Gençliğin Gözünden Süreç

Gençliğin Gözünden Süreç

 

Şervan KAYA  
(Silivri 9 No’lu Kapalı Cezaevi) *

Koşullara uyarlanmış bir 3. Dünya savaşının Ortadoğu’da yaşanıyor olduğu konusunda çoğu kimse hemfikir. Nedenleri ve varacağı yer konusunda herkes kendine göre bir tutum alıyor. Yüzyıl öncesinin başat hegemon güçleri olan Fransa ve İngiltere diplomatları Syces-Picot vasıtasıyla bugünküne yakın bir Ortadoğu haritası çizmiş, bölgeyi kendi aralarında pay etmekle kalmamış, geleceğin siyasetini de belirlemeyi amaçlamıştır.

Oluşturulan sunni devletler, halledilmemiş etnik  ve mezhepsel sorunlarla adeta her devlet kendi içerisinde sorun potansiyelleri taşır halde bırakılmışlardır. Bu şekilde hem güç olmaları engellenecek, hem de kendilerine muhtaç halde kalacaklardı. Bu durum hem bölgenin enerji kaynaklarından hem de jeo-stratejik konumundan yararlanmayı daha da kolaylaştıracaktı. Hesap her zaman kağıt üzerinde planlandığı gibi yürümez tabi, hele de söz konusu olan Ortadoğu ise. Nihayetinde de öyle oldu;  çatışmalar, darbeler, diktatörlükler ve buna çeşitli tonlarda gelişen huzursuzluklar ve direniş eksik olmadı. Dikişi patlamak üzere olan Ortadoğu’ya yeni bir formatla dikiş atmak amacıyla küresel güçlerin fiziki müdahalesi, 1. Körfez Savaşı başladı. Sovyetler yıkılmış, küresel kapitalist güçlerin insiyatif alanları kendilerince daha da genişlemişti. Zaten 1950’li yıllardan başlayarak Sovyetler’e karşı  Asya’da, Ortadoğu’da hatta Avrupa’yı içine alacak şekilde bir çevrelenme politikası geliştirilmeye başlanmıştı. Avrupa’da Kuzey Atlantik Paktı olarak isimlendirilen NATO vasıtasıyla ve ekonomik yardımlarla bu süreç büyütülmeye çalışılırken Ortadoğu’dan Asya’ya kadar uygulanan başat model “Yeşil Kuşak” projesiydi. Türkiye’de ise iki politika iç içe yürütüldü. Hem NATO’ya dahil edildi hem de yeşil kuşak projesinin temelleri atıldı. 

Yeşil Kuşak Projesi

Bugün şeytanlaştırılarak aforoz edilmeye çalışılan Fettullah Gülen gerçeğini bütünlükle bu politikanın dışında ele almak yanıltıcı olur. Bir devlet politikası olarak bu durum kabul edildi. NATO’ya katılmak nasıl bir devlet kararı idiyse, Yeşil Kuşak politikalarının devreye konması da bir devlet kararıydı. Milli Türk Talebe Birliği, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları hemen hemen aynı dönemde tohumları atılmış ve devlet fideliğinde yetiştirilen oluşumlardı. Günümüz AKP’si de MHP’si de bu kökten büyütülmüştür. Şimdi el birliğiyle Fettullah’a saldırıp anti-ABD’ci olarak kendilerini sunmaya çalışmaları tarihsel gerçekliği çarpıtmaktan başka bir şey değildir. 

