EĞİTİM DİZİSİ XIII: Bilimsel Sosyalizm / Komünizm (2)

EĞİTİM DİZİSİ XIII: Bilimsel Sosyalizm / Komünizm (2)

V. İ. LeninGeçen sayımızda, Bilimsel Sosyalizm / Komünizm’in Konusu, Ütopik Sosyalizm ile ilişkisi, Strateji ve Taktiğin İlkeleri ile Demokrasi Mücadelesi ile Sosyalizm Mücadelesi’nin sıkı ilişkisi konularını işlemiştik. Bu sayıda İşçi Sınıfının Politik Örgütü, Komünist Partisi’nin Rolü, İşçi Sınıfının İktidarının Kurulması ve Proletarya Diktatörlüğü / Demokrasisi konularına yoğunlaşacağız.

İşçi Sınıfının Politik Örgütü / Komünist Partisi

Marx ve Engels, 1847 yılında ilk komünist örgüt olarak nitelendirilen “Komünist Ligası” ‘nı kurarak modern komünist partilerin ilk temellerini atmışlardır. Lenin, yeni tarihsel koşullar altında, Marx ve Engels’in örgüt alanında vardıkları sonuçları geliştirerek bir Parti Teorisi oluşturdu. İşçi sınıfının mücadelesinde partinin yönetici rolünü, örgütlenmesi için gerekli ilkeleri ve parti yaşamının kurallarını, strateji, taktik ve politikasının temel ilkelerini ortaya koydu. Parti teorisi, Lenin’in Marksizme yaptığı en önemli katkılarından biridir.

Marksist-Leninist bir partinin, işçi sınıfının sömürü düzenini devrimci yoldan aşarak, sosyalist toplumu kurmasında zorunlu ön koşul olmasının iki nedeni vardır. Birincisi; Parti, işçi sınıfına gerek kapitalizmi aşma mücadelesi sürecinde, gerekse de sosyalizmi kurma ve komünizme geçiş süreçlerinde gerekli olan bilimsel olguları aktarır. Parti, Bilimsel Sosyalizm / Komünizm öğretisi ile işçi sınıfı hareketinin birliğini sağlar, devrimci teori ile devrimci pratiği birleştirir ve işçi hareketine sınıf bilincini kazandırır. İkincisi ise; işçi sınıfının devrimci mücadelesinin birliğini, bütünlüğünü sağlayacak merkezi bir yönetim görevini yerine getirir.

Lenin; “ (…) Belirli bir sınıf kitlesinin çıkarlarını ve durumlarını anlamayı ve politikasını uygulamayı öğrenmesi için, o sınıfın öncü unsurlarının, hatta başlangıçta bu unsurlar o sınıf içinde çok küçük bir azınlığı oluşturuyor olsalar dahi, derhal ve ne pahasına olursa olsun örgütlenmesi gereklidir, (…) “ diyordu. (V.I.Lenin, Tüm Eserler, C.19, S. 367-368, Rusça)

Lenin, II. Enternasyonalin Sosyal-Demokrat partilerine bayrak açarken, bugün “Yeni Tipte Leninci Parti” olarak nitelendirdiğimiz parti teorisini geliştirmiştir. Yeni Tip partinin en belirgin niteliği burjuvazi ile uzlaşmama özelliğidir, ve örgütsel ilke ve yapısı da bu temel üzerinde kurulmuştur.

Komünist parti, kitleler ile bağı bulunmayan bir grup profesyonel devrimcinin oluşturduğu bir yapı değildir. Sınıfın, yaşamın içinde, kavganın tam ortasında olan, görevi sadece sınıfa bilinç taşımak ve öncülük etmek değil, aynı zamanda sınıftan eğitilen ve öğrenen bir nitelikte olmalıdır.

