Göç Efsaneleri Almanya’da Yaşayan Kürdistan Ve Türkiyeli Göçmenlerin Siyasi Tercihleri Üzerine

Göç Efsaneleri Almanya’da Yaşayan Kürdistan Ve Türkiyeli Göçmenlerin Siyasi Tercihleri Üzerine

Tanınmış sosyolog Immanuel Wallerstein tarih boyunca süren göçler için “Bitmeyen hikâye” tanımını kullanır. Sahiden de insanlık tarihi boyunca sadece insanlar sınırları aşarak göç etmediler, aynı zamanda sınırlarda insanları aştılar. Nihâyetinde göç kapitalist gelişme sürecinin doğal bir sonucudur. Günümüzde ise emperyalist-kapitalist dünya düzeni dünyanın bütününü bir fabrikaya çevirir, sermayenin tüm coğrafyalara girmesini sağlarken, aynı zamanda tüm coğrafyalardan on milyonlarca insanın emperyalist merkezlere akmasına yol açıyor. Sermaye ihtiyaç duyduğu işgücünü gençlik aşısıyla yenileyebilmek ve ucuzlatabilmek için göçmen ordularını harekete geçiriyor. Dolayısıyla emperyalist merkezlerdeki demografi değişiyor, göçmen ve mülteciler yedek işgücü ordusu olarak kalıcılaşıyorlar ve sömürü mekanizmalarının sürdürülebilirliği sağlanıyor. Emperyalist güçler, bilhassa yaşlı kıta Avrupa yaşlanan nüfuslarının yol açtığı demografik değişim nedeniyle nitelikli işgücü göçünü sürekli kılmaya çalışıyorlar.

1950’li ve 1960’lı yılların yedek ve ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak, savaş yıllarından sonra ortaya çıkan işgücü açığını telafi etmek için uygulamaya sokulan göç politikaları bugün farklılaşmış olsalar da özünde aynı amacı gütmektedirler. Aradaki temel fark, gelişen yüksek teknolojili üretim için nitelikli işgücü ihtiyacıdır. Aynı şekilde 1950’li ve 1960’lı yıllarda başlayıp, bugün emperyalist ülkelerin işçi sınıfları ve toplumlarının kopmaz bir parçası hâline gelmiş olan göçmen işçi kitlesi de farklılaşmış ve toplumsal kesimleri sınıfsal olarak ayrışmıştır. Dolayısıyla göçmen kitlesinin, genellikle pragmatist olan siyasi tercihleri de sınıfsal konumlarına göre belirlenir olmuştur. Neticede 1961 yılında imzalanan “İşçi Mübadele Antlaşması” sonucunda Almanya’ya göç eden Kürdistanlı ve Türkiyelilerin siyasi tercihlerinde niteliksel değişimler meydana gelmiştir. Bu yazıda bu değişimin arka planını irdelemeye çalışacağız.

“Türkiye’de sağcı, Almanya’da solcu”

1980’li yılların sonuna kadar özgün nedenlerden dolayı kısmen geçerli olan bu söylem bugün hâlâ geçerliymiş gibi tekrarlanmaktadır. Aslına bakılırsa birinci ve ikinci kuşak Türkiyelilerden milliyetçi ve muhafazakâr olanlar Almanya’daki seçimlerde sol partilere oy veriyor tespiti, 1980’lerde olduğu gibi, bugün de bir göç efsanesidir. 1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllarda Kürdistanlı ve Türkiyeli göçmenlerin çoğunluğunu oluşturan işçilerin sendikalar üzerinden kurdukları siyasi ilişkiler hem sınıfsal çıkarları hem de Alman devletinin yabancı düşmanı politikaları ve Alman toplumunda yaygınlaşan ırkçı yaklaşımlar tarafından belirlenmekteydi. Doğal olarak muhafazakâr Türkiyeliler dahi “solcu” olarak kabul edilen sosyal demokratlara ve sonraları da Yeşillere sempati duyuyorlardı. Örneğin Batı Almanya’da 1984 yılında metal işçileri sendikası IG Metall tarafından “35 saatlik iş haftası” için gerçekleştirilen büyük greve İslamist, muhafazakâr Türkiyeli işçilerin de aktif biçimde katılmaları olağan bir vakaydı.

Ancak vatandaşlığa bağlı olan seçme-seçilme hakkı nedeniyle bu “sempatinin” sol için oya dönüşmesi pek yaygın değildi. Kürdistanlı ve Türkiyeli göçmenlerin “dikkate değer” sayıda seçmen olmaları, ancak 2000 yılında yürürlüğe giren Vatandaşlık Yasası temelinde kitlesel biçimde Alman vatandaşlığına alınmalarıyla olanaklı olacaktı. 1980’li ve 1990’lı yıllardaki siyasi tercihleri ise büyük ölçüde Türkiye hükümetlerince belirleniyordu.

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle iktidarı ele geçiren cunta, 1981’de aldığı MGK kararıyla “Huzur Operasyonunu” başlatmış ve yargısız infaz eylemlerinin yanı sıra, “Avrupa’da yaşayan Türkleri yeniden devlete kazandırmak” amacıyla örgütlenmeye gitmişti. Önce 1982’de Batı Berlin’de, sonra da resmi olarak 12 Mayıs 1985’te Köln’de kurulan “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği” (DİTİB) üzerinden Türkiyeliler arasında etkin olmaya başlamıştı. Gerek DİTİB ve sonraki yıllarda oluşturulan “Türk Dernekleri Koordinasyon Kurulları” gerekse de 1990’lı yıllarda farklı seviyelerde kurulan lobi dernekleriyle Türkiyeli göçmenleri “devletin kontrolü” altına alan Türkiye hükümetleri böylelikle Türkiyeli göçmen kitlesini kendi iç ve dış politikaları için enstrümentalize etmeye başladılar.

Özellikle 1990’lı yıllarda artan ırkçı saldırı ve katliamlar, Alman devletinin ayırımcı göç politikalarıyla birleşerek Türkiyeli göçmen kitlesinin kendi kendisini izole etmesine neden oldu. Bu izolasyon Türkiye hükümetlerince göçmenlerin siyasi tercihlerini etkilemede kullanıldı. Çanak antenler ve Türkçe basın sayesinde solcu olarak görülen Alman partileri “Türkiye düşmanı” diye lanse edilerek, Türkiyeli göçmenlerin tepkileri örgütlendi. Türk devletinin temsilcileri – ki burada eski Bonn Büyükelçisi Onur Öymen’in oynadığı meşum rolü anımsatmak gerekir – Alman vatandaşlığına geçen veya Yabancılar Meclisleri gibi kurumlara seçilen Türkiyeli göçmenleri “Alman olun, ama Türk kalın” söylemiyle Türk devletinin lobi çalışmalarına çektiler. Bu süreçte SPD ve Yeşiller üzerinden kurumsal siyasete katılanların yanı sıra CDU ve CSU gibi muhafazakâr partilere katılan göçmenlerin sayısı artmaya başladı.

Alman vatandaşlığı ve “sınıf atlama”

2000 yılında dönemin SPD-Yeşiller hükümeti tarafından yürürlüğe sokulan yeni Vatandaşlık Yasası, yerleşik olma tandansının da artmasıyla kısa sürede Türkiyelilerin kitlesel biçimde Alman vatandaşlığına geçmelerini sağladı. Aynı zamanda büyük işletmelerin çekirdek kadrosunda olan, imtiyazlı çalışma ve ücretlendirme koşulları altında çalıştırılan Türkiyeli göçmen işçiler, zaten 1980li yıllardan beri mütemadiyen devam eden neoliberal politikalar sonucu bölünen Almanya işçi sınıfı içerisindeki “imtiyazlı kesimler” arasında yer almaya başladılar. Artan sayıda kendi işyerlerini ve şirketlerini kuran Türkiyeli göçmenlerle beraber Almanya toplumunun orta katmanlarına katıldılar.

Türkiyeli göçmenlerin “sınıf atlama” olarak hissettikleri bu dönüşüm ve Türk devletinin artan etkinliği genel anlamda siyasi tercihlerinin çeşitlenmesine neden oldu. Devrimci-demokratik göçmen örgütleri bu dönüşüme basiretli bir yanıt üretemediklerinden, Türkiyeli göçmen kitlesi büyük ölçüde hem Alman hem de Türk devletinin siyasi etkisi altına girdi.

Bu noktada yasaklı TKP’nin likidasyon süreci içerisinde kurulan “Türkiyeli Göçmen Dernekleri Federasyonu’na” (GDF) değinmek gerekiyor. GDF içerisinde “Türkiyeliler Almanya’da yerleşik hâle geldiler. Türkiye onlar için sadece tatil ülkesi. O nedenle göçmenlerin eşit haklar mücadelesine yoğunluk vermeliyiz” görüşü hâkim görüş hâline geldi. Bu yaklaşım, örneğin ikisi de göçmen kökenli, ancak birisi şirket sahibi diğeri işçi olduğundan farklı sınıfsal çıkarları olan Türkiyeli göçmen kitlesinin “homojen” bir toplumsal yapı olarak görülmesine neden oldu. 1989/1990 karşı-devriminin ve likidasyon sürecinin de etkisiyle faaliyetler “göçmenler için eşit haklar” mücadelesine indirgendi. Aynı zamanda ne Alman devletinin emperyalist yayılmacılığı için gerekli gördüğü ayırımcı politikaların özü, ne de Türk devletinin göçmen kitlesi üzerindeki hedefleri yeterince anlaşılamadı. Nitekim sınıfsal pusulasını kaybeden GDF kısa zaman içerisinde atomize olmaktan kurtulamadı.

Göçmen işçilerin, dolayısıyla işçi sınıfının temel sınıfsal çıkarlarına yoğunlaşmak ve her şeye rağmen sosyalizm mücadelesine devam etmek yerine, muğlak bir “göçmenlik” söylemine sarılan GDF gibi örgütlenmelerin Kürdistanlı ve Türkiyeli göçmen kitlesi üzerinde hiçbir etkilerinin kalmaması, kuşkusuz son derece olumsuz bir sonuçtur. Netice itibariyle göçmenlerin siyasi tercihlerinin Alman ve Türk devletlerinin çıkarları çerçevesinde şekillendirilmesinin önüne geçebilecek, bu etkiyi en azından hafifletebilecek örgütsel yapılar zayıflamışlardır. Bu durum ancak Türkiye seçimleri bağlamında devrimci-demokrat ve sosyalist göçmen örgütlenmelerinin Almanya’daki Kürt kurumlarıyla – örneğin HDP’nin seçilmesi için – oluşturdukları seçim birliktelikleri sayesinde zaman-zaman kırılabilmektedir. Ancak kalıcı olmadığından etkisi geçicidir.

Sayılar ve gerçekler

Alman nüfus sayımı kurumu olan Mikrozensus verilerine göre 2021 yılı itibariyle Almanya’da yaşayan 3 milyon civarında Kürdistanlı ve Türkiyeli göçmenin yaklaşık 1,4 milyonu Alman vatandaşıydı. Genç göçmenlerin, özellikle 2000 ve sonrası doğumluların ezici çoğunluğu ise çifte vatandaştır. Alman vatandaşı olan Türkiyeli göçmenlerin 893 bini seçme-seçilme hakkına sahip, yani Almanya’daki seçmen nüfusunun yüzde 1,5’i Kürdistan veya Türkiye kökenli. 2015 yılında yapılan bir araştırma Türkiyeli göçmenlerin yaklaşık yarısının SPD’ye, yüzde 17’lik bir kesiminin ise muhafazakâr CDU/CSU’ya oy vermek istediklerini ortaya çıkarmıştı. Aynı araştırma 2019 yılında yapıldığında sayılar tam tersini gösteriyordu. Buna göre CDU/CSU Türkiyelilerin yüzde 53’ünün oyunu alırken, SPD’ye yüzde 13’lük bir destek söz konusuydu. 2021 Eylül’ünde yapılan Federal Parlamento Seçimleri sonrasında Almanya’da seçmen olan tüm göçmenler arasında yapılan bir anket, oy dağılımını şöyle gösteriyordu: CDU/CSU yüzde 17; SPD yüzde 39; Yeşiller yüzde 15; Sol Parti yüzde 13; FDP yüzde 5 ve ırkçı-faşist AfD partisi yüzde 2. Irkçı-faşist AfD partisine oy veren göçmenlerin ezici çoğunluğunu Rusya asıllı Almanlar oluşturmaktaydı.

Bu bağlamda 24 Haziran 2018’de Türkiye’de yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde yurtdışında verilen oy oranları da açıklayıcı olacak: AKP yüzde 51,75 ile birinci sırayı alırken, CHP ve HDP yüzde 17’lik oranlarla ikinci sırayı paylaşıyorlardı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise yurtdışından AKP yüzde 54, CHP yüzde 24 ve HDP yüzde 10 oy almışlardı. Almanya ve Türkiye seçimlerinde ortaya çıkan sayıları karşılaştırdığımızda, Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin yaklaşık yarısının hem Almanya hem de Türkiye seçimlerinde sağa oy verdiklerini tespit edebiliriz. Bu sayılar “Türkiye’de sağcı, Almanya’da solcu” söyleminin toplumsal gerçeklerle hiçbir alakası olmayan boş söylem olduğunu kanıtlamaktadır.

Nihâyetinde Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin – ki ister Alman ister Türk vatandaşı olsunlar – siyasi tercihlerinin sınıfsal konumlarınca belirlendiğini tespit edebiliriz. Bir kere Türkiyeli göçmenlerin bugünkü kuşakları, 1960’lı ve 1970’li yıllarda olduğu gibi niteliksiz işçilerden oluşmamaktadırlar. Yerleşik toplumun parçası olan göçmenler Almanya’daki toplumun genelinde olduğu gibi, eğitimli ve nitelikli işgücü hâline gelmiş, orta katmanları oluşturan iyi gelirli kesimler arasında girmiş , hatta sıkça ifade edildiği gibi “Almanlardan daha Alman” olmuşlardır.

Türkiyeli göçmenler bir zamanlar olduğu gibi, büyük kentlerin fabrikalarının yakınlarındaki gettolarda ikamet etmek yerine ya daha varlıklı mahallelerde ya da banliyölerdeki müstakil evlerinde yaşamaktadırlar. “Nöbetleşe yoksulluk” bağlamında, büyük kentlerin gettoları mültecilere ve yoksul kesimlere kalmıştır. Elbette Kürdistanlı ve Türkiyeli göçmenler arasında yoksul kesimler de bulunmaktadır, ancak bu oran Almanya’daki ortalama orandan farklı değildir. Sosyolojik açıdan bakıldığında, çoğunluğu oluşturan muhafazakâr Türkiyeliler siyasal tercihlerini muhafazakâr Alman partilerinden yana, azınlıktaki muhafazakâr olmayanlar da SPD, Yeşiller ve Sol Parti’den yana kullanarak, Almanya toplumunun olağan görüntüsünü vermektedirler.

Türkiyeli göçmenlerin çoğunlukla AKP’ye destek çıkmalarının temel nedeni de gelir durumlarına bağlıdır. AKP-Saray-Rejiminin neoliberal politikaları ve bunun sonucunda Türk lirasının değer kaybı, Türkiye’de yatırım yapan göçmenler için son derece çekici gelmektedir. Her ne kadar Türkiye genel anlamda hâlâ bir tatil ülkesi olarak görülüyor olsa da Türkiye’nin gayri menkul piyasasındaki Euro avantajları, Türkiyeli göçmenlerin orta ve uzun vadeli yatırımlarını belirlemektedir. Bu yatırım avantajları da AKP’ye desteği gerekçelendirmektedir.

Bununla birlikte AKP-Saray-Rejimi Almanya’da hiç küçümsenemeyecek bir örgütlenmeye sahiptir. AKP-Saray-Rejimi kurulan federasyonlar, DİTİB camileri, ebeveyn birlikleri ve çeşitli derneklerle hem Türkiyeli göçmenler üzerindeki etkisini artırmakta, hem de Alman devletinin sunduğu katılım olanaklarıyla doğrudan Alman hükümetlerinin Türkiyeliler konusundaki muhatabı hâline gelmiştir. Oluşturulan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın sunduğu sosyal, kültürel, hukuki ve ekonomik desteklerle AKP’nin yurtdışı örgütleri kökleştirilmekte, Türkiye’den görevlendirilen imamlar, öğretmenler ve Federal Hükümetin tasdik ettiği gibi, Almanya’da faaliyet gösteren 8 bin MİT elemanıyla Türkiyeli göçmen kitlesi AKP-Saray-Rejiminin kontrolü altına alınmaktadır. Rejim sağladığı burslar, Türkiye gezileri, mali teşvikler ve konsolosluk çalışmaları üzerinden özellikle göçmenlerin son kuşaklarını siyasi kıskaca almıştır.

Sonuç itibariyle milliyetçi ve muhafazakâr Türkiyeli göçmenler gerek Alman gerekse de Türk devletinin istedikleri yöne manevra edebildikleri bir kitle hâline gelmişlerdir. Milliyetçi ve muhafazakâr Türkiyeli göçmenler aynı zamanda AKP-Saray-Rejiminin gönüllü lobiciliğini üstlenerek, rejimin iç ve dış politikalarını Alman kamuoyu nezdinde savunmakta ve Alman emperyalizminin Türkiye politikalarına destek çıkmaktadırlar. Hatta Kürt düşmanlığına varan ırkçılığın bu kesimler arasında Türkiye’de olandan daha yaygın olduğunu iddia edersek, yanılmış olmayız.

Devrimci-demokratik göçmen örgütleri, Almanya’da örgütlü Alevi dernekleri ve Kürt kurumları bu gelişmeye maalesef etkin bir yanıt vermekten uzaktırlar. Kısa süreli eylem birlikleri, tekil çıkarlara yönelik örgütsel yapılar, Alman devletinin teşviklerine göz diken “projecilik” anlayışı ve kendi kabuğuna çekilme, bu olumsuz gelişmeyi tersine çevirecek basiretli yaklaşımı gösterme olanaklarını kısıtlamaktadır. Nihâyetinde yüzünü işçi sınıfına dönen, enternasyonalist, antifaşist, antiemperyalist ve devrimci bir göçmen örgütlenmesi inşa edilmediği müddetçe, meydan “kurtlara” bırakılmaya devam edilecektir.