12 Eylül darbesine giden süreç, ardından darbe sonrası devlet eliyle Siyasal İslam’a yol verme çabası bir ABD projesiydi. O nedenle bugünün AKP’sinin bir 12 Eylül çocuğu olduğunu unutmamak gerekiyor. Erbakan da Siyasal İslam ve MTTB geleneğinden geliyor olsa da ABD’nin bölge politikalarını benimsemiyordu. Kemalist çizgi de önemli oranda işlevini yitirmişti. ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme sürecinde, politikalarına hizmet edebilecek yeni bir oluşuma ihtiyaç duyuyordu. Ilımlı İslami çizgiyi kabul eden işbirlikçi bir anlayışı öne çıkarmayı amaçlayan ABD, 1999 Martı’nda Fetullah’ı ABD’ye çekerken Türkiye’de AKP’yi yaratma çabalarına hız verdi. Tam da bu süreçte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan esaret altına alınıp Türkiye’ye teslim edilmişti. Çünkü Ortadoğu yeniden dizayn edilirken ABD oyununu bozacak aktörler etkisizleştirilmeli, oyuna figüran olmayı kabul edecekler sahneye çıkarılmalıydı. Gülen, Kürt Halk Önderinin esaretinden bir ay sonra ABD’ye çekilerek adeta tümden kontrol altına alındı. Barzani’nin Kürt liderliği olarak önü açıldı. AKP, ABD ve Barzani’nin sınırsız desteğiyle iktidara taşınıldı. Erdoğan’ın övünerek kendini Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Eş Başkanı ilan etmesi hafızalardadır. Erdoğan iktidara gelmiş olsa da muktedir olma sürecine gidecek yolun mayınlarla dolu olduğunu biliyordu. Tüm bu süreç içerisinde hem mayınları temizlemek hem de kendini koruyabilmek amacıyla AB sürecini de kullandı. Gülen’in kadrolarını da devlete sınırsızca yerleştirdi, ABD desteğini de aldı. Gülen’in kim olduğunu sırtını nerelere dayandırdığını herhalde Erdoğan’dan iyi kimse bilemezdi. Çünkü aynı arabanın bitişik koltuklarında oturdular yıllarca. Gülen AKP’yi, AKP Gülen’i kullanmaya çalışırken ABD her ikisinin ipini de elinde tutuyordu. Bugünlerde çokça demagojisini yapıp mağduru olduklarını öne sürdükleri üst akılla yıllarca çalışan onun figüranlığını peşinen kabul edip siyaset sahnesine çıkan kendileridir. Peki ne oldu da ortaklıkları bozuldu, kanlı bıçaklı oldular?

Ortaklık Neden Bozuldu?

Yaşananın tipik bir iktidar savaşı olduğunu unutmadan şu hususların altını çizmek gerekiyor. AKP kendi meşruiyetini yaratmak amacıyla İslam’ı öne çıkarıp karşı tarafın Hristiyanlığına vurgu yaparak meselenin özünü gizlemeye çalışıyor. Yaşananı Hristiyanların Müslümanlara karşı savaşı olarak göstermesi ideolojik hakimiyet kurma amaçlı bir saptırmadır. Unutulmaması gereken şu temel  ilkenin altını çizmek lazım. Devlet İslamı ve devlet Hristiyanlığı her iki dinin özünden sapmış iktidarcı halleridir. Yani karşı İslam ve karşı Hristiyanlıktır. İslam’dan ve Hristiyanlıktan bahsetmeleri sadece iktidar hırslarını perdelemek içindir. Bu gerçekliği göz ardı edersek bu dinlerin toplumsal özlerini de hem gözden kaçırmış hem de iktidarcı zihniyetin insafına terk etmiş oluruz. Bütün inanç gruplarının toplumsallıktan kopmamış kesimleri, demokrasi mücadelesinin ittifakları arasındadır. Bu sahayı tümden iktidar elitlerine terk etmek demokratik toplum gerçekliğiyle de bağdaşmaz.

15 Temmuz’un Arka Planı    

AKP Ortadoğu’daki yeni yapılanma sürecinde kendisine biçilen figüran rolünü oynarken birden adına Arap Baharı denilen süreç  gelişti. Peş peşe diktatörlükler devriliyor ama halkların demokratik iradesine yönelik müdahale ve manipülasyonlarla at başı geliştiriliyordu. Bu süreç ile bir despot yıkılırken yerine yenisini koymak amaçlanmamıştı. En azından halklar nezdinde hedeflenen bu değildi. Ama küresel hegemonik güçlerin yanında bölgenin gerici odaklarının hakimiyet hesaplarının da devreye sokulduğu bir süreç gelişti. AKP de yaşanılanları fırsat bilerek bu süreçte figüranlıktan aktörlüğe terfi etmenin hesaplarını sahaya yansıtmaya başladı. Eski Osmanlı sınırlarında hakimiyet kurmanın fırsatını yakaladığını düşündü. Ve bu amaçla dinci tüm yapılarla açık veya örtülü ilişkiler geliştirerek bunları sahaya sürdü. Dinci derken iktidarcı din istismarcılarını kastettiğimizi hatırlatmamız gerekiyor. AKP deyim yerindeyse açgözlülük yaptı, daha fazla pay istedi. Hikayenin özü esas itibariyle buydu. ABD ve batı buna razı olsaydı AKP’nin ABD’ye ses çıkarması düşünülemezdi. AKP’nin IŞİD dahil El-Kaideci ve türevi tüm yapılarla kucak kucağa olduğunu da ABD de diğer güçler de çok iyi biliyordu. Bir dönem Hitler’i besleyen ve önünü açan kapitalist odaklar nasıl ki Hitler’in kendi çıkarlarını da tehdit ettiğini görüp müdahale ettilerse, AKP ve Erdoğan şahsında yaşananlar da bir nevi böylesi dejavu denilebilecek nitelikte bir süreç oldu. 