Tarihsel deneyimler, devrimci partilerin gerçek birer öncü olmadan önce bir dizi siyasi olgunlaşma ve örgütlenme aşamalarından geçtiklerini bize öğretmiştir. Başlangıçta genellikle önce Propaganda Grupları oluşuyor. Bu gruplar daha çok parti üye ve çevresi içinde çalışıyorlar. İdeolojik birliği sağlamak, kadro oluşturmak, daha iyi örgütlenmek için bir işlev üstleniyorlar. Daha sonra, partilerin kitlelere gittiği, grev, direniş ve kitle eylemlerini yönetmeye başladığı aşama gelişiyor. Bu aşama çok önemlidir, “kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin” sosyalist fikirlerle birleşme, bilinçlenme ve örgütlü işçi sınıf hareketine dönüşme sürecidir. Bunu takip eden aşama ise, partinin yalnızca işçi sınıfının değil, geniş halk kitlelerini de yönlendirebilecek yetenek ve siyasi güce kavuştuğu süreçtir.

Devrimden sonra ise partinin görevleri daha da çeşitlenir ve gelişir. Sosyalizmin kuruculuk döneminde eğitici, yönetici, bilinçlendirici rolü artarak önem kazanır. Sosyalist toplum düzeninin teminatı komünist parti ve onun kadrolarıdır.

İşçi Sınıfının İktidarının Kurulması

Kapitalizmin yıkılması ile iktidardan uzaklaştırılan sömürücü sınıfların yerine işçi sınıfının tüm emekçi halkın çıkarları doğrultusunda devleti yeniden örgütlemesi süreci başlar. Bu dönemin başlıca özellikleri şunlardır;

  1. İşçi sınıfının politik iktidarının, proletarya diktatörlüğünün oluşturulması: Burjuvazi iktidardan uzaklaştırılmış ve işçi sınıfının iktidarı kurulmuştur. Ancak burjuvazi direnecek ve kaybettiği iktidarı gerek kendi olanaklarına, gerekse de dış emperyalist güçlerin desteğine dayanarak geri kazanmaya çalışacaktır. Politik açıdan sızma dahil, ekonomik sabotaj ve devrimin kadrolarına yönelik suikastlere kadar ulaşan yöntemleri zorlayacaktır. Diğer yandan ise proletarya, toplumun çoğunluğunun çıkarlarını ifade eden yeni sosyalist toplumun her alanda kuruculuğunu örgütleyecek ve kazanımlarını iç ve dış düşmana karşı koruyacak, savunacaktır. Toplumun tümü siyasetten, ekonomiye, kültürden, spora ve eğitime kadar yeniden örgütlenecektir. İlk aşamada sosyalizmi kurma, daha sonra geliştirme ve komünizme yükseltme sürecinde proletarya diktatörlüğü, çoğunluğun demokrasisi olarak işlev görecek ve komünizme yükselme sürecinde görevini devletin sönümlemesi ile tamamlayacaktır.

  2. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması: İktidar sorununun ve işgücü sömürüsünün belirleyici ögesi üretim araçları üzerindeki mülkiyet konusudur. İşçi sınıfının iktidarını kurması ile birlikte sanayiinin temel işletmeleri, tekeller, bankalar, sigortalar, enerji işletmeleri, havalimanları, limanlar, demir yolları işletmeleri, tarım sanayii kompleksleri, büyük tarım tekelleri, eğitim ve sağlık kurumları, dış ticaret devletleştirilme yoluyla toplumsallaştırılacaktır. Onun dışında kalan orta ölçekli işletmeler toplumsal ekonomik sisteme, mülkiyet ilişkileri yeniden düzenlenerek toplumsallaştırılacaktır. Küçük işletmeler, kooperatifleşme ve benzeri yöntemler ile toplumsallaştırılacaktır. Şahsi mülkiyete dayalı en küçük işletmeler, zanaatçılar ve küçük esnaf, teşvik edilmek amacıyla yeni oluşturulacak ticari ağlara entegre edileceklerdir. Bu çok önemli değişim ile işgücü sömürüsünün maddi temeli ortadan kaldırılacak, özel mülkiyet sahiplerinin politikada belirleyici rollerinin ekonomik dayanağı olan bu unsur yok edilmiş olacaktır.

