Bu yüzden Ahmet’e karşı içten içe duyduğu kini, konuşmalarında hissettirmeye çalışıyordu.. Ahmet’e yaklaşımı sanki, “sen de nerden çıktın” dercesineydi... Ama, Ahmet onu uzun zamandır tanıdığı için bu türden iğnelemelere aldırmıyordu.

Gedikpaşa’da buluştuklarında kunduracıların çoğu öğle paydosu için sokağı doldurmuştu bile. Lokantaların, tükürük köftecilerinin önünde kuyruklar oluşmuştu. Sokak köftecilerinin nasıl böyle lezzetli köfte yapabildiklerini anlayamıyordu Ahmet. Oysa ne etlerine güvenilirdi, ne de temizliklerine. İstanbul’a ilk geldiği günlerde Eminönü’nde balık ekmek satanların önünde de uzun süre alıp almamak arasında kalmıştı. Sonunda dayanamayıp çeyrek ekmek arası balığını soğanla birlikte mideye indirmişti. Tadı damağında kalmıştı. Artık köprüye ne zaman yolu düşse, balık ekmek yemeden geçmez olmuştu. O günler balık bol ve ucuzdu. Denizler de bugünkü kadar kirlenmemişti.

Bir hanın girişindeki köftecinin önünde durdular. İki tabureye ilişip, yarımşar ekmeğe köfte söylediler. Selim, kendisininkinin soğansız olacağını söyledi üstüne basa basa. Ahmet, “soğanı ve acısı bol olsun” diye tembihledi. Köfte ekmeklerini yerken havadan sudan konuştular. Ahmet, köftelerini yiyip sahile doğru yürümeyi önerdi. Fazla vaktim yok, dedi Selim. Bir müşterisinin kendisini beklediğini ekledi son lokmasını yutarken. Neler dönüyor, diye düşündü Ahmet. Oysa uzun uzun oturup konuşmaları gerekiyordu. Ne yapacaklardı?  Bazen kendi kendine konuştuğu olurdu. Herşeyi bırakıp bir kenara çekilmeyi. Ne halleri varsa görsünler, demeyi ne çok istemişti. Ama yapamıyordu işte. Pireye kızıp yorgan yakamıyordu...

Selim’le haftaya aynı yer ve saatte randevu koyup ayrıldıklarında huzursuzdu.

Akşama kadar başka görüşmesi yoktu. Sahilden Sarayburnu’na yürüyüp, biraz balık tutarak vakit geçirir, akşam herkesin evine dönüş saatinde de eve giderim, diye düşündü. Gedikpaşa’dan Kumkapı’ya doğru inerken bir alt sokakta Cemil’e gözü ilişir gibi oldu. Aceleyle yürüyordu. Seslenmek istedi, vazgeçti. Aklına birden Selim’in “bir müşterim bekliyor” sözü takıldı. Yoksa müşterisi Cemil mi, diye geçirdi içinden.

Parti yönetimi ile sürtüşmeye başladıkları ilk günlerde kopmuştu ilişkisi Cemil’le. Belli ki çok etkilenmişti Cemil, gong sesiyle başlayan anonslardan. Partiyle ters düşmek istemiyordu. Son görüşmelerinde Cemil, partinin yönetim kademelerinde genç yoldaşların önünün açıldığını söylediğinde, durumu anlamıştı Ahmet. İlişkileri o görüşmede kopmuştu. Merkez’in doğru ilişkisi ile bağlanmıştı demek ki. Bu işler hep böyle diye düşündü. Eski genel sekreter kızağa çekilmişti. Komünist Parti geleneğinde olmayan bir genel başkanlık koltuğu ihdas edilmişti eski genel sekreter için. Bu belliydi. Ama kimler gelmişti yönetime? Neler olup bitmişti?

“Savaş Yolu”nu partiyle ilk tanıştığı gün vermişti kendisini partileyen yoldaşı. Yurt dışında basılan bu kitabı bir solukta okuduğunu anımsadı. Okulda yakın ilişkide olduğu arkadaşlarına da vermişti. Sonra kitabın yasal baskısı Konuk Yayınları arasından da çıkmıştı. Yukarıda neler olup bittiğini anlamak için, yaşanılan onca sıkıntıya rağmen, 1986 yılının Ekim ayında Bilen’in S. Üstüngel imzasıyla yazdığı “Savaş Yolu” kitabının yeni baskısını yapmışlardı. 7.5 cm’e 9.5 cm ebatlarında Proleter İstanbul yayını olarak. Epeyce de dağıtılmıştı. Çok geçmeden yukarıdan gelen direktif, “bu kitabın dağıtımını durdurun” olmuştu. Demek eski genel sekreter kızağa alınmakla kalmamış, parti politikası da değişmişti.

Bu, adettendi. Her yeni gelen, eskisini kötülemekle başlardı işe. “Enkaz devraldık” masalı bizim toplumumuza özgü bir şeydi. Daha iyi yöneteceği iddiası tuzla buz olurdu henüz ilk uygulamalarında. İyi yönetememenin faturası nedense eskilere çıkartılırdı hep. Ve ne yazık ki eskiler bu faturayı ödeyemezlerdi çoğu kez. Çünkü bu dünyadan göçüp gitmiş olurlardı genellikle. Parti tarihini biraz bilenler, bu tarihin, çekememezlik, kıskanma, ötekinin ayağını kaydırma, farklı düşünenleri fraksiyonculukla, parti düşmanlığıyla, ajanlıkla karalama örnekleriyle dolu olduğunu görür.