Tüm bu arka planı görmeden Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz darbe girişimini doğru okuyamayız. Kaldı ki 15 Temmuz’a dair fazlasıyla kuşku uyandıran karanlık noktalar bulunuyor ve aydınlatılmayı bekliyor. Yaşanılanları tek başına Gülen’in gücü ve eylemi olarak değerlendirmek yanıltıcıdır. AKP ve Erdoğan kendi kaderini devletin kaderi ile ortakmış gibi göstermeye çalışarak bu süreci atlatmayı hedefliyor. Duvara tosladığı açıktır. Hamaset ile medya illüzyonu ile ne kadar perdelemeye çalışırlarsa çalışsınlar Türkiye 15 Temmuz öncesinden çok daha kırılgan bir noktadadır. 

7 Haziran... Sonun Başlangıcı

7 Haziran seçim sonuçları doğru okunabilmiş olsaydı normalleşmiş bir sürece girilebilirdi. Ancak Erdoğan 7 Haziran seçim sonuçlarını kendisi açısından sonun başlangıcı olarak değerlendirdi. 2023-2071 hesapları yapan sarsılmaz, sorgulanamaz olarak görülen Erdoğan iktidarını kaybetmişti. Bir sürü yolsuzluğa, hukuksuzluğa, savaş suçuna karıştığı çok netti. Hayli fazla düşman yaratmıştı. Dolayısıyla iktidarı kaybetmesi seçim kaybetmiş herhangi bir lider gibi olağan sonuçlar doğurmayacaktı. Sonunun en iyi ihtimalle hapishane olacağını biliyordu. Yakın çevresi için de bu geçerliydi. Erdoğan, derin yapıların Kürt fobisini de biliyor, kendi zihniyeti de özü itibariyle Türk-İslamcıydı. Derin yapılar da Erdoğan da birbirilerini iyi tanıdığından, korku ve zaaflarını iyi bildiğinden ortak paydada buluşmaları zor olmadı. Zaten kimi üslup farklılıkları olsa da beraber yürümüşlerdi bu yollarda! Ergenekon, MHP, CHP, AKP buluşması sonucu 7 Haziran sonuçları çöpe atıldı. IŞİD görünümlü kontrgerilla eylemleriyle Kürtler ve demokratik güçler hedef alındı. Suruç katliamının ardından karanlık olduğu net olan Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi bahanesiyle 24 Temmuz’da Kandil’de 400 nokta bombalandı. 24 Temmuz tarihinin seçilmiş olması tesadüf olmasa gerek. Zaten sonra sıkça dillendirildi, Lozan’ın yıldönümünde bu savaş başlatılarak Kürt’ün inkarından taviz verilmeyeceği işaret ediliyordu. Ardından “Çöktürme Planı” ortaya çıktı. Adada görüşmeler yürütülürken imha planları ve hazırlıkları yürütülüyormuş. “Çözüm” sürecinde Rojava gerçekliği ortadan kaldırılmaya çalışılırken kuzeyde de kapsamlı savaş hazırlığı varmış. Erdoğan başa döneriz derken, en başa, 1925’leri “Şark Islahat Planlarını” kastediyormuş. Cizre’de, Nusaybin’de,  Sur’da yaşanılanlar da bunu ortaya koydu zaten. “Peki Kürtler aldatıldı mı?” diye sorulabilir. Burada da Kürt Halk Önderinin “Aldatmam, aldatılmam” sözünü akılda bulundurmak gerekiyor. Barışçı çözüm konusunda sonuna kadar samimi yaklaşıldı ama tedbirsiz de olunmadı. Kanıtı mı? İşte Rojava, Şengal, Güney gerçekliği, işte %10 barajını aşan HDP oluşumu, işte tüm Ortadoğu’da etkili bir güç haline gelen PKK realitesi, işte yüzyıl önce yok sayılan Kürt gençliğinin inkar edilemez bir şekilde dünya siyaset sahnesine çıkışı.

Rojava’daki enternasyonalist tugaylar devrimci-demokratik güçlerin Ekim Devrimi ruhuyla yeniden buluşmaları... Ve işte oradan oraya savrulan ve kıvranan AKP-Erdoğan’ın hali, pür meali.

“İttifaklar” Değişiyor – Ortak Nokta “Kürt Düşmanlığı”

T.C. devletinin Kürt düşmanlığı, Kürt varlığını en büyük tehdit olarak nitelendirmeleri Türkiye’yi daha güvenli hale getirmez. Aksine demokratik bir çözüme kapıyı kapatmak Türkiye’yi sürekli yaralı bir halde tutup kendine muhtaç etmeyi amaçlayan küresel güçlerin işine gelir. Kürt Halk Önderi o nedenle “aramızda çözelim” dedi. Ama buna müsaade edilmedi. “Vatanseverlik” adına bunu engellediğini ileri sürenlerin de küresel güçlerin maskeli ajanları olduğu bilinmeli. Bunların maskeleri de indirilmelidir. ABD, Kürt Halk Önderliğini T.C.’ye teslim ederken çözümü mü amaçlamıştı? Adada tecriti derinleştirirken diyalog sürecini Fetullah eliyle bitirmeye çalışırken derdi çözüm müydü? Bunlar iyi analiz edilmelidir. Hamasetle günlük politik kazanç hesaplarıyla bir yere varılmaz. Olsa olsa sorun daha da derinleştirilir. Fetullah ile birlikte Ergenekon operasyonlarını yapan AKP o zaman Ergenekon-PKK işbirliğine ilişkin yoğun bir medya bombardımanı yapıyordu. Şimdi ise Ergenekoncularla buluşmuş AKP’nin Gülen-PKK işbirliğine ilişkin benzer tutumuna tanık oluyoruz. 5 Kasım 2007 Washington buluşmasının ardından düğmeye sadece Ergenekon operasyonları için basılmadı. Eş zamanlı olarak sürek avı şeklinde KCK operasyonları yapıldı. Binlerce siyasetçi cezaevlerine atıldı. Gerilla alanlarına dönük kapsamlı yönelimler oldu. Türkiye sahasında da demokrasi güçleri hedeflendi. Şimdi aynı şey tekrarlanmaya çalışılıyor. Hedef de yine Kürt siyasal hareketi ve devrimci muhalif yapılar bulunuyor. Ergenekon ve Gülen yer değiştirmiş durumda. Değişmeyen temel yapı ise AKP-Erdoğan oluyor. MHP de bu sürece 7 Haziran ardından dahil edildi. Türkeş’in AKP’ye katılımını MHP ile AKP’nin örtülü koalisyonu olarak okumak gerekir. Üzerinde uzlaşılan temel konu içte-dışta Kürt varlığına karşı mücadele olgusu oluyor. Bir yıllık süreç de bunu gösteriyor zaten.

Sızma ve Tedbir

15 Temmuz süreci böylesi gelişmelerin üzerine şekillendi. İleriki süreçlerde bir çok boyut kuşkusuz daha da aydınlanacaktır. Ama şimdiden şunlar söylenebilir. AKP yürüttüğü siyasetin adım adım böylesi bir süreci tetiklediğini görüyordu. Muhtemelen bazı girişimlerden de haberdardı. Bunları engellemek amacıyla bir çok yapıyla geçici ittifaklar kuruldu ve yine yüksek olasılıkla darbeci yapının içine sızdı. Süreci ölü doğurtmak için tedbirler aldı ve başka hiçbir zaman yapamayacağı kapsamlı değişiklik planlarını da önceden hazırladı. 15 Temmuz “şokunu” diri tutmak için medyayı ve kitleleri iyi kullandı. Bu sürede kendi hegemonyasını inşa amaçlı çok kritik düzenlemeler yaptı. Adeta AKP devletinin taşlarını hızla döşemeye başladı. Böyle bir zihniyet açısından kendisine mutlak itaat etmeyen tüm çevreler birer tehdit odağıydı. Ezilmesi gerekenler, susturulması gerekenler, teslim alınması gerekenlerin yanında kendi tetikçisi haline getirilecek olanlar için özel yönelimler geliştirildi. Bu süreç başlayıp bitmiş bir süreç değildir. Karşısında direniş odaklarını bulmadıkça tüm toplumu  hedefleyeceği açıktır.

Yapı Çürük Ama Saldırgan

Birbirine muhtaç olan AKP ve derin yapılar birlikte yürürken bir yandan da birbirilerini sürekli tarttılar, nabız yokladılar, bazen ileri bazen geri adım attılar. Nihayetinde iki dost güç olmadıklarını, ilk fırsatta birbirilerini boğazlayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu süreç iki ileri bir geri adım şeklinde ve krizli bir halde gidebildiği yere kadar gidecektir. Ama her an dağılmaya müsait geçici bir ittifak olduğunu da unutmamak gerekiyor. AKP de bunun farkında olduğu için sadece kurumları ele geçirmekle yetinmiyor, Özel Harekat’ı tamamen Parti Milisi haline getirmeye çalışırken SADAT ve benzeri yapılar eliyle gizli milis teşkilatlarını oluşturmaya çalışıyor. Özcesi AKP iktidardan düşeceği zaman başına neler geleceğini bildiği için iktidarı bırakmamak için her yolu deneyecektir, Türkiye’nin parçalanmasını göze almak dahil. Bu gerçeklik ortadayken sanki demokratik siyaset koşulları varmış gibi hareket etmek, basit legal sınırlara hapis olmak, toplumu öz savunmasız bırakmak kesinlikle halkları AKP faşizminin insafına terk etmek olacaktır. Gün her zamankinden daha fazla derin ve sıkı özgürlükler yaratma anti-faşist demokrasi cephesi etrafında birleşme günüdür. 

Devrimci Görev

Rusya’ya yamanmak AKP’yi kurtarır mı? İran ve Suriye (Esat) ile Kürt karşıtlığı temelinde ittifak kurmak mümkün mü ya da ne kadar işlevsel olabilir? Yüzyıl öncesinin Syces-Picot’unun yerini acaba Lavrov-Kerry mi alıyor? Bunların tümü güncelde yanıtı merak edilen sorular. Ama bir de izleyici değil tarih yapıcı olan halkların devrimci dinamizmi söz konusudur. Böylesi büyük alt üst oluş süreçleri sistem sahiplerine büyük kaybettirebileceği gibi halklara da büyük kazandırabilir. Rojava bu anlamda yükselen umuttur. Türkiye’de büyütülecek demokrasi cephesi bu umuda Ortadoğu çapında çok şey katacaktır. Anti-demokratik, faşist cephede çok sayıda gerici güç çelişkilerini bir kenara koyup bir araya gelebiliyorsa demokrasi güçleri neden bunu yapamasın? Bugün;  sadece şikayet etme, hep eleştirme, sürekli bahane üretme süreci değildir. Demokrasinin dili eylem ise artık eyleme geçilmelidir. Unutmamak gerekiyor ki özgürlük ve demokrasi başkalarınca bahşedilen değerler değil, mücadele ile kazanılan değerlerdir. Çokça adını andığımız devrim ve demokrasi şehitlerini de ancak böyle bir mücadele ile yaşatabiliriz. Aksi durumda “Darbeciler yenildi, demokrasi kazandı.” Propagandasını yapan AKP illüzyonunun öfkeli seyircileri olmaktan öteye gidemeyiz. Buna rağmen hala sahaya inmemekde ısrar edenleri de tarih affetmez

Gelişen bu süreci bir de şöyle ele alalım. Cumhuriyetin kuruluşunda etkili olan Sovyet Rusya ve ona bağlı sosyalistler ve komünistler hegemonik güç tarafından ilk darbelenen, bastırılan ve kurban edilen güçler konumundadır. Mustafa Suphilerin katliamıyla başlayan imha süreci, 1927 Komünist Parti Tevkifatı, Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet’in tutuklanmasıyla derinleştirilmiştir. 1950’den sonra baskı ve tevkifat NATO’ya giriş malzemesi olarak daha da koyulaştırılmıştır. 1960’daki 27 Mayıs bürokratik darbesiyle fırsat bulan sosyalistler kendini bulmak ve demokratik adımları seslendirmek istemişlerdir. Bilinen büyük devrimci gençlik örgütleri ve önderleri bu süreçte radikal eylemlerde bulunmuş ve faşizme karşı direnişte sınır tanımamışlardır. ABD emperyalizmine NATO Gladiyosu ve Türk işbirlikçi faşist rejimine karşı Denizlerin, Mahirlerin ve İboların duruşu ve eylemi hala Türkiye ve Kürdistan devrimci gençliği için birer idoldür. Fakat bu büyük çıkışlar 12 Mart 1971 darbesiyle tekrar bastırılmıştır. Öyle ya da böyle Türkiye devrimci güçleri, direnişi 80’lere kadar devam ettirse de 1980 darbesiyle belleri iyice kırılmış ve günümüze kadar bir türlü kendilerine gelememişlerdir. Halen radikal demokrasi olarak kendilerini birleşik, çoğul bir örgütlenmeye kavuşturmadan dağınık, sorumsuz ve çok zayıfça varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Potansiyelleri ile orantılı bir aktifleşme ve demokratikleşme adımları atma görevleri vardır. Yaşanan parçalılıklar ya da parçalanmışlıklar faşist rejimler tarafından her zaman bir zaaf olarak görülmekte ve çoğu zaman ciddi bir tehlike olarak görülmemektedir. Tam da faşizmin bu denli yükselmesi ve kendini yaşamın her alanında belirginleştirmesi Türkiye devrimci gençliği için birleşmeyi devrimci bir görev kılmaktadır. 

Devrimci Önderlik ve Birlik

Yaşanan bütün bu gerçeklikler karşısında bazı tutumlarda haliyle değerlendirme konusu haline gelmektedir. Sorgulanması gereken ilk konu 40 yılı aşkın bir süredir ciddi bir devrim önderinin Türkiye devrimci hareketlerinden çıkmamasıdır. Bu durumun kendisine verilebilecek ilk cevap devrime yeterince ciddi yaklaşılmaması gerçekliğidir. Üzerinde çokça değerlendirme yapılmış fakat kendini devrime ve onun eylemine adamamak en çarpıcı olanı ifade etmektedir. Dikkat edilirse 40 yıldır devrim önderleri çıkmadığı gibi potansiyellerine denk çalışma ve pratik de çıkmamaktadır. Devrim örgütü eylem üretir, mücadele üretir, devrim üretir fakat gelişen hiç de bununla denk değildir. Kadro ve eylem üreten değil, öğüten bir merkez haline gelmiştir. Şu durum ısrarla görülmek istenmese de vurgulamakta yarar var. 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında kimi (hatta asgari de denilebilir) bir birliktelik bile ciddi bir eylem gücü açığa çıkarmış hükümet ve ona bağlı sivil kontraların gücü yetmediğinden bastırmak için ordu darbesi devreye girmek zorunda kalmıştır. Devrimci birlikteliklerin teori ve eylem gücü her zaman en korkulan durum olmuş ve faşist rejimler tarafından ilk darbelenen nokta olmuştur. Dikkat edilirse yüzün üzerinde sol-sosyalist-devrimci örgütün varlığı parçalanmaktan ve küçülmekten bununla beraber yenilmekten başka hiçbir getirisi olmayan bir illet olduğu anlaşılmamaktadır. Hatta görmezden gelmek için adeta direnilmektedir. Faşizmin en büyük korkusu olan böylesi bir birlikteliğe karşı kendini diretenler birliği öyle veya böyle eleştirip uzak duranlar faşizmin ekmeğine yağ sürmektedir. Böylesi bir tutum ve pratik karşısında tavır sahibi olmak gerekirken bu durumun kendisi oldukça yaygınlaşmaktadır. Kendisini devrimci örgüt diye nitelendiren örgütler en asgari ilkelerde bile buluşamıyorsa devrim-devrimcilik anlayışları sorgulanmalıdır. Gündem dışı en tali konular bile birlikteliğin ve dolayısıyla zaferin önüne geçiyorsa orada faşizm algısı güçlü şekilde kendisini hissettirmiş demektir. Birliktelik girişimleri çokça gündemleşmişse de bir türlü pratikleşememiştir. Gerekçeler çokça öne sürülmüş devrimci görevler talileştirilmiştir. Esas ile tali olan gündemler yer değiştirirse sapma kendini hakim kılmış demektir. Aslında birleşik devrimci gençlik hareketi bir türlü bu sebeplerden oluşturulamamış, faşizm karşısında cılız sesler olarak kalmaya devam etmiştir. 

Devrimci Gençlik

Unutulmamalıdır ki gençlik karakteri ve kimliği canlılık ve dinamizmi ifade eder. Bu karakterin enerji doluluğu doğanın kendi diyalektiğince enerjiyi pratikleştirmek durumundadır. Faşizm bu enerjiyi kendisine bir tehlike olduğunu bildiği için tüketmek adına her türlü imkanını seferber ederken devrim güçlerinde bu denli bir ciddiyet ve kendini bilme durumunu barındırmaktan uzaktır. Eğitim kurumlarından bulaşan pozitivizm virüsü gençliği yıllarca tarihten ve toplumdan uzak tutarak gerçekliğinden koparmak istemiştir. Kendisini  tanımayan gençlik, potansiyel olarak güç olsa da pratikte sorun teşkil etmeyecektir ne de olsa. Bu durumun tek anti-virüsü tarihi sosyolojileştirmek, sosyolojiyi tarih ile bütünleştirmektir. Uzaklaştığı mücadele gerçeğine kavuşmasının yegane başlangıcı ancak böyle mümkündür. Bireysel özgürlük kisvesi adı altında dayatılan liberalizm ve sonucunda ortaya çıkan bireyci ve duyarsız yaşam kültürsüzlüğüne cevap ancak böyle verilebilir. Şu asla unutulmamalıdır ki faşizmin teşvik ettiği her şeyden uzak durmak mücadelenin başlangıcını oluşturur. Bu minvalde karakteristik özellikleriyle buluşan gençlik kendi devrimci mücadelesini ve bu mücadelenin ilkesel taraflarını netleştirebilir. Genel hatlarıyla çok detaylandırmadan bunları değerlendirdiysek de sonuç olarak bazı gerçeklikleri vurgulamak zorundayız. 

Sonuç Olarak; 

Çok klişeleşmiş gibi görünse de bir gerçekliği ifade eden, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edildiği veya edilmeye çalışıldığı tarihi bir süreçten geçmekteyiz. Bu tarihi süreç ciddi kayıplara sebep olsa da, bedelleri çok ağır olsa da, tüm yakıcılığı ile devam etse de bütün bunlar bu sürecin karakteri olarak yorumlanmalı ve ona göre pozisyon alınmalıdır. Tarih direnenlerin kazandığını ve artık Ortadoğu genelinde yapılmak istenen hiçbir planın bu direnişçilerin gerçekliğinden bağımsız ele alınmadığını Rojava (Kuzey Suriye) şahsında bir kez daha gösterdi. Birlikteliğin nasıl zaferle taçlandığının benzersiz bir emsali niteliğinde olan Rojava artık bütün sömürgeci planların alt üst etmiştir.

Türk faşist özel savaş rejimi bu süreçte ciddi politikasızlığının ve işlediği savaş suçlarının ceremesini şimdi farklı hegemonik güçlere yaltaklanarak kendini kabul ettirmeye çalışması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Demokrasi ve özgürlük güçlerine karşı her şeyi ve herkesi yandaş-ittifak gücü olarak gören devletli iktidarcı faşist güçlere karşı en büyük cevap her alanda birleşerek daha güçlü mücadele vermekle mümkün olacaktır. Yıllardır yürütülen bu savaş özgürlük ve demokrasi güçlerince hiçbir zaman teknik ve nicelik odaklı değerlendirilmedi, değerlendirilmeyecek de. İnsanlık ve özgürlük değerlerine bağlılık her zaman en esas güç olmaktadır. Zaferi getiren de budur zaten. İşte bu tarihsel süreçte mücadelenin yöntemi savaşın zaferini belirleyecek kadar önem arz etmektedir. Bu tarihi sürecin en temel karakteri devrimci güçler karşısında bütün cephelerin (Muhafazakar, ulusalcı, milliyetçi) faşist şer ittifakı kurmasıyla açığa çıkmıştır. Bu güçler karşısında bütün devrimci güç odakları sorgusuz sualsiz faşizmin bu birlikteliğine ve toplumu bu denli hedeflemesine karşı birlik oluşturmaları elzemdir. Bu çerçevede verilecek her emek faşizme vurulacak bir darbe olarak görülmelidir.

*Silivri Kapalı Cezaevinden Redaksiyonumuza ulaşan bir yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz. Yurtsever demokrat Kürt gençliğinin ülkedeki gelişmelere yaklaşımını izleyebilmek ve bir fikir edinmek açısından, ortaklaştığımız ve çok az olan olası ayrıştığımız noktaları görebilmek açısından okunmasını tavsiye ediyoruz.

**Ara Başlıklar Redaksiyonumuz tarafından konmuştur. 


Konuyla ilişkili diğer makaleler