  3. Ekonominin merkezi planlamasına geçilmesi: Sözde serbest “rekabetçi”, tekelci kapitalist ekonominin yerine, ihtiyaca dayalı, ülke nüfusunun gereksinimleri ve dış ticaretin ihtiyaçları doğrultusunda merkezi planlı bir ekonomik sisteme geçilecektir. Proletarya iktidarı, ülke nüfusunun gelir düzeyine uygun olarak sosyal tüm ihtiyaçların en uygun şekilde karşılanacağı ve ülke ekonomisinin sınıfın ve ülkenin çıkarları doğrultusunda en iyi şekilde yönetileceği ekonomik yönetim modelini gerçekleştirecek, üretim araçlarının sahibi olan toplum, emek üretkenliğini artırma ve sosyal politikaları yerine getirici nitelikteki yeni ekonomik yapıda, proletarya iktidarı sayesinde söz hakkı sahibi olacaktır.

Proletarya Diktatörlüğü

Lenin; “ Proletarya diktatörlüğü, zafere ulaşan, iktidarı ele geçiren proletaryanın, yenilen, fakat henüz yok edilmeyen, ortadan kalkmayan, direnmekten vaz geçmeyen, direnişini bir kat daha şiddetlendiren burjuvaziye karşı savaşıdır” der. ( V.I.Lenin, Tüm Eserler, C.28, S.233, Rusça)

Bu demektir ki, iktidarı almak ile proletaryanın sömürücü sınıflara karşı mücadelesi sona ermez. Geçiş döneminde de sürer, hatta bazen çok daha keskinleşerek devam eder. Yeni olan, emekçi sınıfların, daha önce sömürücülerin elinde olan iktidara ilk kez sahip olmalarıdır.

Devrimden hemen sonra, eski yönetici sınıfların temsilcileri bir takım avantajlara sahiptir; Daha yüksek bir eğitim düzeyi, üretim ve yönetimi örgütleme deneyi, mühendis, teknik elemanlar ve askeri uzmanlarla olan bağlar. Günümüzde yeni teknolojilerin üretilmesi ve bilişim sanayiinin toplumun bütün hücrelerine nüfuz etmiş olması, bu alanda o güne kadar burjuvazinin hizmet ve yönetiminde çalışan, mühendis, uzman, danışman ve yazılımcıların ellerindeki stratejik olanaklar önlem alınmadığında proletarya iktidarı için tehlike arz etmektedir.

Lenin; “ Geçiş dönemi sona ermedikçe sömürücüler geriye dönüş umudunu yitirmezler. Bu umut, geriye dönüş eğilimine dönüşür. İlk ağır bozgundan sonra, devrilmeyi hiç de beklemeyen, daha önceleri böyle bir şeye inanmayan, düşüncesini bile kabul etmeye yanaşmayan sömürücüler, yitirdikleri ‘cenneti’ yeniden elde etmek, öylesine tatlı bir hayat sürerken ‘ayak takımı’ tarafından mahvolmaya, yoksulluğa ( ya da ‘bayağı işlerde’ çalışmaya) mahkum edilen ailelerini kurtarmak için var güçleriyle, canlarını dişlerine takarak, gözü dönmüşçesine hırsla, yüz kat artan bir kinle savaşa atılırlar” diyordu. (V.I.Lenin, Tüm Eserler, C.28, S.233, Rusça)

Şiddet Faktörü

Proletarya Diktatörlüğü burjuva kalemşörlerinin, anti-komünistlerin, işçi sınıfının iktidarını karalamak ve işçi sınıfının kafasını karıştırmak için propaganda ettikleri ve ajan provokatörler tarafından işçi sınıfı hareketinin içine taşımaya çalıştıkları gibi “totaliter” ve “şiddete dayalı” bir iktidar biçimi değildir. Lenin “amacımız insanlara karşı şiddete yer vermez” derken bunun altını çizer.

