Gerçekten Tam Kapanma Mı, Yoksa Kapatma Mı?

Gerçekten Tam Kapanma Mı, Yoksa Kapatma Mı?

Kod 29 kaldırılsın

COVID-19 Salgını nedeniyle artık yaşadığımız dünyada, daha bir görünür hale gelen emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz derinleşerek, ağırlaşarak sürmekte.

Kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu ülkeler, bu sisteme entegre olan yönetimler ile bunun dışında kalan ve salgın koşullarında insanı merkeze alan, daha akılcı, bilimsel çalışma ve uygulamalar ile hasarsız aşılmasını önceleyen ve insanlığa umut veren ülkelerin varlığı da günümüz dünyasının bir gerçeği olarak insanlığın gözü önünde durmakta.

Bu gerçeklik karşısında ülkemizin durduğu yer konusunda ise yaşadığımız birçok gelişmeyi, ard arda sıralamak mümkün ve bir başka geniş değerlendirmenin konusu. Şimdi daha güncel olana yoğunlaşalım.

Ülkemizde COVID-19'un ilk görüldüğü tarih olan 11 Mart 2020'nin hemen ardından CB Erdoğan, AKP İktidarı ve sözcüleri tarafından yapılan, “Pandemi sürecini fırsata çevireceğiz” söylemi işçi sınıfını, emekçileri, geniş yoksul halk yığınlarını nasıl gelişmelerin beklediğinin ipuçlarını vermekteydi.

Bu söylem, 20 yıla yaklaşan iktidarlarının bugüne kadar, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda izledikleri uygulamalar ile bu süreçte de neler olacağının açık bir ilânıydı. Bugün kapitalist sistemin içinde bulunduğu global krizin etkilerinin altında, iktidarın yönetim tercih ve anlayışının tıkanmakta olduğu, giderek derinleşen yönetememe halinin ortaya çıkardığı bir süreçten geçiyoruz.

Bir belirsizliğe doğru sürüklenmekte olduğumuz bu süreçten, hangi yol ve yöntemler ile nasıl çıkılacak sorusunun yanıtının bulunması artık kendini dayatmaktadır. Kuşkusuz farklı siyasal parti ve çevrelerin, ülkedeki bu olumsuz gidişin nasıl ve hangi yolla aşılacağına ilişkin, mevcut kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğini önceleyen sınıfsal tercihlerin, programı ve anlayışları çerçevesinde bir yönetim anlayışını savundukları da bir gerçekliktir.

Yani emek-sermaye çelişkisinin ortaya çıkardığı sömürü mekanizmasının işleyişini, ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir program ve işleyiş… Oysa ki, bu türden program ve anlayışların işçi sınıfının, emekçilerin, geniş yoksul halk yığınlarının insanca yaşama koşullarını, bir başka bahara erteleme anlamına geldiğini bilmekteyiz.

Ülke şu anda salgın gerekçesi ile Anayasa ve yasalarda yer almasına rağmen, “sosyal bir hukuk devletiyiz" demagojisi eşliğinde hiç bir sosyal, ekonomik destek içermeyen ve adına da “Tam Kapanma” denilerek  dayatılan bir uygulamanın içinde.

Hemen belirtelim ki salgını kontrol altına alma gerekçesi ile başlatılan bu süreçte yaşanan bir kapanma değil, kapatmadır. Bu durum iktidarın artık yönetmekte zorlanma halinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Amaçlananın da, giderek yoksullaşan milyonların arasındaki, sosyal iletişimin, ilişkilenmenin, dayanışma ve mücadele sürecinin gelişmesinin önüne geçmeyi hedefleyen bir uygulama olduğu apaçık orta yerde durmaktadır. Tam kapanma denilen ve öyle olmadığının en açık göstergesi, hemen her iş koluna yayılan işyerlerinde üretim faaliyetinin devam ettiği gerçeğidir.

Hani Salgın vardı? Yapılan uygulama da,” Tam Kapanma” idi?

Bu sürece ilişkin iktidar'a sorulması gereken soru çok ve hemen herkes tarafından da, yanıt alınamasa da zaten sorulmakta. Yani, karşılığı alınmayan, havanda su dövme misalinde olduğu gibi.

Salgın ile birlikte, sınıfsal kayıpları yoğun yaşadığımız bu süreç ve dayatmadan bir çıkış yolu açılmasında, başta Sendikalar ve Konfederasyonlar olmak üzere, tüm Meslek Kuruluşları'nın yerine getirmeleri gereken görev ve sorumluluklar bulunmaktadır.

Talepler karşılık bulmasa da, sorulara her ne kadar yanıt verilmese de bu süreçte, adı geçen kuruluşların gündeme getirmekten bir an bile geri durmamaları gereken bir hak olan, ILO'nun 155 sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesi'nin 13’cü Maddesinde, “Çalışanlara işyerlerinde sağlığı ve yaşamı için ciddi ve yakın tehlike bulunması halinde çalışmaktan kaçınma” hakkı tanıyan, işçilerin çalışmaktan kaçınma haklarının olduğu gerçeğidir.

Üstelik İLO tarafından 3 Haziran 1981 tarihinde kabul edilen ve Türkiye tarafından da onaylanan bu sözleşme, Resmi Gazete'nin 13.01.2004/25345 tarih sayısında yayımlanarak 22 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Meşruiyeti tartışılamayacak olan bu hakkın kullanılması ve bu hakkın ihlalinde ortaya konacak mücadelenin Genel Grev dahil,  bir meşruiyet noktası olduğu bilinmesine rağmen Sendikal Hareket tarafından neden gündeme taşınıp olgunlaştırılmadığı anlaşılacak gibi değildir.

Sorulabilir; Sendikal Hareket'te böylesi bir mücadele anlayışı var mıdır, ya da buna yönelik bir istek veya mecali var mıdır? İşte onu da bugün itibarıyla söyleyebilmek oldukça zor. Üstelik de bu durum uzun yıllardır devam eden sendikal mücadeledeki erozyonun bir yansımasıdır.

Sendikal Hareketin, yaşadığımız bu sürece yönelik, yeni bir mücadele perspektifi ortaya koymaktan her geçen gün uzaklaştığı ve bu durumun da giderek içselleştirildiği ağır bir süreçten geçilmekte. Kuşkusuz sınıfsal mücadelenin sürdürülmesinin olmazsa olmaz dinamiği olan sendikal mücadeledeki kararlı ve inatçı, çaba ve girişimleri görmekle birlikte, Sendikal Hareketin genel durumunun, “Takke düştü kel göründü” deyişine uygun seyrettiği realitesidir. Sendikal yapılara egemen olan popülist söylem, bürokratik, uzlaşmacı ve reformist işleyiş, henüz işçi sınıfının çoğunluğu ve geniş toplumsal kesimler tarafından görülmemekle birlikte, görülmesi gereken gerçektir.

Artık bu virüsün ne mutasyonu bitecek ne de varyantı. Esas virüsün Kapitalizm olduğunun kavranıp, sömürü çarklarının tersine çevrilmesi hedefiyle yol yürünmesi gerekiyor. Bu süreçten çıkış yolunun açılması mücadelesi ise, çarkları döndürenlerin ve üretenlerin “yeter” diyecekleri sürece kadar da devam edecek.

Bu nokta da sorulması ve yanıtının bulunması gereken soru ise, böylesi bir süreç kendiliğinden gelişebilir mi? İşte bu sorunun yanıtının bulunması ise, sınıfsal mücadelenin gerekliliğini vurgulayan herkese ait bir sorumluluk olduğu gerçeğidir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler