GARDİYANA AŞIK OLAN MAHKUM ÖZGÜRLÜĞÜ SEV(E)MEZ

GARDİYANA AŞIK OLAN MAHKUM ÖZGÜRLÜĞÜ SEV(E)MEZ

Bir Alevi evinin işaretlenmiş kapısıBu yazıya başlarken kafamda “Celladına Tapmak” başlığı vardı. Fakat yazının konusu Aleviler olunca bu sözün çok acımasız olduğunu düşündüğümden, bir duvar yazısı olan yukarıdaki başlığı kullanmayı uygun gördüm. Çünkü amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek. Hem de insan sevgisini inançlarının zirvesine oturtan bir felsefi anlayışın o bal akan üzümlerini – eşitleyerek- pay ederek yemek tüm derdimiz.

Daha doğrusu, bu yazımızda amacımız ne Alevileri dövmek ne de onlara methiyeler dizmek. Asıl derdimiz, gelecekte -çok da uzak görünmüyor- yaşanabilecek büyük tehlikelere ve saldırılara dikkat çekip Alevilerin, yarından tezi yok, bir an evvel -yeniden- gerçek dostları olan komünistlerle buluşmalarının gerekliliğini bir kez daha yinelemek.

Bir sistemi mutlak benimseyip o sistem içinde inançlarıyla, yaşam felsefesiyle var olmaya çalışan Aleviler, belki bu sistem içinde var olacak, yaşayacak ama hafif ateşte kaynayan suya atılmış kurbağa misali, yavaş yavaş ölmeye başlayan yaşam felsefesi, inanç ve ritüelleri ile yok edilmeye mahkum edilmiştir. Gerçi yakın tarihimizde olduğu gibi, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Dersim’i tekrar devreye sokmak da mümkün.

Bu belirlemelere karşılık olarak, Aleviler diyebilir ki “Daha ne olsun; köyümüzde, şehrimizde Cem evlerinde inançlarımızı yaşayabiliyoruz, devletin okullarında okuyabiliyoruz; okuyanlarımız her türlü devlet kurumu ve kademesinde görev alabiliyor, özel şirketler kurabiliyor, hatta parti lideri bile olabiliyor.” Doğrudur, devletin çizdiği ve belirlediği nitelik ve ölçüde, Alevi yurttaşlarımız ibadetlerini yerine getirebiliyor, devletin her kademesinde (gizli izleme dosyasının sağ üst köşesinde kırmızı çarpı işareti yoksa) bir kademeye kadar önemli(!) görevler alabiliyor; şirketler, hatta partiler kurabiliyor. Ancak bütün bunlar Alevileri sisteme angaje etme, merkezde ve kontrol altında bulundurma; sistemin -ki bu, acımasız bir sömürü mekanizmasıdır- birer parçası haline getirme ve asimilasyon çalışmasından başka bir şey değildir.

Doğaldır ki sisteme yedeklenmek üzere, 1960’tan itibaren büyük şehirlere göçle birlikte eğitimli Aleviler -ki çoğu zorunlu olarak Alevi olduğunu gizlerdi- devlet kurumlarında, özel sektör işletmelerinde, siyasi partilerde önemli görevler üslenmiş; sivrilenler, ikbal sahibi olanlar, zirveye yakın yerlerde vazife kapanlar, sermaye biriktiren, şirketler kuranlar, işin doğal sonucu, sisteme yedeklenip kaybedecekleri şeyleri korumak ve geleceğe büyüterek taşımak adına, ister istemez, sömürü ve asimilasyonun birer parçası, hatta yönlendiricisi olmuşlardır.

Diğer yandan, şehirlere göç edip şehirlerin kenar mahallelerinde, gecekondularda kendilerine yer bulabilen; atölyelerde, fabrikalarda, hizmet sektöründe acımasız sömürü çarkının içine girerek yaşama tutunabilen Alevilerin çocukları, gençleri ise radikal sol grupların -ağırlıklı olarak- militan kadroları olmuş ve sistemli bir biçimde devlet aygıtı tarafından ya katledilmiş ya da bu feodal yapılı radikal örgütlerin köhnemiş zihniyetleri sebebiyle köklerinden, ailelerinden ve sosyal çevrelerinden soyutlanmışlardır. Sınıf mücadelesine ve devrimci örgütlere doğru yerden bakıp doğru şeyler yapan yüz binlerce Alevi genç bulunmakla birlikte, sözünü ettiğimiz bu radikal örgütler sebebiyle yaşanan ayrışma, kopuş ve acı deneyimler, ister istemez, Alevi anne-babaları, aileleri, gerçek dostları olan sosyalist-devrimci örgütlerden uzaklaştırmış ve sistemin içine itmiştir.

Köylerde, kasaba ve şehirlerde, fabrika ve atölyelerde sistem içine mahkum edilen Alevilerin çoğu, doğal olarak, sistemin ‘SOL’ diye yutturduğu kurumların, örgütlerin, partilerin kontrolü altına girmiştir. İzzettin Doğan’a devlet desteği ile kurdurulan ‘Cem Evleri’, kendini ‘kurucu irade’ olarak ifade eden CHP, Perinçek tarafından yönetilen VP (Vatan Partisi) ve devlet tarafından kontrol edilen birçok siyasi taşeron siyasi yapı, birer tuzak olarak Alevileri merkeze çekip sınıf mücadelesinin uzağına itmekte oldukça başarılı olmuşlardır. Sisteme uymayan bilinçli, muhalif Alevi bireyler, örgütler ve parti üyeleri ise her türlü tuzak, tehdit ve korkutmayla pasifleştirilmeye, yıldırılmaya çalışılmış ve günümüzde de çalışılmaktadır.

Bütün bunlardan hareketle, Aleviler, önce o çok güvendikleri CHP’nin kurucularının kimler olduğuna bir bakarlarsa ‘halktan ‘ bir kişi bile bulamayacaklarını; Dersim, Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının yapıldığı dönemlere bakarlarsa iktidarda CHP’nin olduğunu göreceklerdir. Devletin yönlendirme ve desteği ile ‘Cem Evleri’ni  kuran İzzettin Doğan’ın ve her zaman olduğu gibi, özellikle son zamanlarda Avrupa’daki demokratik Alevi örgütlerinin yöneticilerini ihbar eden “Aydınlık” gazetesinin milli şefi  Doğu Perinçek’in  kim olduklarını araştırırlarsa bu kişilerin gerçek kişilikleri ve niyetleri ortaya çıkacak  ve yıllardır nasıl kandırıldıklarını anlayacaklardır.

Yani dememiz o ki Aleviler, alanı ve sınırları belirlenmiş bu sistem içinde ve mekanizmanın çarklarını yıpratmamak, bozmamak koşuluyla bu topraklarda hep yaşayacak, hatta çoğalarak; zaman zaman saldırılara maruz kalarak, inkar politikalarıyla birlikte var olacaktır. Ancak bütün bunlar Alevi olmanın, Alevi inancı ile yaşamanın, ritüellerinin hangisi ile uyuşmaktadır? Bunları düşünmekte yarar var. Aleviler bütün bu yaşananlara, belirlemelere akılcı ve sınıf bilinci ile yaklaşırsa umarım işte o zaman gerçek dostlarının kim olduğunu ve gerçek kurtuluş yolunun ne olduğunu anlayacaklardır. Diğer yandan, komünistler, sosyalist, devrimciler de bugüne kadarki politika ve anlayışlarını nesnel ve eleştirel bir yöntemle gözden geçirip yeni yöntem, siyaset ve söylemlerle Alevileri -tekrar- sınıf mücadelesiyle buluşturmak zorundadır. Yüzyıllardır acılarıyla yaşamayı, ayakta kalmayı başarabilen Aleviler, işçi sınıfının yakacağı isyan ateşini ilk gören olacaktır. Bundan eminiz. Yeter ki bizler o ateşi başlatacak örgütlü mücadeleyi başlatabilelim.


Konuyla ilişkili diğer makaleler