Ahmet, 1978 yılında da aynı yöntemi kullanmıştı. Gençlik örgütünün yayın organında çalışıyordu. Gazetenin baş redaktörü bir süreliğine ayrılmış, yerine kendisi getirilmişti. Daha önceleri gazeteye Avrupa’dan gönderilen Kurtuluş, İşçinin Sesi gibi yayınları herkese ulaştırmak için özel çaba harcarlarken, bir gün sorumlusu, artık gazeteye gelen İşçinin Sesi’ni imha etmelerini söylediğinde, “niye?” diye sormuş, ama yanıt alamamıştı. Gazetenin genel politik hattı ile ilgili tüm yazıları, sorumlusu gözden geçiriyor, düzeltilmesi gereken yerleri işaretleyip geri gönderiyordu. Bazen de uygun bir ev ayarlayıp, akşamları birlikte çalışıyorlardı. Ahmet, “niye?” sorusunun yanıtsız kalması üzerine, ilk sayıda gazetenin başlığının yanındaki kutuya İşçinin Sesi’nin sıkça kullandığı bir sloganı koydu: “Faşizmi kahredeceğiz!” Gazete basılıp dağıtıma girdi. Aynı günün akşamı sorumlusu haber gönderdi. “Akşam saat 20.00’de Bakırköy’e gel!” diye.

Gazete’den altı buçukta çıktı. Cağaloğlu’ndan Gedikpaşa’ya yavaş adımlarla yürüdü. Azak Sineması’nın önünde Bakırköy minübüsüne bindi. İçinden hesaplamıştı. Yedi buçuk, bilemedin en geç sekize çeyrek kala Bakırköy’de olurum, diye. Trafik, bu saatlerde Aksaray’da yoğun olurdu. Ordan sonrası fazla sürmezdi. Düşündüğü gibi oldu. Sekize on kala İncirli’den içeri girmişlerdi. Daha vakti vardı. Çamlıkta inip, arka sokaklardan, her zaman buluştukları sokağa saptı. Beklediği kişi karşıdan geliyordu. Selamlaştılar. Sorumlunun yüzünden düşen bin parçaydı.

- Yoldaş, bu ne sorumsuzluk? Sen kendi başına ne işlere kalkışıyorsun? diye söze girmişti sorumlusu.
- Hayrola yoldaş, ne yapmışım kendi başıma? diye yanıtladı Ahmet. Oysa nedenini bal gibi biliyordu.
- Gazeteye benden habersiz birşey girmemesi gerekirdi. Yukarıdan senin yüzünden laf işittim.
- Yazıların tümünü sana vermiştim. Kontrol edilmişti. Atladığımız birşey mi var?
- Başlığın yanına koyduğun sloganı kastediyorum.
- Her sayı başlığın yanına bir slogan koyuyoruz.
- Ama, partinin politikasına ters birşey koymuyoruz.
- Haa, anladım, koyduğum sloganı İşçinin Sesi kullanıyordu. Sahi yoldaş, İşçinin Sesi’ne niye tavır aldık?
Sorumlusunun sesi çatallaşmıştı. Belli ki epey azarlanmıştı. Hıncını ondan çıkaracaktı.
- Yoldaş, MK kararı. Bu kararı sorgulayamayız. Bir şeyler oldu işte.
- İyi de üstünü örtmek yerine, olan bitenden haberdar edilmemiz daha iyi olmaz mı?
- Parti yönetimi yakında tüm yoldaşları aydınlatır herhalde. Zaten şu an bölgelerde de kafa karışıklığı var. Bu yüzden özellikle yayın organlarında çalışan yoldaşların iki kat dikkatli olması lazım. Bundan sonra benim kontrolüm dışında tek bir kelime bile girmesin gazeteye.n

TKP 6. Kongre Tanıklığı...

Feridun Gürgöz: (...) Hatırladığım kadarıyla Partiden bir çıkarılma kararı 6. Kongre konusu idi. Ahmet Muhtar’a konunun ne olduğunu anlatması için söz verildiğini hatırlıyorum. Muhtar, 6. Kongre’de bana çok yakın bir yerde oturuyordu.
Bu konuya ilişkin belli açıklamalar yapmıştı. Galiba konu, gençlik örgütünden, Partiden çıkarılmış bir kişinin konusuydu. Konuşmaların sonunda bu konu oylandı. Ben konuyu pek anlamamakla beraber “yönetim doğru yapmıştır” anlayışı ile kararı onaylayan tarafta yer aldım. Erdal’ın hatırlaması, yaşlı yoldaşların karara karşı oy kullandıkları şeklinde, ben ise yaşlı yoldaşların hepsinin çekimser oy kullandıklarını hatırlıyorum.

Ahmet Muhtar Sökücü: (...) İhtiyarların çekimser kaldıkları karar; Türkiye’deki gençlik çalışmalarından sorumlu Komite’de çıkan sorunlardan ötürü, komitenin dağıtılıp yeniden oluşturulması amacıyla alınan karara rağmen ilişkileri devretmeyen, hizipçi bir anlayışla çalışmalarını sürdüren, bir anlamda parti merkezine bayrak açanlarla ilgiliydi. Kararın içeriğini ve kaç kişi ile ilgili olduğunu hatırlamıyorum. Söz konusu komitenin nasıl oluşturulduğunu bilmiyorum. Ben sorunlar çıktıktan sonra devreye sokuldum. (...) Kongrede, ihtiyarların çekimser kalmasının nedeni, anlayabildiğim kadarıyla geçmişlerindeki bazı olaylardan etkilenerek, “iyice bilmediğimiz bir konuda oy veremeyiz.” olmuş olmalı.

(Solda Yenilenme Deneyimi TİP-TKP Birliği ve TBKP, Hüseyin Çakır, Belge Yayınları, Sayfa: 465)


Konuyla ilişkili diğer makaleler