Burjuvazi için, onları amaçlarına götürecek her yol mübahtır. Son yirmi altı yılda Batı Avrupa’nın göbeği, Yugoslavya’dan başlamak üzere, Orta ve Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Kafkaslar’da emperyalizmin nelere kadir olduğunu gördük, bu olguyu halen de yaşamaktayız. Belki de en yakın örnek Türkiye egemenlerinin Kürt halkına yönelik aylardır sürdürdüğü vahşice imha hareketidir.

Sovyetler Birliği’nde 1917 Ekim Devrimi’nden 1938 yılına kadar, Japon, Çek, Polonya, Yunan, İngiliz mevcutları bazen 250.000 askere varan işgal birliklerinin varlığından kimse söz etmez, ama Stalin adını duyunca onu şiddet ve terör ile bağdaştırırlar. Lenin’in karşı devrimci bir suikast denemesinde zehirli mermi ile boynundan vurulması ve bu yaranın kendisini erken kaybına kadar götürdüğünü, büyük edebiyatçı Maxim Gorki’nin güvenlik aparatının başına sızmış Troçkist kadrolar tarafından zehirlenerek öldürüldüğünden kimse bahsetmez. II. Dünya Savaşı ile ana hedefin Sosyalizmin Ana Yurdu Sovyetler Birliğini yok etmek olduğunu ve milyonlarca Sovyet vatandaşının ölümü dışında tüm sanayii ve ekonomiyi felce uğratmaya çalıştıklarını kimse hatırlamak istemez. Ama gerçekler bunlardır.

İşçi sınıfı şiddetten yana değildir, ancak komünistler, meşru savunma hakkı olarak kimi koşullarda şiddetin zorunlu olduğunu kabul ederler. Proletarya diktatörlüğünün ve şiddet kullananlara karşı şiddetle karşılık verilmesinin insanlığa yakışmayacağını düşünmek yanlıştır. Bunun tersi doğrudur.

Marksist Olmanın Kıstası

Proletarya Diktatörlüğü, Marksist-Leninistler arasında ideolojik anlaşmazlıkların en belli başlı sorunlarından biridir. Sadece sınıf savaşımının gerekliliğini savunan ve onunla yetinen kimse komünist sayılmaz. Bu sorun, sömürü temeli üzerine kurulu toplumun iğrençliğine ve zulmüne son vermenin tek yolu olduğu teorisi, işçi partilerinin ve onların yöneticilerinin sosyalist özlem ve amaçlarının ne derece içten ve dürüst olup olmadığının sınama ölçüsüdür.

Lenin bu konudaki tespitini şöyle ifade ediyordu; “Sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar vardıran bir kimseye marksist denilebilir. Marksistleri, basit küçük (ve büyük) burjuvalardan temelde ayıran işte budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp anlaşılmadığı, kabul edilip edilmediği bu mihenk taşıyla sınanmalıdır” (V.I.Lenin, Tüm Eserleri, C.25, S.445, Rusça)

II. Enternasyonal liderlerinin marksizmin revizyonu sonucunda proletarya diktatörlüğünü inkar etmeleri ve burjuva ideolojisinin etkisinde “katkısız” veya “sınıflar üstü” demokrasi teorilerini geliştirmeleri sosyalizme geçmememenin teorileridir. Lenin, bu sebepten dolayı Karl Kautsky’yi dönek olarak nitelendirdi ve “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky” yapıtında toplanan yazılarını yazdı. Günümüzün Sosyal Demokrat partileri ise bu oportünist teoriye sarılarak bugün ulaştıkları, sermayenin sözcüsü olma konumlarına ulaştılar.

Proletarya Diktatörlüğü’nün Farklı Uygulamaları

Proletarya Diktatörlüğü burjuva devleti yıkıldıktan sonra Sosyalizm’in kuruluş aşamasında işçi sınıfının oluşturduğu devletin ta kendisidir. Bu devlet yapısının çeşitli biçimleri olabilir. Proletarya diktatörlüğünün, devrim gerçekleştirilen ülkelerde, devrimin gerçekleşme biçimine, ülkenin sınıfsal ve toplumsal yapısına, o ülkede kapitalizmin gelişmişlik düzeyine ve o güne kadar yönetilmişlik şekline bağlı olarak nasıl uygulanacağı, ülkeden ülkeye değişebilir. Fakat özünde, niteliksel olarak, biçimleri farklı da olsa tümü proletaryanın diktatörlüğüdür.

Bütün uluslar sosyalizme varacaklardır, bu kaçınılmazdır, fakat bunların hepsi sosyalizme, mutlak biçimde aynı yollardan varmayacaklardır, her biri şu ya da bu demokrasi biçimine, şu ya da bu proletarya diktatörlüğü biçimine, toplumsal hayatın çeşitli yönlerindeki sosyalist dönüşümlerin şu ya da bu temposuna kendi özelliklerini getirecektir.” (V.I.Lenin, Tüm Eserleri, C.23, S.75-76, Rusça).

Tarihte proletarya diktatörlüğünün ilk uygulaması olan Rusya’da İşçi, asker ve köylü milletvekilleri sovyetleri biçiminde bir sovyet iktidarı biçimi oluşturulmuştur. Yani yalnız işçi temsilcileri sovyeti olarak kurulmamıştır. Ancak işçi sınıfının öncülüğünde, iktidar organları olarak kurulmuştur. Lenin 1917 Kasımında “Biz bir sovyet koalisyon hükümeti istiyorduk. Sovyetten hiç kimseyi hariç tutmadık” diyordu. Fakat ülkede patlayan amansız iç savaş ülkede farklı bir şekillenmeyi ve sovyetlerin yönetiminde politik anlamda tek parti sistemini zorunlu kıldı ve Komünist Parti sovyetlerde çoğunluğu elde etti.

II. Dünya Savaşı’nın sonucunda, uluslararası kurtuluş hareketinin gelişmesi farklı bir proletarya iktidar biçimi yarattı. Orta Avrupa’da Halk Demokrasileri biçiminde proletarya diktatörlükleri oluştu. Demokratik Almanya, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya buna örnektir. Alman faşizmi ve II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı mücadelede ve genç Sovyet iktidarını desteklemek amacıyla bu ülkelerde oluşan demokratik ve anti-faşist güçlerin tek cepheleri, zaferden sonra tek tek ülkelerde iktidarın nüvelerini belirlediler. Bu cephelerde başlangıçtan itibaren yönetici rolü oynayan işçi sınıfını, köylülük, şehir halkının orta tabakaları, küçük ve orta burjuvazi ile yurtsever aydınlar desteklediler ve yeni yapılanmanın içinde yer aldılar. Onun için bu ülkelerde komünist parti önderliğinde oluşan ulusal cephelerde farklı partiler temsil edildiler. Bu ulusal cepheler savaş sırasında yaratılan cephelerin devamıydı. Bunun sonucunda proletarya diktatörlüğü görevlerini yerine getiren yeni halk iktidarları, halk demokrasileri olarak adlandırıldılar.

Güney Doğu Asya’da, Çin’de Japonya’ya karşı savaş sırasında oluşan ulusal kurtuluş cephesi, tüm halk katmanlarını kapsamakla beraber ulusal burjuvaziyi de kapsadı. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile işçi sınıfının iktidarında, müttefiklerini oluşturan nicelik olarak büyük kitle, kademeli olarak sosyalizmi destekledi.

Bu ülkelerin tümünde de parlamento yapıları kendi özellikleri temelinde şekillendi. Lenin de, “…daha sonra yapılacak devrimler kuşkusuz Rusya devriminkinden farklı karakterler ve daha büyük bir çeşitlilik gösterecektir” diye yazıyordu. Farklı ülkelerde ve bugün gelişen koşullarda proletarya iktidarının çeşitli biçimleri yaratılacaktır. Ancak temel ilkeleri ve nitelikleri değişmeyecektir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler